Özdeş Özbay, Murat Belge'nin "Değişen emek ve sermaye" yazısıyla tartışıyor ve işçi sınıfının ortadan kalkmadığını savunuyor.
Proletaryanın yani işçi sınıfının öldüğü tezleri 1970’lerden beri her yenilgi veya geri çekiliş dönemlerinde dillendirilir. 1968 hareketinin yükselttiği umutların kısa sürede sönmesi ve hareketin geri çekilmesinin ardından işçi sınıfının öldüğü iddiası bazı “sol” entellektüellerde yaygınlık kazanmıştı. Post-modernizm ve post-marksizm gibi akımlar bu dönemde yayıldılar. Bu akımlar en genel haliyle marksizmin artık dünyayı açıklayamadığını iddia ediyordu. Daniel Bell 1973 yılında “Post-endüstriyel Toplumun Gelişi” kitabını yayınlayarak sanayinin yerini hizmetlere bırakmakta olduğunu ve bunun eski ideolojileri ortadan kaldıracağını söylüyordu. 1980 yılında Andre Gorz, post-modernizme hiç bir zaman sempati beslemese de, marksist ortodoksi ile mücadele ettiğini düşünürken “Elveda Proletarya” kitabını yazmıştı.
Birikim Dergisi’nin internet sayfasında Murat Belge de “Değişen Emek ve Sermaye” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda proletaryanın artık yok olmakta olduğu gibi hiç de yeni olmayan tezleri bir kez daha tekrarlıyor. Oysa bu tezlere geçtiğimiz on yıllarda birçok cevap da üretildi. Braverman’ın 1974 yılındaki “Emek ve Tekelci Sermaye” kitabı ile Callinicos ve Harman’ın 1983’te yazdıkları “Değişen İşçi Sınıfı” bu yanıtların en iyi örnekleri arasında.
2008 ekonomik krizinden beri ise değil işçi sınıfının öldüğü Standing’in 2011 yılında yazdığı kitapla birlikte işçi sınıfının da altında bir “prekarya” sınıfı olduğu tartışmaları yaygın bir şekilde yapılıyor. 1970’ler ve 1980’lerde işçi sınıfının yerini almakta olduğu söylenen hizmet sektörü çalışanları, ki bunlara genel olarak beyaz yakalılar deniyor, bugün güvencesiz, esnek ve düşük ücretle uzun saatler çalışan bir kesim olarak analiz ediliyor. Yani proleterleşmekte oldukları anlatılıyor. Bu nedenle de 2011 yılında tüm dünyaya yayılan meydan işgalleri hareketlerinde ve 2013’teki Gezi Direnişi’nde bu kesimin oldukça yoğun bir katılımı olmuştu.
Belge her ne kadar yeni bir şey söylemiyor olsa da Türkiye’nin en önemli entelektüellerinden biri olması dolayısıyla iddia ettiği fikirlere yanıt vermek önemli. Belge’nin yazısındaki kilit cümleler şunlar:
“Bugünün koşullarında ‘mavi yakalı’ dediklerimizin toplam nüfus içinde oranı gitgide düşüyor. Daha ileri toplumlarda düşüş hızı yüksek. Kol emeğine dayalı üretim gün geçtikçe ‘periferi’ye doğru sürülüyor. Yerine getirilmesi için gerekli ‘vasıf’ düzeyi de gitgide düşüyor. Tamamının insanlar değil, robotlar tarafından yapılacağı bir dönem (ve bir düzen) artık görüş mesafesine girdi (‘science-fiction’ olmaktan çıktı). Maddî düzeydeki gelişmelerin yanı sıra üretimde “kol emeği”nin oynadığı genel rol de geriledi – ‘beyaz yakalı’ katkıyla ters orantılı olarak. Yalnız ‘kol emeği’ değil, ‘sermaye’nin de genel üretimde oynadığı rol değişti. Sermaye kurumunun kararlarını CEO’lar veriyor. Öte yandan işçilerin de hisse senedi satın alarak (küçük çapta) aynı zamanda sermayedar kümesine geçmeleri mümkün.”
Öncelikle birkaç veri ile sanayide çalışan işçilerin sayısının azaldığı argümanına değinelim. Sanayinin Batı’da hem yüksek teknolojiye geçiş hem de daha ucuz maliyetli coğrafyalara kayması sonucu İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren bir sanayisizleşme süreci gerçekten yaşandı. Ancak kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişen bir sistemdir. Batı sermayesinin özellikle uzak Asya’da yaptığı yatırımlar sonucu bu ülkelerdeki sanayi işçileri radikal biçimde artış gösterdi.
ILO verilerine göre 1991 yılında ücretli çalışanların sayısı 988 milyon iken bugün bu rakam günümüzde 1 milyar 800 milyona ulaşmış durumda. 1991’de ücretli çalışanların dünya emek gücündeki oranı yüzde 43,7 iken 2017’de bu oran yüzde 54,8’e yükseldi. İşçi sınıfının sayısı ve oranında artış devam ediyor. Bu yükselişin ana nedeni köylülerin sayısındaki radikal azalış. Bu rakamlara sektörel olarak baktığımızda da sanayide çalışanların toplam emek gücü içerisindeki oranı aynı yıllar aralığında yüzde 20,8’den yüzde 21,5’e yükselmiş. Fazla bir artış yok ancak gerçek rakamlara baktığımızda 471 milyondan 708 milyona çıkmış sanayide çalışanlar (bu rakamlara işçi, işveren ve kendi hesabına çalışanlar dahil). Hizmetlerde çalışanların oranı ise yüzde 37,2’den yüzde 49,7’ye yükselmiş. Bir kez daha bu radikal yükselişin ana nedeni sanayide çalışanların azalması değil köylülüğün radikal azalışı.
Bu değişim dünyanın her bölgesine aynı şekilde yaşanmıyor. Örneğin Türkiye’nin en hızlı sanayileşme süreci gelişmiş kapitalist ülkelerde sanayisizleşmenin yaşandığı döneme gelir. 1980 öncesinde ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi olan Türkiye’de 1991 yılında sanayide çalışanların oranı yüzde 19,6’ya 2017’de ise yüzde 27,5’e yükseldi. Hizmetlerde çalışanlar da yüzde 34’ten yüzde 52,9’a çıktı. Tarım sektöründe çalışanlar ise yüzde 46,4’ten yüzde 19,6’a kadar geriledi. Çin ve daha bir sürü ülkede de bu dönemde sanayileşmenin yaşandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla dünyada bir sınıf yok oluyorsa bu işçi sınıfı değil köylülüktür denilebilir.
Belge ayrıca yazısında hizmet sektöründe çalışanları proletaryadan saymayarak önemli bir hata yapıyor çünkü meta dediğimiz şey sadece fabrikada üretilmez. Plazalarda ve ofislerde de üretilir. Eğitim ve sağlık gibi hizmetler dahi metalaştırıldığında doktorlar, hemşireler, bakıcılar, danışmada duranlar ve temizlikçiler birer proletere dönüşür. Marx Kapital’de yaygın eğitime geçilmesi sonrası okulların eğitim fabrikalarına dönüştüğünü anlatır örneğin. Bugün üniversiteler için de birer diploma fabrikası olduklarını söyleyebiliriz (özellikle de vakıf üniversiteleri için).
Son olarak CEO ve hisse senetleri konusuna da değinebiliriz. CEO’lar, yönetim kurulları ve üst düzey yöneticiler her ne kadar ücretli çalışıyor olsalar da işçi sınıfına dahil edilemezler çünkü emek sürecinde kontrol ve karar verici mevkilerde bulunurlar. Üretim ilişkileri açısından belirleyici olan hukuki mülkiyet değil fiili durumdur. Yani bir CEO ücretli çalışan olabilir ancak fiilen üretim süreci üzerinde en tepede karar vericidir. Üst düzey yöneticiler de o işyerinde bir kapitalist gibi kontrol gücüne sahiplerdir. Dolayısıyla bu kesimler kapitalist sınıfa dahildir.
Hisse senetleri ise zannedildiği kadar işleri karıştıran bir durum değildir. İşçiye verilen veya kendisinin borsada satın aldığı hisseler, kendisine üretimin planlanması ve emek sürecinde hiçbir yetki vermeyecek kadar küçüktür. Bu küçük kağıt parçaları kendisine belki ileride bir tarihte o şirket değerlenirse ek gelir sağlayabilir. Dolayısıyla bir işçinin hukuki olarak hisse senedi sahibi olması fiili olarak ona o şirkette herhangi bir yetki vermez. Bu durumda o işçi hala işçidir. Gerçi durumla ilgili Belge de “bunların belirleyici olduğu düşünmüyorum” dese de bu gibi durumların bir değişim yarattığını belirtiyor. Oysa üretim araçları mülkiyetinde sınıfları belirleyen şey hukuki durum değil fiili durumdur.
Özdeş Özbay
(Sosyalist İşçi)