Kalahari'den Paris'e... Sinan Özbek bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak komünün tarihini anlatıyor.
İki milyon yılı aşkın bir süre boyunca Homo ailesi ve tabii ki modern insanın atası toplayıcılık-avcılık yapıyor. İnsanın tarım yapmaya başlaması yaklaşık 10 bin yıl öncesine gidiyor. Türkiye’nin güneydoğusunun bir kesimini de içine alan “bereketli hilal” tarımın ilk başladığı yer. İnsanın çok uzun süre toplayıcı ve avcı kalması, yine insanın psişik yapısını ve toplumsal etkinliğini biçimlendiren evrim güçlerinin toplayıcı ve avcı yaşam tarzında saklı olduğunu savunmayı anlamlı hale getiriyor. Homo sapiens sapiens 150-200 bin yaşında. Modern insanın ataları olarak kabul edilen fosil buluntuları, 40 bin yıl önceye tarihleniyor. Kuşkusuz insanı anlamak için tarıma geçişten önceki, toplayıcılık-avcılıkla geçen uzun süreyi çok iyi çözümlemek, kavramak gerekiyor.
Richard Leakey ve Roger Lewin iki yabanıl topluğu anlatıyor. Bunları görüşlerimi açıklayabilmek için kısmen burada aktarıyorum. İlk topluluk !Kung Sun. !Kung Sunlar Afrika’da Kalahari Çölü’nün kuzey ucunda Dobe diye adlandırılan bölgenin tepelerinde ve doğanın sunduklarıyla yaşıyorlar. Antropologlar 10 bin, belki de 50 bin yıldır burada yaşadıklarını söylüyor. !Kung Sunlara “Nazik insanlar” yakıştırması uygun görülmüş. !Kung Sunlar avlanıyor ve kabuklu yemişler ve kök sebzeleri toplayarak yaşıyorlar. Hiçbir şey yetiştirmiyorlar. Toplayıcı-avcı toplulukların hemen hepsinin görece açık sosyal gruplarda yaşadığı biliniyor. Komşu gruplar bitişik toprakları ortak kullanıyor. Bu, Afrika’da da böyle, Kutuplarda da.
Gruplar içinde ve arasında insanları birbirine bağlantılı tutan şey akrabalık. “Bütün sistemin düzgün biçimde yürümesini sağlayan hâkim davranış biçimi de bölüşme ve işbirliği”. Suyun bolluğu ya da kıtlığı !Kungların yaşamını belirliyor. Haziran ve eylül ayları arasındaki kuraklık döneminde Dobe bölgesinde sekiz su kuyusunun çevresinde büyük kamplarda toplanıyorlar. Diğer zamanlarda 25 kişilik gruplar sırayla vahalarda birkaç hafta süren kamplar kuruyor. Toplayıcı-avcılar, sanıldığı gibi açlığın etkisiyle bir yerden bir yere sürüklenmiyor, taze yiyecek kaynaklarından yararlanmak için yer değiştiriyor. Erkekler avlanırken kadınlar kök sebzeler ve kabuklu yemişler topluyor. Yetişkinler haftada ortalama 12-19 saat çalışıyor. Kadınlar 15, erkekler 20 yaşında yetişkin sayılıyor ve 60 yaşına gelenler artık çalışmıyor. Yaşlılara ömürlerinin sonuna kadar bakılıyor ve büyük saygı görüyorlar. Besinin büyük kısmı bitkilerden oluşuyor. Et, toplam besinin yüzde 20 ile yüzde 45’ini oluşturuyor; beslenmedeki ortalaması yüzde 35. Et, toplumsal ilişkide merkezî bir yere sahip. Avcı eti dağıtırken 25 kişilik grubun hepsine eşit bölüştürmüyor, akrabaları ve sorumluluk duyduklarına büyük parçalar veriyor. Ama bu parçaları alanlar da kendi akrabalarına ve sorumluluk duyduklarına pay veriyor. Böylece et, akrabalık ve yükümlülük bağlantısıyla dalga dalga dağıtılmış oluyor.
İşbirliği, insan tabiatında çok temel bir güdü
Leakey ve Lewin’e göre insanlık tarihinde insanın atasının yaşam biçimi, kan dökme değil toplayıcılık ve avcılık. Toplayıcı-avcı topluluklarda tasarruf ve geleceğe yatırım yok. Bunun nedeni yaşam tarzlarına duydukları büyük güven. “Toplayıcı-avcılar çevrenin kendilerini geçindirme kapasitesine ve kendilerinin geçimlerini çevreden sağlama yeteneklerine güven duymaktadır. Çoğu toplayıcı-avcı için yaşam; iş, boş zaman ve toplumsal ilişkinin ritmik bir sürekliliğidir”. Toplayıcı-avcıların çevrenin kendilerine sunduğunun daha altında bir geçim düzeyini sürdürmeleri iktisatçıları şaşırtıyor. Kaynakların bu düşük kapasiteyle kullanılması, şansı fazla zorlamak istememekten kaynaklanıyor. Doğanın verdiklerini tamamen tüketirlerse, verimsiz yıllarda kıtlık ve yokluk ortaya çıkacağını düşünüyorlar. İlginç olan toplayıcı-avcı yaşam biçiminin kendisi için bir güvenlik marjı, gelebilecek zor yıllar için doğal bir tampon oluşturmuş olması. Toplayıcı-avcıların çevrelerini aşırı zorlamaktan kaçınmalarıyla sıkıca bağlantılanan bir boyut da kadının doğum sıklığı. !Kunglarda kadınlar dört yılda bir doğum yapıyor. Bu dört yılık aralık, bir kadının doğurganlık süresince dört ya da beş çocuk dünyaya getirmesini sağlıyor. Çocukların ancak yarısı yaşıyor ve bu durum da nüfusun az artışla korunmasını garantiliyor. Doğum için dört yılın yerleşmesini sağlayan asıl etki ise bir önceki çocuğun yetiştirilmesiyle bağlantılı. Bebekler en az iki buçuk yıl emziriliyor. !Kung kadınlar toplarken bebeklerini de yanlarında taşıyor ve yılda 4,5-5 bin km yürüyor. Bu yürüyüş sırasında birden çok çocuk taşımaları akıllıca değil. Kısa aralıklı doğumlarda kaldırılması gereken yük çok ağır oluyor. Dört yıllık aralıklarda ise iş yükü oldukça düşüyor. Asgari nüfus artışı böylece sağlanıyor.
!Kung kampı, çevrenin gerekli kıldığı dağılımın gerçekleşmesi için bir toplumsal sözleşme gibi ele alınıyor. İnsanlar birbirine çok yakın, samimi bir temas halinde yaşıyor, çalışıyor ve eğleniyor. Aileler yağmur mevsiminde küçük barınaklar kuruyor ve bunlar daire şeklinde yerleştiriliyor. Ortadaki boşluk dans edilen ve etin paylaşıldığı alan olarak kullanılıyor. Aileler ocak başında toplanıyor, yemek yapıp yiyor. Ayrı yaşam ve çalışma bölgeleri yok. Zehirli ok imal etme faaliyeti gibi işler de bir ocak başında toplanarak yapılıyor. Bu toplumlarda uzmanlar yok.
İnsan toplumunun gelişmesinde işbirliğinin asıl odak noktası karma ekonominin işletilmesidir. İnsanlar arasında sorumlulukların paylaşılması ve bireylerin yaşamak için diğerlerine bağımlı olması, aynı amaç için çalışma ve yaşama güdüsünü temel bir evrimsel zorunluluk haline getirmiştir. “Toplayıcı-avcılar için, sıkı işbirliği yapmadan, mevcut kaynakları başarılı biçimde kullanmak mümkün olmazdı. İşbirliği, insan tabiatında çok temel bir güdü oluşturmaktadır”. İşbirliğinin insan toplumunda çok özsel bir işleve sahip olması sadece 25 kişilik topluluklar için geçerli değil. Bu küçük gruplar, diğer primatlarda olmayan bir şekilde daha geniş topluluklarla bağlantılı. Bu örgütlenme ise kabiledir. Bu lehçe kabilesi diye adlandırılan topluluklarda da üye sayısı 500’dür. Böylece toplayıcı-avcı grupları için üç özel sayı ortaya çıkar. Dört yıllık doğum aralıkları, 25 kişilik gruplar ve 500 kişiden oluşan kabile. Her biri kendine has özellikler taşımakla diğerinden ayrılan bu kabilelerin neden 500 kişiden oluştuğu şüphesiz sorulmalıdır. Bu, sadece! Kunglara özgü bir durum değil, dünyanın her yerindeki kabileler için ufak sapmalarla aynı olan bir durumdur. Antropologlar bunu, 500 kişilik topluluklarda eş bulmanın mümkün olabilmesiyle açıklıyor,
Leakey ve Lewin’in anlattıklarından toplayıcı-avcı insanların tam bir işbirliği içinde yaşadığını öne çıkararak düşünmeye çalışmak yadırganmamalı. Antropologlar çok iddialı bir tarzda işbirliğinin insan doğasında temel bir içgüdü olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyor.
Şimdi yukarıda işaret ettiğim ikinci yabanıl grubu kısaca aktarıyorum. Bunlar Güney Venezuela ve Kuzey Brezilya arasındaki ormanlarda yaşayan Yanomamiler. Yanomamiler toplayıcı-avcı olmanın yanı sıra toprağı da işliyorlar. Avda pek başarılı değiller, ormandan mantar, kökler, kabuklu yemişler ve meyveler topluyorlar. Ama asıl besinlerini kendi sebze bahçelerinden sağlıyorlar. Bu insanların temel özelliklerinden biri saldırganlık. Sıklıkla dövüşen Yanomamiler, müttefik sağlayabilmek için kadınlarını başka köylerden iyi dövüşebilecek erkelerle evlendiriyor. Yine Yanomamiler ihtiyaç olmadığı halde başka gruplarla ticaret yapmayı, müttefik bulmanın bir yöntemi olarak kullanıyor. Yanomamilerin saldırganlığı o kadar boyutlu ki onlara “vahşi insanlar” adı uygun görülüyor.
Şimdi soru şu: Neden bir yabanıl grup barışçıyken diğeri son derece saldırgan? Cevap çok yalın: Yanomamilerin saldırganlığının nedeni, korumak zorunda oldukları ürünler. Yani toprağı işlemeye başlamak, oradan alınacak ürünü koruyacak şiddeti de geliştirmeyi getiriyor.
Paylaşım
Leakey ve Lewin avcılık ya da toplayıcılık olgusunun birinin öne çıkarılmasına karşı çıkıyor; eti sağlayanlarla bitkisel yiyeceği sağlayanlar arasında bir ekonomik ittifak olduğunu savunuyorlar. “Bu ekonominin kalbi, iki farklı türdeki yiyeceğin bölüşülmesidir. İlk karma ekonomidir bu.” Bunun nasıl ortaya çıktığı sorusu da insanın atasının beslenme tarzıyla ilgili: İnsan diğer canlılardan farklı olarak besinini taşıdığı bir kamp yerinde birlikte yiyor. Bu durumdan hareketle Leakey ve Lewin insanın atasının milyonca yıldır yemeğini paylaştığa inanıyor. Eğer böyleyse insanı insan yapan ne avcılık ne de toplayıcılıktır, bilakis paylaşmadır. İlkel bir kabın, torbanın icadıyla da hominidlerin geçim ekonomisi, yiyecek paylaşım ekonomisine dönüşüyor. Kamp, toplumsal yaşamın ve toplayıcı avcı ekonominin merkezi oluyor. Burada ilginç olan hiçbir hayvanın yiyeceğini hominidler gibi paylaşmamasıdır. Bu, yiyecek bölüşme ekonomisine dayalı toplumsal yaşamdır. Yiyecek bölüşme ekonomisinin gelişmesi karşılıklı fedakârlığın da ortaya çıkmasını getiriyor. Bugüne kadar varlıklarını koruyabilmiş toplayıcı-avcı insanların en çok öfkelendikleri şey küçük dahi olsa adaletsizliktir. Onlarda adaletsiz olduğuna yönelik küçük bir ima bile ağır utanç duygusu yaratıyor. Özetle tez şöyle: Toplayıcılık-avcılık ekonomisi bir heybe icat edilmesiyle başlıyor. Bunu paylaşma ve fedakârlık duygusu takip ediyor ve bu da boş zamanın ve ilk bolluk toplumunun ortaya çıkmasını sağlıyor.
Bronislaw Malinowski de toplumsal örgütlenmelerde karşılıklılık ilkesini anlatırken, bunun gelişi güzel değiş tokuş ilişkisi olmadığını söylüyor. Ekonomik düzenin gerektirdiği bütün etkinliklerde yerlilerin toplumsal davranışının çok iyi düşünülmüş bir elbirliğine dayandığını tespit ediyor.
Rekabet
Yaklaşık 12 bin yıl önce tarıma geçilmesi, insanın ilk günden itibaren sürdürdüğü toplayıcı-avcı özelliğini de yavaş yavaş terk etmesini getiriyor. Bu dayanışmacı, paylaşımcı yaşam biçiminin yerini rekabetin ve her türlü eşit olmayışın yer aldığı toplum yapıları alıyor. Bu son dönemi Hobbescu “herkesin herkese karşı savaşı” ve bu dönemin insanı da Kantçı “hiçbir düzgün şeyin yontulamayacağı eğri odun” benzetmesiyle anlatılırsa çok itiraz edilecek bir şey olmaz. Çünkü insanlık tarihinin bu 12 bin yıllık dönemi her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisi altında geçmiştir. Ama unutulmaması gereken, bu sürenin çok kısa bir süre olmasıdır. İki milyon yıl öncesinden beri homo türü dayanışmacı bir toplumsal yapı içinde yaşamıştır. Homo sapiens sapiens 150-200 bin yaşındadır. 12 bin yıl bu sürenin 15’te biri dahi değildir.
Ve komün
Toplumun örgütlenmesinde paylaşım ekseninin kaybedilmesi, ekilen ürünü korumadan başlayıp kâr amaçlı üretim, pazar için meta üretimine kadar bir yol izlemiştir. Bu süreç aynı zamanda insanın bir metaya indirgenmesinin tarihidir. Bu 12 bin yıllık tarihte üretim ilişkilerini o binlerce yıl öncenin dayanışmacı yapısına çeviren birkaç tecrübe yaşamıştır insanlık. Bunlardan ilki Paris Komünü’dür.
Komün’ün ilk kararlarından biri adalet ve öğretim dahil bütün idare mekanizmasında çalışanların seçimle işe başlamasıdır. Bunu takiben idarecilerin maaşları, işçi maaşlarıyla aynı düzeye gelecek şekilde donduruluyor. Bir kişinin iki işte birlikte çalışması yasaklanıyor. Bunu siyasî ve meslekî yeminlerin kaldırılması izliyor. Gayrimeşru çocuklar tanınıyor. Din ve devlet işleri ayrılıyor, din işleri için ayrılan bütçe kaldırılıyor, tarikat mallarına el konuyor. Hemen ardından okullarda dinî eğitime son veriliyor. Basın özgürlüğü sağlanıyor. Sıkıyönetime derhal son veriliyor. Genel af ilan ediliyor. Fırınlarda gece işi yasaklanıyor. Rehindeki mallar iade ediliyor. Varlin’in ifadesiyle aktarırsam, “aldığı insanları köle olarak geri veren düzenli ordu” da kaldırılıyor. Bourgin ve Adamov “Komün, kendi kendisinin bilincine mücadele içinde ulaşan ve kendisini kabul ettirmek için en büyük fedakârlığı, hayattan feragati kabul eden proleteryanın eseridir” diyor.
Komün’ün bütün görevlileri seçimle işbaşına geliyor ve geri çağrılabiliyor. Yüksek görevlilerin temsil ödenekleri kaldırılıyor. Marx, Fransa’da İç Savaşın Birinci Yazma Denemesi’nde devleti “uygar toplumun sırtına yapışmış bir asalak” olarak tanımlar ve bu parazit uygar toplumun ideal karşılığı olarak sunulagelmiştir. Yine aynı yerde Marx, “Bütün devrimlerin sonucu sadece bu öldürücü kâbusu kaldırıp atacağı yerde, devlet aygıtın daha da yetkinleştirmek oldu” diyor. İşte Komün tam anlamıyla bu kâbusun ortadan kaldırılmasını sağlıyor. Yani Marx’ın ifadesiyle “imparatorluğun doğrudan karşıtı komün” oluyor.
İşte bu tecrübe yeni bir toplum organizasyonunun önünü açıyor. Sovyetlerle yeniden denen bu örgütlenmeyi Gramsci şu sözlerle anlatıyor: “Üretim birimi, çalışma yeri temeline göre örgütlenmiş emekçi kitlenin gücüne dayanan konsey sistemi anlayışı, Rus proleteryasının tarihsel deneyimlerinden kaynaklanmaktadır”. Peki, konsey örgütlenmesini bu denli özel yapan nedir? Rekabetçi olmayan yeni bir toplum ücretlilerin etkinliği üzerinde yükselemez. Bu yapı, üreticilerin kendi etkinlikleri sonucu olan bir örgütlenmeyle ortaya çıkabilir. İşte Gramsci bu örgütlenmenin temel hücresi olarak fabrika konseyini görüyor. Konseyin toplumsal değeri vardır. Varoluş nedeni çalışma ve üretimdir. Yani varoluş nedeni sürekliliği olan bir olgudadır, ücrette değil. Bu, konseyin varoluş nedeninin sınıflara ayrılmışlıkta da bulmadığını gösterir. Gramsci, bu şekilde çözümlediği konsey örgütlenmesinde, yurttaş nosyonunun değerini yitireceğini, bunun yerini yoldaş nosyonunun alacağını söylüyor: “İyi ve yararlı biçimde üretmek için işbirliği içinde olmak dayanışmayı gerektirir, kardeşlik ve sevgi bağlarını çoğaltır. Herkesin varlığı vazgeçilmezdir (elzemdir), herkes mevzisinin başındadır ve herkesin de bir görevi ve bir mevkii vardır”.
Dayanışma bir toplumsal örgütlenmenin, toplumsal yapının ürünüdür. Toplumsal yapının insanın bu kadim özelliğine göre şekillenmediği yerde ancak yardımlaşan insanlar olabilir. Bu durum da yardıma muhtaç ve yardım edebilecek güçte insanların olması anlamına gelir. Böyle bir toplumsa, dayanışma çerçevesinde örgütlenmiş bir toplum olamaz. İnsanlar piyasa için üreten bir toplumda, amansız rekabet koşullarında başkasının insafına bırakılmış olur. Başkasının insafıyla sağlanmış bir koşulda yaşamanın kendisi zaten yeteri kadar onur kırıcıdır.
Sinan Özbek
(Altüst)