İçimizdeki devlet

10.08.2019 - 14:19

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 29. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari)

İnsan bireyinin “doğal” varoluş hali bir insan topluluğu içinde doğmak ve yaşamaktır. “Özne olma” ve bilinç gibi en temel ve bireye özgü olduğu düşünülebilecek kavramlar da, bu kavramların işaret ettiği deneyimleme halleri de toplumsal olarak kurulur ve kuşatılır. Dünyaya gelirken bir toplumun içine doğarız. Bir kimliğin yani bir dil’in, bir kültürün, bir ilişkiler ağının, bir kurallar dizisinin içinde var oluruz. 

İçine doğduğumuz toplum, barındığımız evdir. Dışarıda hayatta kalmak tüketici bir çaba gerektirirken, içinde rahatlık ve kolaylık içinde yaşadığımız ev. Bu rahatlığın bedeli ise ufkumuzu sınırlayan duvarlardır. Toplumsal şartların iki yönlü karakterini sorgularken barınak metaforu üzerinden devam edilebilir. Kurallar -barınağın duvarları gibi- hem dış dünyanın yok edici şartlarına karşı koruyucu, hem de hareket serbestimiz açısından engelleyicidir. Pencereler -dil gibi, ya da kültürün şekillendirdiği kavramlar gibi- dünyaya açılır ve manzarayı görüp çevremizde olan biteni anlamamızı mümkün kılar ama aynı zamanda bize belli bakış açıları dayatır. 

Ev metaforu yine de bir yerden sonra yetersiz kalır. Çünkü insan doğası gereği toplumsaldır. Toplum sadece bizi kuşatmakla kalmaz, içimize de sızar. Bizi kuşatan toplumdan söz ederken işe yarayan barınak benzetmesi, toplumun içimizde taşıdığımız boyutunu hesaba katamaz. Engelleyici ya da koruyucu olan duvarlardan başka bir de kişiyi kendisi yapan sütunlar ve kirişler vardır. Açıkça kısıtlayıcı, zorlayıcı olan kuralların yanı sıra kimliği oluşturan kurallar bulunur. Üstelik bunları ayırt etmek zordur. Ayırt edici çizgileri saptamak için zihinsel/eleştirel bir çaba zorunludur.

Dışımızdaki ve içimizdeki, oluş ve akış içinde toplumu anlama çabası tek bir hamleden fazlasını, sürekli bir eleştirel/yaratıcı düşünme sürecini gerektirir. Bu sürecin dışa dönük boyutu kimliği kuşatan toplumun eleştirisine yönelir. Şu ya da bu tür bir muhalifliğin damgasını taşır. Sürecin içe dönük boyutu ise kimlik kuran toplumsallığın eleştirisini hedefler. Aynı zamanda bir muhalefet eleştirisi olmak zorundadır. 

Kimliği kuşatan toplum eleştirisinden kaynaklanan muhaliflik, iktidar konumlarında da olabildiğince korunması gereken bir sorgulayıcılık noktasına kadar geri çekilebilir. Bu eleştiri, görünenin ötesine geçen ısrarıyla dünyayı ve toplumu daha iyi anlamayı sağlar. Neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu, neyin kolay, neyin zor olduğunu göstererek bilgi üretir. Böyle bir eleştiriye dayalı muhaliflik toplumdaki herkesle ilişkilenmeye, “makulde buluşmaya” ve“siyasîleşmeye” ve dünyayı daha yaşanır hale getirecek adımlar atmaya hazırdır. 

Kimlik kuran toplumsallığın eleştirisi ise toplum ile birlikte eleştirenin kimliğini, toplumsal konumunu da sorunlaştırmak durumundadır. Bu yüzden keskinliğinden kaybeder; bu sayede daha derin bir kavrayışa imkân sunar. İlkeler, hedefler, gündemler, siyasî adımlar oluşturma yeteneği sınırlıdır. Buna karşılık hayal gücünü serbestleştirmek, ufku genişletmek, başka bir dünya fikrini zihne düşürmek gibi meziyetleri vardır. Böyle bir eleştiriye dayalı muhaliflik, tanım gereği iktidar ve muhalefet konumlarını ortadan kaldırmayı hedefleyecek kadar ileri gitmek zorundadır.

Çit, tasma ve hükmetme mekanizmaları 

Toplum üzerine konuşmak, devlet üzerine, tahakküm ilişkileri üzerine konuşmak demek. Son beş-on bin yıldan bu yana, bir kaç yüz kuşaktır böyle.

Devlet-öncesi insan topluluklarında, ortada “hüküm”, “hükmetme” yok iken tahakküm ilişkilerinden söz etmek pek yerinde olmaz. Yine de tahakküm denince akla gelen zora dayalı, kısıtlayıcı, kuralcı, baskılayıcı ilişkilerin kökeni çok daha eskiye dayanır. Güçlü-zayıf, kadın-erkek, çocuk-yetişkin, genç-yaşlı gibi biyolojik temele dayalı kategoriler üzerine kurulu kural ve ilişkiler daha fazla şiddet dolu, daha karşı konulmaz bir nitelikteydi muhtemelen. Ancak bu ilkel ilişkiler devletli toplumların tahakküm ilişkilerine kıyasla zihnin çok daha derinlerinde kodlanmış olduğu için daha farklı, doğa olaylarının kaçınılmazlığına yakın bir biçimde deneyimleniyordu: Ateşe değersen yanarsın; komşu kabilenin av alanında yakalanırsan mızrağı yersin. Kedi fare yakalar, sen avlanırsın, o yemiş toplar. Neden? Çünkü öyledir!

Tarihin bir aşamasında tarım toplumuna geçiş ile birlikte bu dolaysızlık son buldu. Toprakla uğraşan çiftçi Habil’in avcı/çoban Kabil’i öldürmesi tahakküm ilişkilerinin kökenine ilişkin bir imge olarak düşünülebilir. Bu imge daha eski bir anlatıda, yerleşikliğin, şehrin hükümdarı Gılgamış’ın ormanda hayvanlarla birlikte yaşayan vahşi Enkidu’nun bileğini bükmesiyle başlayan destanda da aranabilir. Burada cinayet yoktur, Enkidu Gılgamış’a boyun eğer ve arkadaşı olur. Ancak vahşi göçebenin yerleşik hayatta bir geleceği de yoktur, tanrılar öyle istediği için hastalanır ve ölür. 

Ölümsüzlüğü arayıp bulan, ama kaybeden, ardından surla çevrili şehrine dönen Gılgamış’ın sonu destanda biraz müphemdir. Gerçek hayatta ne olduğunu ise daha iyi biliyoruz. Tabletlere kazılıp yazılarak bugüne uzanan simgesel bir ölümsüzlük, şehir devletleri, sözlü ve yazılı yasalar, kurumsal din, ordular, savaşlar: Medeniyet.

Tarım toplumuna geçişten bu yana bir yüzü maddî-manevî zenginleşme, bir yüzü devlet olan medeniyetlerin içinde yaşıyoruz. 

Tarım toplumu medeniyetleri: hem tek bir medeniyetten söz etmeyi engelleyen büyük farklar, çağdan çağa, coğrafyadan coğrafyaya değişen muazzam bir çeşitlilik söz konusu, hem de böyle tek bir başlık altında toplanmayı mümkün kılan ortak ana çizgiler.

Nüfusun karnını doyuran ve medeniyetin maddî temelini oluşturan ana ürün, buğday ya da mısır, pirinç ya da darı, farklı farklıydı. Ama her yerde aynı biçimde, çitlerin, tarla sınırlarının arkasında ekilip biçiliyordu. Çitle çevirmek, doğanın bir parçasını özenle işlemek için işaretlemek demek değildi sadece. Uğruna savaşılacak, kan dökülecek bir sebep yaratmaktı aynı zamanda.

Aynı şekilde, tasma takılan, boyunduruğa vurulan, kapatılan ve dizginlenenler hayvanlar da çeşit çeşitti: köpek, koyun, keçi, inek, domuz, at, tavuk. Hayvanların evcilleştirilme düşüncesi ve uygulaması ise her yerde ortaktı buna karşılık. Dahası, hayvanların evcilleştirilmesi insanların kendilerinin de evcilleşmesi, bir eve, bir toprağa bağlanması demekti. Ölümüne korunması gereken, gerekiyorsa kendi kanını, tercihan başkalarının kanını döktükçe daha fazla senin olan bir toprak parçası, yani vatan.

Kuraklık, kıtlık yıllarında bir miktar zayiat vererek hayatta kalmak, arada bir gelen felaket dönemleri dışında göreli bir refah ve güvence altında çoğalarak hayatı sürdürmek tarım sayesinde mümkün oldu. Tarımsal üretimin sağladığı refah, doğanın işleyişi, varoluşun anlamı üzerine uzun uzun düşünmeyi, anıtlar, saraylar, tapınaklar inşa etmeyi, kelimeler, sesler, renkler ve başka malzemeler kullanarak yapılan bezemelerle hayatı süslemeyi de mümkün kıldı.

Medeniyetin bir yüzü, bin bir farklı biçimde kendisini gösteren böyle bir maddî-manevî zenginleşme iken, öbür yüzü zor ve şiddet, baskı ve tahakküm, iktidar ve devlet oldu. 

Beysiz toprak olmazdı. İktidarın fiili ve ilahî dayanakları çeşitlilik gösterse de her coğrafyada ve her düzeyde toplumsal işleyiş, hükmün sahipleri -hükümdarlar- ile boyun eğenler -tebaa- ayrımı ile düzenleniyordu.

Anlama ve anlamlandırma çabası türlü çeşitli meyveler veriyordu,  ama anlamın anahtarını elinde tutan ayrıcalıklılar, soylular ve ruhbanlar her yerde vardı. 

Ürün çeşitliydi, ama uğruna kan dökülecek sınırların varlığı evrenseldi.

Yapılmasına izin verilenler ve yasaklananlar bir ölçüde farklı olabilirdi elbette, ama suç ve ceza kavramları her yerdeydi.

Vergi, ordu, yargı, hükümdar, temsilcileri ve danışmanları her yerde, devlet her yerdeydi.

Sınır üreten devlet, sınır delen düşünce 

Yaklaşık on bin yıldır devletle yaşıyoruz. Bütün karmaşıklığıyla modern devlet, ana çizgileri itibarıyla hep aynı devlet. Sanayi devrimi ve kapitalizm kimi çizgileri derinleştirdi, kimi çizgileri silikleştirdi, ancak yeryüzünü eşi görülmedik bir hızla değiştirip dönüştüren son iki yüz yıllık süreç devletin esas niteliklerini büyük ölçüde dokunmadan bıraktı. Nükleer başlıklı füzelerin siluetinde mızrakları, bilgisayar başındaki banka memurunun hatlarında kil tabletine çizikler atan vergi tahsildarını, parlamentoların, devlet binalarının planında sarayların çizgilerini görmemek mümkün değil.

Piyasa kurallarının hükümdar fermanlarının yerini alması ilk bakışta bir rahatlama olarak düşünülebilir. Ama aynı zorlayıcı sınırların hükümdarın iradesinden değil varsayımsal bir ortak akıldan türetilmesi sonuçları açısından belki daha vahimdir. 

Aydınlanmanın, sanayi devriminin ve piyasa ekonomisinin, üçünün birden çocuğu olan bu ortak akıl, tanrının ve ilahî iradenin yerine doğayı ve doğa yasalarını koyarken, somut bir “biz” kavramını deforme eder; doğal (dolayısıyla “ilahî”) niteliklerle tahkim edilmiş bir “milletimiz” kavramı üretir. Sınırlar da doğallaştırılmış olur. 

Doğal; yani sabit ve değişmez, yani insanlık halinin kaçınılmaz parçası.

Ortak akıl baskıyı dolaylılaştırarak, şiddeti görünmezleştirerek ve tahakkümü doğallaştırarak rahatlama sağlar. Derine inen bir bakış açısı bu rahatlamayla yetinemez.

İlk bakışta görüneni “doğal, olması gerektiği gibi” şeklinde kodlayan da, derine inen bir bakış açısı arayan da insan zihnidir. Zihnin olağan tembelliğine kendini bırakmamak için ya Sokrates gibi daimon’una, içindeki cine, iç sesine kulak kesilmek, ya da Sokrates gibi “at sinekleri”tarafından dürtülmek, rahatsız edilmek gerekir. 

Böyle yapıp “düşününce”, sınırlar üreten ve sınırlarla var olan devlet doğal ve kaçınılmaz olma özelliğini yitirir. Derin tarih içinde bir tarihsellik kazanır. Öncesinde, on binlerce yıl boyunca devletsiz insan topluluklarının var olduğu görünür hale gelir.  Devlet-sonrası bir topluma dair özlemler ve imkânların bugünün dünyasında nasıl somutluk kazandığı çarpıcı biçimde ortaya çıkar.

Sınırları delen, derine inen düşünce siyasî, sosyal, felsefî-etik, farklı düzlemlerde kurulabilir. Elbette pratik siyaset de, saf etik de önemlidir, kimi anlarda “en önemli” de olabilirler. Ancak eleştirel düşüncenin en kolay yerleşebileceği konum, iki ucu da gören, ortalarda bir yerdir: Sınır delen düşünce için ideal çıkış noktaları, etik boyutu olan bir siyaset ya da uygulanabilirliği gözeten bir etiktir.

Muhalif düşünce

Eleştirel-yaratıcı düşünce ayırt edici, fark yaratan niteliğini dönüp kendi üzerine eğilerek kurar. Sınır delen, devlet dışı düşünce elbette mevcut sınırları zorlamak, devleti ve toplumu eleştirmek, muhalif olmak durumundadır. Ancak bununla yetinemez. Kendi kendisini, kendi sınırlarını, bulanıklık ve bulaşıklıklarını sorgulamak hakiki bir toplumsal eleştirinin olmazsa olmazıdır. Hem güncel politika, hem de yakın tarih bu özeleştirel boyut yitirildiğinde ortaya çıkan faciaya örneklerle dolu.

Aslında bu durum şaşırtıcı değil. Sınır delen düşünce de sınırların içinde doğar ve gelişir. İçinde geliştiği medeniyet dairesinin izlerini taşımaması mümkün değildir. Bu izler ise medeniyetin kültürel ve düşünsel zenginlikleri kadar tahakküm ilişkilerinin ve devletin damgasıdır.

Dahası muhalif düşünce bireysel bir çığlığın ötesine geçmek, gidişatı etkilemek, etkili olmak için içinden çıktığı toplumun diliyle konuşmak ve ona benzemek durumundadır. Muhalif düşünce bir anlamda devleti içinde taşır. Yere yıkmak istenen dev hasmın imgesi ve öfkeyi üstüne çeken nefret nesnesi olarak devlet muhalif düşüncenin içinde kendisine yer açar.

Yani hem doğum izleri yüzünden, hem karşı koyma ve alt etme çabasının sonuçları açısından, muhalif düşünce “düşmanına benzeme” tehlikesiyle sürekli karşı karşıyadır. “Düşmanına benzeme” bir tarihsel anda muhalif düşüncenin başına gelebilecek en kötü şeydir, mutlak yenilgidir. Daha vahimi, bu mutlak yenilgiyi yaşayanlar çoğu defa durumu kavrayamaz, kahramanlar ve hainlerin, iyi ve kötü karakterlerin karma karışık olduğu bir sahnede, trajedileri ve komedileri çoğaltarak sürüklenir dururlar. 

“Düşmanına benzeme” tehlikesi açısından tuzaklarla dolu pek çok alan var. Bunların başında “temsil” alanı bulunuyor. Modern öncesi dönemde mesaj taşıyan elçinin hükümdarı temsil etmesinden tamamen farklı bir durum söz konusu artık. Elçi somut bir gücü temsil eder, sözüne ağırlık kazandırmak için kullandığı hükümdarın kılıcının gölgesini kendi ensesinde de hissederken, modern temsil, temsil edilen kalabalıkların soyut bir kavramda birleştirilmesine ve bu soyutlama adına konuşmaya dayanır. 

Temsil yoluyla “temsil edilen” soyutlanmış, bir fikre indirgenmiş, canlı özünden uzaklaştırılmış ve güçsüzleştirilmiş olur. Soyutlanmış, simgeselleşmiş ve yoğunlaşmış güce ise temsil eden el koyar. Başkası adına konuşan, temsil ettiklerinin susturulmasına katkı yapmış olur. “Adına konuşmak”, başkasının sözünü çalmak, onları dilsiz bırakmaktır. Devletin millet adına konuşması durumunu başka bir düzeyde taklit etmek, devlete benzemektir. Muhalif düşüncenin mutlak yenilgisi demektir.

Mutlak yenilgi durumuna düşmekten sakınmak için ise, temsil ve “adına konuşma” mekanizmalarını mutlak olarak reddetmek gerekir. 

Bu elbette söylemesi yapmasından daha kolay olan şeylerdendir. Hiçbir şey yapmazsanız, başkalarını temsil iddiasıyla da bir şey yapmamış olursunuz. Hiç konuşmazsanız, başkaları adına da konuşmamış olursunuz. Ancak istenir olan bu değil tabii ki. Birlikte bir şey yapma, hayatı birlikte örgütleme, kendi sesini başkalarının sesine katarak bir armoni yaratma, bunlar da muhalif düşüncenin oluşturucu unsurları arasında.

Vurgulanması gereken esas nokta şu: Burada görmezden gelinemeyecek gerçek bir gerilim, üzerinden atlanamayacak hakiki bir mesele var. Etkili olmak ve saflığı korumak, koroya katılmak ve kendi şarkını söylemek, birlikte hareket etmenin yollarını aramak ve kendi yolunda yürümek, bu ve benzeri ikilemlere verilecek tek bir hazır yanıt, bir reçete yok. Dahası, bir kere sağlanması gereken, sonra mesele olmaktan çıkacak olan bir denge de söz konusu değil. Yapılması gereken, eleştirel düşünceyi hep keskin tutmak, her gün kendini yeniden sorgulamak, zihin ağacının katılaşan, çürümeye başlayan, devletleşen dallarını sürekli budamak -ve yeni bir fideyle en baştan başlamaya hazır olmak. 

Zor!

Ama içindeki devleti yıkmanın kolay olacağını kim söyledi ki...

​Cemal Yardımcı

(Bu yazı Ömer Faruk’un Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği adlı kitabının (Altıkırkbeş Yayınları, 2019) Sunuş bölümünden alınmıştır.)



Bültene kayıt ol