Karl Marx’ın doğumunun üzerinden 199, en büyük eseri Kapital’i yazmasının üzerinden 150 yıl geçmişken niye hâlâ marksizm üzerine toplantılar yapılıyor, ortalıkta kendilerini marksist olarak adlandıran insanlar var?
Marx’ın anlattıklarının artık dünyayı açıklamadığı son 150 yılda sık sık dile getirildi. Burjuvazi, Marx’tan ve onun yazdıklarından daha başından itibaren nefret ediyordu fakat kapitalizmin krizlere mahkûm olduğu ortaya çıkınca “Marx’ın o kadar da haksız olmadığını” anlatanlar da çıktı. Bu, günümüzde de böyle. Neoliberalizmin 2008 yılında girdiği krizin ardından burjuva yayın organlarını dolduran “Marx’ın dönüşü” yazılarını hatırlayalım. Ancak burjuva yayınların anlattığı Marx, sadece kapitalizmin krizlerini gören bir iktisat teorisyenine indirgenmiş bir Marx’tır. Bu yayınlara göre içinde yaşadığımız dünyanın kapitalizm ile yönetilmesi, üretim araçlarının patronların yani toplumdaki bir azınlığın elinde bulunması, toplumun büyük çoğunluğunun ise yaşamak için bu insanlara emek güçlerini satmak zorunda kalması normaldir. Dolayısıyla bizlere anlattıkları Marx, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, bir işçi sınıfı devrimi ile ortadan kaldırılmasını savunan devrimci Marx değil, kapitalizmi düzeltmek için kendisinden faydalanılabilecek gerçekte hiç var olmamış bir Marx’tır. Yine de görünen o ki, burjuvazi bile Marksizm’in 21. yüzyılda hâlâ önemli bir figür olduğunun farkındadır. Ancak gerçek Marksizm, sadece bir iktisat teorisi değildir. Marx’ın geride bıraktığı miras dünyayı anlamak için bir yöntem ve değiştirmek için bir eylem kılavuzudur.
Teori ve pratiğin birliği
Marx’ın öne sürdüğü yöntem o güne kadarki dünyayı algılama biçimlerinin dışında, yepyeni bir yöntemdi. Marx, hukuk ve felsefe okuduğu yıllarda başta Hegel olmak üzere Alman idealist felsefesinden, daha sonra Fransız materyalizminden ve İngiliz ekonomi politiğinden etkilenmişti. Ancak bunları yan yana getirme biçimi o günün bütün hâkim anlayışlarından ve beslendiği bu akımlardan farklıydı. Yönteminin temel adımını “var olan her şeyin acımasız eleştirisi” üzerine kuran Marx, dönemin kitleleri pasif konumlandıran ve sömürüyü doğal gösteren düşüncelerine karşı görünenin ardına bakmaya çalıştı ve toplumda zenginliği üretenin aslında sömürülmekte olan işçiler olduğunu gördü ve bu sömürüyü ortadan kaldırarak, dünyayı değiştirecek olanın da işçi sınıfı olduğunu ortaya koydu. Değer, emek gibi kavramlar üzerinde daha önceden David Ricardo, Adam Smith gibi burjuva ekonomi politikçileri durmuşlardı. Marx’ın ekonomik olarak ortaya koyduğu en özgün düşünce ise her bir metada içerilmiş olan değerin, o metanın üretiminde harcanan emek miktarı ile belirlendiğiydi. Patronların, kâr elde edebilmesinin sebebi işçilerin günün belli bir kısmını kendi emeklerinin karşılığı olan ücret için çalışarak geçirirken, geri kalan zamanı metaya yüklenen bu değeri üretmek için harcamasıydı. Sömürü, patronun el koyduğu bu artı değerde cisimleşiyordu ve kapitalist toplumun temel işleyiş prensibi bu sömürüye dayanıyordu.
Ancak Marx, bu fikre kafasındaki birtakım ideal tasarımlarla varmadı, Silezyalı dokuma işçilerinin direnişi başta olmak üzere işçi sınıfının mücadelesini gördü ve bundan sonra teorisinin ve pratiğinin merkezine işçi sınıfını koydu. Aslında Marx’ın işçilerin mücadelesinden öğrenmesi, Marx’ın yönteminin en çarpıcı yönünü oluşturuyordu. Marksizm için teori ve pratik birbirinden ayrılabilir değildi. Marx’ta kapitalizmin analizi aynı zamanda kapitalizmi yıkmanın yollarını arayan bir pratiğe dönüşüyordu. Ünlü Kapital’inin ilk satırlarında işçi sınıfına söylediği gibi, anlatılan bizlerin hikâyesiydi.
Marx’a göre sömürü hiçbir zaman çelişkisiz bir süreç içinde yaşanmıyordu. İşçiler, daha az çalışmak dolayısıyla daha az sömürülmek, daha yüksek ücretler almak için mücadele ediyordu; kapitalistler ise hem daha fazla kâr etmek, hem de diğer kapitalistler ile rekabette öne geçebilmek için işçileri daha fazla çalıştırmak ve daha düşük ücretler ödemek için uğraşıyorlardı. Bu iki sınıf arasında uzlaşmaz bir çelişki vardı ve bu çelişki kapitalizmi sürekli olarak krize mahkûm kılıyordu.
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
Marx’ın anlattığı sömürü süreci, bugün hâlâ kapitalizmin temelini oluşturmaya devam ediyor. Elbette aradan geçen 150 yılda kapitalizm sömürüyü daha ustalıkla yapacak çeşitli mekanizmalar geliştirdi, henüz piyasalaşmamış alanları piyasaya açtı, bu alanlarda daha önceden işçi olmayan kitleleri de işçi sınıfına dâhil etti. Ancak gerek Türkiye’ye, gerek dünyaya baktığımızda artan otoriterizm ile işçi sınıfını daha fazla sömürme isteği arasındaki ilişkiyi görmek son derece mümkün. Henüz kısa bir süre önce Türkiye patronlarına seslenen Cumhurbaşkanı Erdoğan, OHAL’i grevleri engellemek için kullandıklarını söylüyordu. Marksizm, bizlere işçi sınıfının bu sömürüden birbirleriyle rekabet hâlindeki farklı burjuva güçlerinden medet umarak değil, kendi arasında birlik olmasıyla kurtulabileceğini anlatır. Şu veya bu burjuva güç ile işçi sınıfı arasındaki çelişki uzlaşmaz bir çelişkidir. Bundan tam 100 yıl önce Rusya’da Marksizm’i eylem rehberi edinen işçiler Ekim Devrimi’nde hem üretimi, hem de yönetimi ellerine alarak çelişkiyi yoksulların lehine nasıl çözeceklerini gösterdiler. Bugünün baskı ve sömürüsüne cevap vermenin yolu hâlâ Marksizm’den geçiyor.
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)