Dünyada otoriter yönetimlerin yükselmeye başlamasıyla birlikte hem Türkiye’de hem de dünyada en çok tartışılan mecralardan biri medya oldu.
Bir zamanlar liberal teoriler tarafından “dördüncü kuvvet” olarak konumlandırılan ve dünyanın daha demokratik bir yer hâline getireceği muştalanan medya birden karanlık senaryoların odağına oturtuldu. Özellikle Türkiye ve Rusya gibi medya üzerinde ağır baskılar bulunan ve otoriter yönetimlerin tüm medyayı kendi keyiflerine göre şekillendirmeye başladığı ülkelerde medya otoriterizmin temel sebeplerinden biri olarak görülmeye başlandı. Medya denilince aklımıza sadece televizyon, gazete, radyo gibi geleneksel medya araçları gelmesin, sosyal medya da önce aynı umut, sonra da umutsuzluk dalgasından payını aldı. Hatta sosyal medyanın gerek “özgürlük” gerekse “otoriterleşme” potansiyeli açısından hem akademik mecralarda, hem de politik çevrelerde geleneksel medyadan daha çok tartışma konusu olduğu söylenebilir. ABD Başkanı Donald Trump’ın Twitter’dan aklına geleni söylemesi, Brezilya’da yeni seçilen aşırı sağcı Jair Bolsonaro’nun WhatsApp’ı sahte haberler yaymakta kullanıyor olması gibi olaylar tartışmayı derinleştirdi. Ana akım düşüncede medya ve sosyal medya tasavvuru konusundaki özgürlük miti yıkılırken, yerini ‘hakikat-sonrası’ tartışmaları almaya başladı.
Bu tartışmaların pek çoğu “Nerede o eski medya?” sızlanmaları ile el ele gidiyor. Oysa diğer pek çok konuda olduğu gibi “eski güzel günlere” duyulan özlem ile durumu iyileştirmek mümkün değil çünkü ne “o eski günler”, ne “o eski medya” güzeldi. Üstelik bugünlere gelen yolu “o eski günlerin”, daha geniş bir ölçekte kapitalizmin, özelde ise neoliberalizmin açtığını söylemek mümkün.
Medya ve toplumsal ilişkiler
Medyanın, özelde ise gazeteciliğin geniş kitleleri hakikatle buluşturma dolayısıyla iktidarların keyfî davranışlarını engelleme yönünde halka bir kanal açtığı tezi çok eskidir. Liberalizmin basın ile ilgili iddiaları büyük oranda bu argümana yaslanır. Günümüzde hâlâ pek çok medya kuruluşunun etik ilkelerinde veya kendileri ile ilgili iddialarında karşımıza çıkan “tarafsızlık” sözü, tam da medya tarafından halka doğruların olduğu gibi sunulacağı iddiasını meşrulaştırmak için öne sürülmektedir ve günümüzde hâlen en açık şekilde dezenformasyon yapan medya kuruluşlarının bile öne sürmekten vazgeçemediği bir ilkedir. Oysa tarafsızlık iki sebepten mümkün değildir: Birincisi hiçbir metin veya anlatı tarafsız olamaz, kimlerin görüşlerinin öne çıktığı, toplumdaki elitlerin mi, ezilenlerin seslerinin mi anlatıya yansıdığı onun tarafsızlığını yok eder.
İkincisi kapitalist toplumda medya bir endüstridir ve kapitalizmin her şeyi metalaştırma eğiliminin bir parçası olarak temelde reklamlara dayanır. Yani medya kuruluşları, özgürlüğün yayıcıları değil kapitalist işletmelerdir.
Kuşkusuz, kitle iletişim araçlarının ortaya çıkışı ile politik katılım arasında bir ilişki vardır. Medya araçları zaman zaman Sıradan insanların olan biteni öğrenmeye hakları vardır, bilgi akışının olmadığı yerde demokrasinin alanı daralır. Gerek Türkiye’de gerek dünyada pek çok farklı fikir özellikle gazeteler aracılığıyla kendini duyurmuş, örgütlenme şansı bulmuş ve zaman zaman kitlesel mobilizasyonlar yaratabilmiştir. Ancak bu, medyanın bir “Dördüncü Güç” olduğu anlamına gelmez.
Ana akım medya, kapitalist çıkarlarla iç içe geçmiştir. Bu sebeple devletin baskısına sadece ‘açık’ değildir, aynı zamanda kendisini genellikle işlemekte olan düzenin sürmesinin sigortalarından biri olarak konumlandırır. Dolayısıyla bir tür hegemonik aygıt işlevi görür. “Bağımsız” görünmesi sebebiyle kendini devletten ayrı konumlandırır ancak egemen fikirlerin toplumun geniş kesimlerine nüfuz etmesinde aile veya okul gibi önemli bir rol üstlenir.
Neoliberalizm ve medya
1980’li yıllardan itibaren yükselmeye başlayan neoliberalizm, çok seslilik iddiasına rağmen medyanın tek sesli hâle gelme eğilimini güçlendirmiştir. Neoliberalizmle beraber medya mülkiyetinde radikal değişiklikler meydana gelmiş, o güne kadar devlet ve sermayeden görece özerk olabilen yapı yok edilmiştir. Medya, salt medya sermayesinin değil imalat, inşaat, petrol gibi sektörlerde faal olan büyük sermayedarların kontrolüne açılmıştır. Bir yandan da medya çalışanlarının örgütlülükleri büyük oranda dağıtılarak medyanın bütünü sermaye ve devletin baskısına daha açık hâle getirilmiştir.
Dolayısıyla bugün Trump’ın, Erdoğan’ın veya bir başka otoriter liderin medya üzerinde kurduğu kontrolün yolunu açanlardan biri de neoliberalizmdi. Bugün hakikat-sonrası bir dönemde yaşadığımızı öne süren argümanların bir çoğu geçmiş dönem medyasını aklıyor. Oysa pek çok savaşta, savaş propagandası yapmak adına hiçbir gerçeğe yaslanmayan haberler yapan ‘otoriterizm öncesi’ medyaydı.
Kuşkusuz bütün bunlar, bugün otoriterizme karşı basın özgürlüğü için verilecek mücadelenin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Bugün çoğu gerçek olmayan liberal ilkelere dayanan bir medyanın varlığı bile mumla aranır durumda ancak daha özgür bir medya yaratmanın yolu “mumla aramaktan” değil medya denilen toplumsal fenomeni sistemle ilişki içinde düşünmek ve bu ilişkiyi değiştirmeye çalışmaktan geçiyor.
Otoriterizm yükseldikçe insanların medyanın her dediğine inandığı yönündeki umutsuz mit de güç kazanıyor. Evet medya güçlü ancak ne toplum medyanın kendilerine verdiğini hap gibi yutan alıklardan oluşuyor, ne de medya denilen yapı çelişkilerden azade. Öncelikle medya kapitalist bir işletme olarak işçilere dayanmak zorunda, medya çalışanlarının örgütlülüğü özgür bir medya yolunda önemli kapılar açma potansiyeline sahip. Ayrıca kapitalizmdeki çelişkiler insanların gündelik hayatında yaşanıyor, medya bazen bu çelişkileri Suriyeli göçmenler örneğinde olduğu gibi yanlış hedeflere yönlendirebilir ancak kimi zaman bu öfke Gezi Parkı günlerinde olduğu gibi medya patronlarının kendisine de yönelebilir. Dolayısıyla medya hâlen üzerine mücadele edilmesi gereken bir alan.
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)