(Bu yazı, AltÜst dergisinin 22. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari/)
Osmanlı imparatorluğunun çöküşüne dair yaygın bir yanlış algı vardır. Millî tarihçiliğimizin ürettiği ilk ve orta eğitim tarih derslerinin zihinlerimize nakşettiği bu algıya göre, Kanuni Sultan Süleyman döneminde ulaştığı zirvenin ardından Osmanlı duraklama dönemine girmiş; uzun bir duraklama dönemini yine uzun bir gerileme ve çöküş dönemi izlemiştir. Bu algı yanıltıcı ve zihin bulandırıcıdır.
Birincisi, Osmanlı medeniyetinin en parlak döneminin “duraklama dönemi” gibi olumsuz bir adlandırmayla anılması bir haksızlıktan daha fazlasıdır: Bu bakış açısı fetih savaşlarını, yağma ve talanı, dili ve kültürüyle yabancı toplulukları egemenlik altına almayı en büyük millî haslet sayan bir zihniyeti kuran ve besleyen unsurlardan biridir.
İkincisi, Sanayi Devrimi'nin uzağında kalmış imparatorlukta modernleşme ve kapitalistleşme doğrultusunda atılan adımlar yine aynı militarist-emperyal zihniyetin ürünü “gerileme dönemi” adlandırmasıyla çizilen çerçevede önemsizleşmekte ve anlamsızlaşmaktadır. Oysa 19. yüzyılı içine alan, öncesine ve sonrasına uzanan iki yüzyıllık dönemde dünyayı (ve elbette Osmanlı imparatorluğunu) şekillendiren temel dinamik kapitalizmin yeni coğrafyalara yayılarak bir dünya sistemi haline gelmesidir.
Üçüncüsü, “duraklama” ve “gerileme” denince, bunları takip eden “çöküş” doğallaşmakta, yaşlanma ve hastalığın ardından gelen ölüm gibi kaçınılmazlaşmaktadır. Bu algı siyasî bir süreç olarak imparatorluğun çöküşünü anlamayı ve yorumlamayı gereksiz hale getirir.
Bu köreltici algı yüzünden çöküş sürecine dair bilgisizlik ve olgusal yanlışlar çok yaygın.
Alaturka tartışma adabı
Tarihin gölgesi bugünün üzerine bu kadar yoğun biçimde düşmeseydi, bu bilgizsizlik vahim olmayabilirdi.
Dışarıdan bir bakışla Türkiye’nin 100 yıl öncesine takılıp kalmış bir toplum olduğu izleniminine kapılmak mümkün. Arabaların arkasındaki popüler Osmanlı tuğraları veya KAtatürk imzaları, Osmanlı ocakları ve Atatürkçü Düşünce dernekleri, son padişahların, İttihatçıların, Sevres’in, Lausanne’ın ateşli güncel siyasî tartışma konuları haline gelmesi; bütün bunlara ve benzerlerine bakınca yakın geçmişin zihinlerde capcanlı olduğunu düşünebilirsiniz. Tabii ki aslında tartışılan geçmiş değil, bugün. Tartışılanlar, tartışma konusuna ışık tutmuyor, sadece şimdiki halimize dair bir fikir veriyor. Dünyanın her yerinde yakın tarihe ilişkin tartışmalar güncel siyasî tartışmalarla iç içe geçer. Ancak olgulara aldırışsızlık, olanı olmamış sayma, somut verileri göz ardı etme alaturka tartışma adabının ilkeleri olduğu için işler kolayca çığırından çıkabiliyor. Öne sürülen görüş ve iddialar bariz yanlışlar ve ideolojik çarpıtmalarla iç içe örülüyor; tartışmalar hızla hasım taraflar arasında ağız dalaşına dönüşüyor.
Oysa kördöğüşünü hatırlatan bu tartışmaların heyecanına kapılmadan hakiki bir anlama çabasıyla yakın geçmişe bakmak, dünü ve bugünü etkileyen toplumsal eğilimleri kavramak açısından çok öğretici olabilir.
Kahramanlar ve kötü adamlar
Sahi, Osmanlı neden yıkıldı?
Bu konuda birbirine zıt görünen, ama aslında aynı hikâyenin çeşitlemesi niteliği taşıyan iki anlatı var. Kahramanlar ve kötü adamlar iki anlatıda yer değiştiriyor, ama ikisi de çöküşü kötü yöneticilerin basiretsizliğine bağlıyor. Devleti büyük ve güçlü yapan erdemlerden uzaklaşan yöneticiler, zevk ve sefaya dalan padişahlar, kişisel hırsları yüzünden devleti batıran siyasetçiler, beceriksiz idareciler iki anlatıda da var.
Hikâyenin Cumhuriyetçi-Kemalist versiyonunda bilime, sanata, sanayiye önem vermeyen, Türk milletini ihmal eden çağdışı padişahlar, cahil yöneticiler, maceracı paşalar çöküşün sorumlusu olarak gösterilirken, bunların karşısına enkazdan mucizevi bir yeniden doğuş çıkaran “tek adam” Atatürk konur .
Muhafazakâr versiyonda ise İslamî değerlerden uzaklaşan padişahlar, batı hayranı devlet adamları, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları, İttihatçılar bütün kötülüklerin müsebbibi, Mustafa Kemal ise Osmanlı’nın tabutuna son çiviyi çakan kişidir. Olumlu figürler ise birkaç İslamcı aydın bir yana, esas olarak çöküşe karşı ellerinden geleni yapan son dönem padişahları, özellikle de batışı 33 yıl erteleyen Abdülhamid’dir.
Elbette iki anlatıda da bu ana kahramanlardan başka, Osmanlıyı yıkmak isteyen “yedi düvel” ve bu dış güçlerin ayartısına kapılan iç düşmanlar, Osmanlı halkları bulunur. Muhafazakâr hikâye (hiçbir zaman Hıristiyanlar olarak yekpare hareket etmemelerine, Elenler, Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler vs. olarak tarih sahnesine çıkmalarına rağmen) iç düşmanların “gayrımüslim” karakterini vurgular. Cumhuriyetçi hikâye de gayrımüslimlerin “işbirlikçiliğini” vurgulamakta diğerinden geri kalmaz. Ancak bunun yanı sıra “Osmanlı’yı sırtından hançerleyen Arapların hainliği” altı çizilerek belirtilir.
Temel eğitimdeki ve popüler milliyetçiliğin bu iki hikâyesindeki tek tek olgusal yanlışları, saçmalıkları ve tutarsızlıkları eleştirmek nispeten kolay. Buna karşılık güncel siyasî çekişmelerin beslediği Osmanlı hayranlığı / Osmanlı düşmanlığı ikilemini aşan yeni bir tarih anlatısı çerçevesine de ihtiyaç var. Batı'da ve Türkiye’de yakın dönemde yapılan Osmanlı tarihi çalışmalarında böyle bir yeni çerçevenin unsurları geliştiriliyor aslında. Ancak bu akademik çalışmalarla ortalama vatandaşın zihnindeki yakın tarih kavrayışı arasında derin bir uçurum var.
Millî devletlerin ortaya çıkışı
“Dönemin şartları” daha çok “ecdadın” bugün bizi mahçup eden eylemlerini mazur göstermek için kullanılan bir tabir olsa da tarihsel bir çerçeve oluşturmak için ele alınması gereken esas meseledir. On dokuzuncu yüzyılın sonuna ve yirminci yüzyılın başına rengini veren süreç, kapitalizmin yeni coğrafyaları içine alarak yayılması ve bir dünya sistemi haline gelmesidir. Sürecin daha görünür olan siyasî yanına ağırlık veren değerlendirmeler, bu yayılma sürecinin yarattığı kapitalist devletler arası rekabeti, kapitalizmin yeni girdiği alanlarda yol açtığı ekonomi dışı çelişkileri öne çıkaran “emperyalizm” kavramını şekillendirmiştir. Kapitalizmin doğduğu ülkelerden çıkıp küresel gelişmelerin ana belirleyeni haline gelmesi yeni bir tarihsel dönemi başlattığı için yeni bir kavramlaştırma gerçekten gerekliydi. Ama ortaya çıktığı sıralarda ne kadar uygun görülmüş olursa olsun, adlandırmanın ne kadar yerinde olduğu tartışmaya açıktır: Emperyalizm kelimesinin çağrıştırdığının tersine, bu dönem imparatorlukların dağıldığı, geleneksel emperyal devlet yönetimlerinin iflas ettiği, yeni küresel egemenlik biçimlerinin ortaya çıkıp yerleştiği bir dönemdir.
Kapitalizmin küreselleşmesi sürecinin bu aşamasının üç boyutundan söz edilebilir.
Kapitalist üretimin yayılması, yeni bölgelere girmesi, buralarda giderek hakim hale gelmesi, pazar için mal üretiminin, sanayileşmenin ve piyasa ilişkilerinin yaygınlaşması sürecin birinci boyutudur.
Sürecin ikinci boyutu ise milliyetçiliğin ve millî devletlerin ortaya çıkıp kural haline gelişidir. Kapitalizmin yayılmasıyla ulus-devletlerin ortaya çıkışı arasındaki bağ tarihsel olarak açık olmasına, araştırmacılar tarafından da böyle görülmesine karşılık bu bağın ne kadar esaslı ve güçlü olduğu görülmeyebilir. Bir mantıksal zorunluluk olmadığı için ilişkinin zorunlu olduğu ve hep böyle olacağı öne sürülemez. Ama ulus-devlet 19. ve 20. yüzyıl koşullarında kapitalizmin serpilip gelişmesi için uygun ölçek olduğunu tarihsel olarak ortaya koymuştur.
Belli bir coğrafyada kapitalizmin egemen hale gelmesi ve dünya sistemiyle kalıcı olarak eklemlenmesi her yerde ulusal pazarların oluşması aracılığıyla gerçekleşmiştir.
Sürecin üçüncü boyutu kültürel-sosyal bir dönüşümdür. Her bölgede farklı geleneklerden beslenerek farklı biçimler alsa da, ortak yönelimi saptamak zor değildir. Farklı ölçülerde, ama her yerde birey fikri öne çıktı, insan hak ve özgürlükleri, toplum hayatında ve yasa önünde eşitlik temel ilkeler haline geldi. Bilime ve ilerlemeye inancın yükselişi, sanatın yüceleştirilmesi genel bir sekülerleşmeye eşlik etti.“Modernlik” diye özetlenen bu yeni ilkeler, tutum ve davranışlar bu dönemde kapitalizmin küreselleşmesine paralel olarak bütün toplumlara sirayet etti.
Osmanlı’nın çöküşü işte “çağın ruhunu” belirleyen bu çerçevenin içinde gerçekleşti.
“Neden yıkıldı?”
Birinci Dünya Savaşı, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü açısından hem de kapitalizmin küreselleşmesi süreci açısından da bir dönüm noktasıdır.
Dünya Savaşı'nın sebeplerini ve sonuçlarını en genel hatlarıyla bir düşünelim. O günlerde üzerinde kıyamet koparılan gerekçeler -bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan veliahtını öldürmesi dışında- bugün haklı olarak savaşın “bahaneleri” olarak görülür. Yüzeydeki gerekçelerin altında devletlerin çıkar çatışması, küresel ve bölgesel düzeyde toprak, ekonomik ayrıcalık, siyasî nüfuz kazanma hırslarının bulunduğu saptanır. Savaşın dolaysız sebepleri kuşkusuz bunlardır. Ama bu sebeplerin de altında, daha derinde kapitalizmin yeni alanlara yayılma ve küresel bir sistem olma eğiliminin yattığı da söylenebilir. Dünya Savaşı ekonomik, siyasî ve sosyo-kültürel üç alanda da kapitalizmin küreselleşmesini ilerletmiş ve derinleştirmiştir.
Meselemiz Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü olduğu için siyasî boyuta odaklanalım.
“Neden yıkıldı?” sorusu karşısında “Dünya Savaşı'nda yenildi/yenilmiş sayıldı, o yüzden,” akla ilk olarak gelen cevaptır. Gurur okşayıcı ama zihin köreltici “Almanlar yenildiği için yenilmiş sayıldık” saçmalığını hemen bir kenara koyabiliriz. Ancak “Osmanlı savaşta yenildiği için yıkıldı” yeterince tatmin edici bir cevap mı? Daha önce bu çapta bir yenilgi yaşanmamış mıydı? Dünya savaşının bütün mağlupları benzer biçimde çöktü mü? Galip ya da mağlup diğer çok-uluslu imparatorlukların kaderi ne oldu?
Bu sorular üzerine biraz düşünmek, çöküşün arkasında daha derin bir sebep yattığını ortaya koyar. Dünya Savaşı yenilgisi Osmanlı için bir ilk değildi. Kırk yıl öncesinde, 93 harbinde o şiddette bir bozgun yaşanmış, İstanbul’a girmek üzere olan Rus ordusunu ancak İngilizlerin ültimatomu durdurmuştu. Osmanlı toprak kaybetmiş, ama yıkılmamıştı. Buna karşılık Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu çöktü; ama çöken yanlız kendisi olmadı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağıldı ve Habsburg hanedanı tarihe karıştı. İmparatorluğun yerini Avusturyalıların yaşadığı bölgede kurulan Avusturya Cumhuriyeti aldı. İmparatorluk topraklarının büyük bölümü üzerinde Macaristan, Çekoslovakya, Sloven, Hırvat ve Sırp devleti, yeni millî devletler kuruldu.
Ulusal birliğini yeni oluşturmuş Almanya sınır bölgelerinde halkoylaması ile belirlenen düzeltmeler dışında toprak bütünlüğünü korudu. Buna karşılık Alman İmparatorluğu yerini Weimar Cumhuriyeti'ne bıraktı.
Ekim Devrimi ile savaş bitmeden farklı bir yola giren Rusya’nın Avrupa’da çekildiği alanda Finlandiya, Estonya, Litvanya, Letonya ve Polonya kuruldu. “Halklar hapishanesi” Çarlık Rusyası'ndan devralınan geri kalan alanda ise “millî uyanış” Bolşevikler eliyle bir yandan körüklendi, bir yandan da denetim altına alındı. Çok sayıda cumhuriyet, özerk federe cumhuriyet, özerk bölge kuruldu ve karmaşık bir federal yapı halinde Moskova’ya bağlandı.
Savaşın galipleri Fransa ve Britanya İmparatorluğu’ydu. Savaşın ardından yeni topraklar ve nüfuz alanları elde ettiler. Ama sonraki dünya savaşından da muzaffer çıkmasına rağmen bu zaferleri izleyen süreç içinde üzerinde güneş batmayan imparatorluktan geriye sadece Britanya adaları ve eski sömürgelerle özel ilişkiler kaldı. Fransa ve sömürgeleri de benzer bir süreç yaşadı.
Millî hasletlerimiz
Bu özet çerçevesinde kazanan ve kaybedenlerin başına gelenlere bakarak savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, imparatorlukları dağıldığı, kapitalizmin gelişmesine uygun bir zemin sağlayan modern millî devletlerin kurulduğu bir derin sürecin hüküm sürdüğü söylenebilir. Dünya Savaşı, bu sürece dair hikâyede biten cümlelere noktanın konmasına, yeni paragraflar için satır başı yapılmasına vesile oldu sadece.
Osmanlı İmparatorluğu için de bu doğrultuda bir çıkarsama yapabiliriz: İmparatorluklar çağı sona erdiği için savaşın sonuçlarından bağımsız olarak her geçen gün Osmanlı imparatorluğunu çöküşe yaklaştırıyordu. Devlet-i Aliyye’yi kurtarmak için uğraşanların çabalarının boşa çıkması kaçınılmazdı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük, üç tarz-ı siyasetin hiçbiri imparatorluğu ayakta tutamazdı. Osmanlı İmparatorluğu ancak kapitalizmin önünü açarak, bunun gerektirdiği hukukî ve kültürel donanımı, sekülerleşmeyi, eşit vatandaşlığı geliştirerek, millî taleplere cevap vererek, yani dönüşerek kendini koruyabilirdi. Bu ise kendini inkâr etmek, imparatorluk olmaktan çıkmak demekti. Sözkonusu olan imparatorluğun dağılmasını önlemek değil, dağılma sürecini yönetmekti ve bir yüzyıl geçtikten sonra görebildiğimiz “büyük resmi”, dönemin sıcak siyasî tartışmaları içinde görebilecek kadar kavrayışlı kimsenin bulunmaması şaşırtıcı olmamalı.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın aslında olduğundan daha geri, güçsüz ve kötü durumda göstermek hem Kemalist, hem de muhafazakâr tarih yorumunda egemen olan bir yaklaşım. Gerekçeler farklı: Kemalist mitoloji “öncesi ve sonrası” resimlerindeki iyiye gidişi abartmak için perişanlık vurgusu yapıyor. Muhafazakâr yorum ise Çanakkale zaferinin, yedi düvele karşı millî mücadelenin Batı’dan gelen akılcılık ve teknoloji ile değil, millî hasletlerimiz ve iman kuvveti sayesinde gerçekleştiğini iddia edebilmek için bu yola başvuruyor.
Dünya savaşı arefesinde Osmanlı’nın ekonomik ve askerî güç açısından Avrupa devletlerinden daha zayıf olduğu doğrudur. Ancak ekonomik ve askerî tablo sanıldığı kadar karanlık değildir. Osmanlı’nın devletin bütün imkânlarını seferber ederek donattığı, Almanya ittifakı ile daha güçlenmiş etkili bir savaş aygıtı vardı. Kamu maliyesi açısından sorunlar yaşanmasına, savaş finansmanı zorlukları daha da artırmasına rağmen ekonomi de dört uzun yıl süren savaş boyunca çökmedi.
İttifak güçlerinin savaşın Osmanlı cephesini erken bitirmek amacıyla, büyük bir güçle saldırdığı Çanakkale Savaşı, Osmanlı’nın askerî gücü ve savaş kabiliyetinin azımsanmaması gerektiğini gösteren ilk örnek olarak anılabilir.
Çanakkale savunmasından daha fazla cana mal olan Kafkas cephesi, Sarıkamış felaketi dışında, pek zihinlerde yer tutmaz. Sarıkamış harekâtı İngilizlerin Çanakkale’de yaptığına benzer bir biçimde, hızla saldırarak savaşın kaderini erken çizme girişimiydi. Yine benzer bir hesap hatası içerdiği için başarısız oldu. Ama asıl vurgulanması gereken, bu cephede de savaşın iki taraf için de saldırı ve ricatlarla yıllarca sürmesi, Çarlık'tan daha dirençli olduğunu gösteren Osmanlı’nın savaşın sonunda cephe hattını başladığından daha ileri bir noktaya taşıyabilmiş olmasıdır.
Osmanlı’nın Arap vilayetlerindeki savaşlar da başlangıçta benzer bir seyir izledi. İngilizlerle Osmanlılar arasındaki savaş Filistin cephesinde Osmanlıların Süveyş kanalına, Irak cephesinde ise İngilizlerin Basra'ya saldırmasıyla başladı. On binlerce can kaybına neden olan savaş, sonucu belirleyici bir gelişme olmadan üç yıl boyunca sürdü. Ardından Anadolu sınırlarına kadar geri çekilmeyi gerektiren tam bir bozgunla sonuçlandı.
Osmanlı İmparatorluğu Dünya Savaşı sırasında hem o dönemin Avrupalı güçlerinin hem de Cumhuriyet tarihçilerinin düşündüğünden daha büyük bir direnç gösterdi. Bu sırada İngiltere askerî tarihinin en ağır yenilgilerinden biri olan Kut-ül Ammare kuşatması gibi millî gururu okşayacak başarılar da elde etti. Buna karşılık Dünya Savaşı, özellikle Filistin ve Irak cepheleri, bilgi, ilgi ve merak konusu değildir, miiliyetçi söylemde bu konuda bir boşluk vardır. Sanki savaşın ilk yılında Çanakkale’de şanlı bir direniş gösterdikten sonra anmaya değer hiçbir şey olmadan, sadece seferberlik sıkıntılarıyla dolu üç yıl geçmiş gibidir.
Bu durumun sebebi sadece bozgun ve yenilgi olamaz. O ölçüde travmatik bozgunlara ve kitlesel göçler gibi toplumsal sonuçlara yol açan 93 Harbi veya Balkan Savaşları için böyle bir boşluktan söz edilemez. Bu yenilgiler mazlumluk, mağduriyet gibi etiketlerle kodlanarak ve millî düşmanlar yaratma işlevleriyle kolektif hafızada ve millî bilinçte yerlerini almıştır.
Cihad ilanı
Dünya Savaşı yenilgisi, Osmanlı’nın çöküşüne yol açan asıl zaafa ilişkin ipuçları veriyor: Vatandaşlarına ve halklarına, tarihin akışıyla uyumlu olduğu için ikna edici bir gelecek vaad edememek, bu vaad ile uyumlu toplumsal, siyasî, hukukî bir çerçeve sunamamak.
Türk milliyetçiliği, ekonomik kalkınma, kapitalist Batı’ya eklemlenme ile sarılıp sarmalansa da bu zaaf hâlâ ortadan kaldırılmış değil. Dünya savaşı yenilgisine dair zihinlerdeki boşluğun sebebinin bu olduğunu düşünüyorum.
Bu açıdan bakınca Çamakkale’de püskürtülen müttefik askerlerinin birkaç sene sonra İstanbul sokaklarında devriye gezmesine yol açan süreci farklı bir gözle görmek mümkün.
Savaş her zaman askerî çatışmaların yanı sıra propaganda savaşıdır. İttifak devletleri de, Osmanlı da Dünya Savaşı’nın gerektirdiği biçimde karşı tarafta karışıklık yaratmak için en güçlü propaganda silahlarını kullandılar.
Osmanlı’nın silahı din idi. Dinin cihanşümul olma niteliği, imparatorluğun milletler ve halklar üstü merkezî siyasetine denk düşüyor, ayrıca devletin dinî kavram ve kurumları kendi amaçları doğrultusunda kullanma konusunda bir geleneği bulunuyordu.
Osmanlı daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı: Bütün Müslümanların (açıkçe belirtilmese de Almanya ve Avusturya’nın yanında,) İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı savaşmasının farz olduğunu söyleyen bir fetva ile cihad ilan etti. Dinî inançlar elbette insanları seferber edici bir etkiye sahiptir. Ancak Osmanlı’nın cihad ilanı imparatorluk içinde bir seferberlik ruhu yaratmaktan ziyade, Fransa’nın Kuzey Afrikalı, İngiltere’nin Hindistanlı Müslüman askerlerini ve cephe gerisini hedef alıyordu.
Müttefikler de Osmanlı’nın zayıf karnı olan Ermenilerin, Kürtlerin ve Arapların millî bağımsızlık özlemleri üzerinden bir oyun kurma çabası içine girdi.
Bu propaganda savaşını Müttefikler kazandı. Cephede ve cephe gerisinde cihad ilanının etkisi ihmal edilecek düzeyde kaldı ve müttefiklerin ilk baştaki endişelerinin tamamen yersiz olduğu ortaya çıktı. Buna karşılık savaşın başında Cemal Paşa’nın sürgün ve idamlarla söndüremediği milliyetçilik ateşi, İngilizlerin körüklemesiyle yangına dönüştü. Osmanlı ordusunu önüne katıp kovalayanlar arasında Osmanlı vatandaşları da vardı. Şam’a ve Halep’e Arap isyancılar İngiliz ordusundan önce girdiler.
Yirminci yüzyılın başlarında Ortadoğu’da din ve milliyetçilik arasındaki kapışmanın galibi milliyetçilik oldu.
İmparatorluğun egemen ulusuna ait Türk milliyetçiliği ile lekelenmiş bir İslamî propaganda, imparatorluk halklarının bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme haklarına seslenen bir milliyetçilik karşısında etkisiz kaldı.
Modern çağın çağrısına uyan Müslüman dünyada, Hindistan’da İngilizlere, Endonezya’da Hollandalılara, Magrib’de Fransızlara karşı direnerek gerçekleşen ulusal uyanış, Ortadoğu Arapları arasında İslam halifesinin ordularıyla savaşarak gelişti.
Ermeni tehciri ile kendi vatandaşlarının bir bölümünü yok ederek yönetim ehliyetinin ahlakî temelini yitirmiş Osmanlı devletinin, Rumeli’de yapamadığını Arap vilayetlerinde yapma, imparatorluğun tasfiyesi sürecini zamana yayıp yönetme becerisi de kalmamıştı. Dünya Savaşı, Osmanlı imparatorluğu'nun Hıristiyan halklarına hayat hakkı vermediğini, Müslüman halklarına bir gelecek vaad etmediğini, bu yüzden bir geleceği olmadığını gözler önüne serdi.
Osmanlı bu yüzden çöktü. Bu çöküşte hem bir tür yenilenmiş Osmanlıcılığı ihya etmek isteyen ve ulus-devlet güdümlü bir İslamcılığı bu amaçla kullanmayı düşünenler için, hem de eski Osmanlı coğrafyasını birleşik bir bir devrimci mücadele alanı olarak görenler için çıkarılacak çok ders var.
Cemal Yardımcı