IŞİD’in son iki yılda Irak ve Suriye’nin önemli bir bölümünü kontrol etmenin yanı sıra, dünyanın farklı yerlerinde kitlesel katliamlara imza atan bir güç hâline gelmesi, Ortadoğu’da bu tip örgütlerin yükselmesine zemin hazırlayan koşullarla ilgili tartışmaları bir kez daha alevlendirdi.
Irak Şam İslam Devleti’nin tırmanışa geçtiği dönemi belirleyen temel faktör, hem Irak’ta hem Suriye’de mezhepçi çatışmanın belirleyici siyasî öğe hâline gelmiş olması. Irak’ta bunun kökenlerini ABD’nin 2003 yılında gerçekleştirdiği işgalde, Suriye’de ise Arap Baharı’nın bir parçası olarak başlayan ayaklanmanın, rejimin yenilmemesi ve dış müdahaleler sonucu mezhepçi bir iş savaşa dönüşmesinde bulabiliriz.
Batı’nın düşünce dünyasında, Ortadoğu’daki gelişmeler genellikle “istisnacılık” çerçevesinden yapılan yorumlarla değerlendirilir. Bu yöntem, İslam ve Müslümanlarla ilgili özcü yorumların eşliğinde daha geniş bir çevrede yankı buluyor.
Bu anlayışa göre, Ortadoğu halkları zaten yüzyıllardır süregelen mezhepçi kanlı savaşlar eşliğinde şekillenmiş, en küçük bir kıvılcımla birbirlerini kıyımdan geçirmek için harekete geçebilecek barbarlar; dolayısıyla her zaman baskıcı rejimler, diktatörler veya sömürgeci güçler tarafından zorbalıkla yönetilmeleri gerekiyor.
Mezhepçiliğin dünyanın başka yerlerinde de, örneğin Hristiyan dünyasında yüzyıllar süren çok daha kanlı savaşlara yol açmış olmasının yanı sıra; bu argümanlara karşı bölgede yaşayan farklı ulusal ve dinsel kökenlerden gelen sıradan insanların zengin birlikte yaşama ve mücadele etme tarihini hatırlatmakta fayda var.
Bütün Ortadoğu’yu bir kenara bırakalım. Yalnızca, bugün IŞİD’in güçlü olduğu Irak ve Suriye topraklarında son yüzyıllık tarih, işçilerin, köylülerin ve tüm ezilenlerin, mezhepçiliğin panzehiri olarak sınıf temelinde bir araya geldikleri kitlesel hareketlerle dolu.
Birinci Dünya Savaşı sonrası
Kapitalizmin gelişimi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde büyük emperyalist güçler arasındaki rekabetin sonucu olarak bir paylaşım savaşını ortaya çıkardı. Birinci Dünya Savaşı’nın kanlı boğazlaşmasının ardından Ortadoğu, Fransa ve İngiltere arasında paylaşıldı. Paylaşılan yerler arasında bugünkü Suriye ve Irak da vardı. Her iki ülkede de direniş başladı.
Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmasının liderlerinden olan Faysal bin Hüseyin, 1920’de Suriye’de bir Arap krallığı kurdu. Kısa süre sonra Fransızlar tarafından buradan çıkarıldıktan sonra, İngilizlerle işbirliği yaparak Irak’ta bir monarşi kurdu. Bunun hemen ardından Irak’ta büyük bir ayaklanma başladı. Bağdat başta olmak üzere ülkenin birçok yerindeki kitle gösterileri, Sünnilerle Şiileri bir araya getiriyordu. Irak’taki bu en büyük iki mezhebin dinî liderleri, İngiliz destekli yönetime karşı fetvalar yayımlıyordu. Ayaklanmaya Irak’ın kuzeyindeki Kürtler de katıldı. Barışçıl kitle gösterileriyle başlayan isyan, kısa süre sonra silahlandı. Irak’ın merkezî bölgelerinde İngiliz kontrolü tamamen püskürtülmüştü.
İngiliz ordusu, ayaklanmayı bastırmak için 4008 saatlik hava saldırısı, 97 ton bomba ve 180 binden fazla kurşun sıkmak zorunda kaldı. On bine yakın Iraklı ve 500 İngiliz askeri öldü. İngiliz ordusunun saldırılar sırasında kimyasal gaz kullandığı da biliniyor. Bir dizi yolsuzluk, politik manipülasyon ve ağır baskı sonucu Faysal bin Hüseyin’in yönetimi korunurken, bu İngiliz hükümetine Irak için harcamayı düşündüğü miktarın iki katına, 40 milyon sterline mal oldu.
Bunun hemen ardından, Suriye’de Fransız sömürgeciliğine karşı büyük bir ayaklanma patlak verdi. “Büyük Suriye Devrimi” olarak bilinen isyan, Dürzi bölgelerinde başladıktan kısa bir süre sonra ülkenin tümüne yayıldı. Sünniler, Aleviler, Hristiyanlar ve Dürziler, Fransız işgaline karşı mücadelede birleşti. Ülkenin birçok yerinde Fransız kontrolünün yok olmasının ardından, Fransa bölgeye asker sevkiyatını artırdı. Muhalifler Şam’a geldiğinde, kenti bombalayarak 5 bin kişiyi katlettiler. Toplamda 6 bin muhalif öldürülmüş, 100 bin kişi evsiz bırakılmıştı. 1925’te başlayan ayaklanma 1927’de bastırılabildi. Fransız yönetimi, Suriye’nin farklı mezheplerini birbirine karşı kışkırtabilmek için her yolu denedi.
Suriye’de Fransız sömürgeciliğine karşı mücadele bununla bitmedi. yine Sünni, Alevi ve Hristiyan işçiler, 1936’da sömürgeciliğe karşı 50 gün genel greve gittiler. Üç binden fazla kişi tutuklanırken, Fransız birlikleri göstericilere ateş açarak onlarca kişiyi öldürdü. Grev sonucunda işgal yönetimi muhalefetle bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı.
Emperyalizme karşı mücadele ve devrimler
Bu dalganın arkasından, 1940’lardan 1960’lara kadar bölgede Batı hakimiyetine karşı ikinci bir mücadele dalgası başladı. Bu kez, kapitalizmin gelişimiyle bağlantılı olarak, bu mücadelelerde işçi sınıfı ve komünist partiler merkezî bir yer tutuyordu. Bu hareketler bir kez daha mezhepçiliği aşan, işçi ve yoksulları sınıfsal temellerde bir araya getiren mücadeleler inşa etti. Üstelik bu kez bu işçi hareketleri, sömürgecilerin yanı sıra, doğası gereği yerel egemen sınıfları da hedef alıyordu.
1940’ların ortasında resmî 16 sendikadan 12’sine hakim olan Irak Komünist Partisi, demiryolu, liman ve petrol işçilerinin olduğu bölgeleri kalesi hâline getirmişti. Bir yandan örgütlediği grevlerle, bir yandan da 1948 ve 1952 ayaklanmalarında görüldüğü üzere öğrencilerin mobilizasyonunu sağlamadaki başarısıyla, 1958 Devrimi’ne giden yoldaki temel güçlerden biriydi.
1948’de yönetime iki Şii bakan da alınmasına rağmen, Şii toplumundaki sınıfsal kutuplaşmanın bir yansıması olarak, Irak Komünist Partisi’ne Şii işçiler akın ediyordu. Parti, Kürdistan’da ağalara karşı ayaklanmasını desteklediği Kürt köylüler arasında da güçlendi. Bu destek, Kürt köylülerin şehirlerdeki işçilerin desteğinden tecrit edilmesinin sonu anlamına geliyordu. Partinin Yahudi üyelerinin örgütlediği “Siyonizme Karşı Birlik”, 1940’larda Filistin’le dayanışma gösterilerinin başını çekiyordu.
Irak Komünist Partisi, 1950’lerin sonunda, 25 bin üyesi olan bir kadın hakları örgütünün, 84 bin üyesi olan bir gençlik örgütünün, 250 bin üyesi olan bir barış örgütünün ve 275 bin üyesi olan genel işçi sendikaları konfederasyonunun itici gücüydü.
Yani Irak’ta 1940’lar ve 1950’ler, işçilerin, öğrencilerin ve köylülerin mezhepçiliği yerle bir eden muazzam bir ayaklanmasına sahne olurken, komünist parti de bu harekete yaslanıp 1959 Nisan ayı tahminlerine göre o dönemin 6,5 milyon nüfusunun içinde bir milyon kişiyi sokağa dökebilen bir güç hâline gelebiliyordu.
Bu güç, Suriye’de de etki yaratmıştı. 1958’deki Mısır-Suriye birleşmesinden sonra, Cemal Abdül Nasır’ın Suriye’ye uygulamaya çalıştığı devlet kontrolüne karşı mücadele eden militan sendikal hareket, Irak’la ekonomik bağların olduğu sektörlerden doğmuştu. Irak Petrol Şirketi işçileri, Suriye’de 1950’ler ve 1960’larda verilen mücadelelerde başı çekti.
Suriye’de 1946’daki halk ayaklanması Fransız sömürgeciliğini bitirmişti. Ancak bağımsızlık sonrası ilk hükümetleri kuran toprak ağaları ve tüccarlar, yakın zamanda işçi grevleriyle karşı karşıya kaldılar. Köylü ayaklanmaları başladı. Radikal partiler güçlenirken, Arap dünyasındaki ilk komünist milletvekili 1954’te Suriye’de seçiliyordu. Bu milletvekili, Halid Bekdaş, uzunca bir süre Ortadoğu’da sosyalizm denilince akla gelen en önemli figürdü. Suriye Komünist Partisi de farklı etnik ve dinî kökenlerden işçileri bir araya getiriyor, Suriye Kürtlerinin içinde de önemli bir taban elde ediyordu. (Bu durum, sonraları parti içinde Kürt milliyetçiliğinin ağır basması ve Arap işçiler arasındaki tabanın zayıflaması gibi bir sonuç da yaratacaktı).
Irak ve Suriye komünist partilerinin bu dönemlerde stalinist politikalarının Ortadoğu’da solun güç kaybetmesinde oynadığı rol, başka bir yazının konusu. Ancak bu denli güçlenmeleri, bölgede mezhepçi ve ulusal temelleri aşan birleşik mücadelelerin inşa edilebilmesindeki potansiyelin ne kadar muazzam olduğunu gösteriyor.
Irak işgaline direniş ve Arap devrimleri
Benzer mücadelelerin son örneklerini ise 21. yüzyılın başında gördük. Irak’ta Saddam rejimi, çoğunluğu oluşturan Şiilere ve Kürtlere karşı büyük bir baskı uyguluyor, her tür Şii muhalefet grubunu “beşinci kol” olarak adlandırıp eziyordu.
ABD işgali bu yüzden başta Irak toplumunun çoğunluğu tarafından desteklenmişti. Ancak işgalin hemen ertesinde, muazzam bir direniş başladı. İşgale karşı mücadele, ortak örgütlenmelerde olmasa da, Şiileri ve Sünnileri bir araya getiriyordu. Sünni Felluce de, Şii Sadr ve Necef kentleri de işgale karşı savaşıyordu. Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Mart-Mayıs 2004 tarihleri arasında hazırlattığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, hem Sünni hem de Şii bölgelerinde halkın yüzde 80’i ABD güçlerini işgalci olarak görüp ayrılmalarını istiyordu. ABD, sonraki iki yılda bu birlikteliği bölmeyi, Şiileri Saddam sonrası yönetimde tutacakları yerin önemli olduğuna ikna ederek, Sünni aşiretleri ise direnişçilere karşı para ve askerî yardım karşılığında yanına çekerek başardı. 2006-2007, direnişin mezhepçi bir boğazlaşmaya evrildiği ve işgal sonrası yıllardaki en büyük ölüm oranlarına ulaşılan yıllar oldu.
Tunus’ta 2010 yılının sonunda, Mısır’da 2011’in başında devrimler başladı. Ayaklanmalar 2011’in ilk yarısında tüm Arap ülkelerine yayılmıştı. Suriye’de 2011’in Mart ayında devrim patlak verdi.
Bu, bir kez daha, farklı mezheplerden ve etnik kökenlerden sıradan insanları bir araya getirdi. Suriye Devrimi, başlangıçta Sünni ve Alevilerin yanı sıra Kürtleri ve Hristiyanları da saflarına çekmişti. Eşitlik, özgürlük ve sosyal adalet taleplerinin yanında, “Suriye halkı birdir” sloganı bu birliğin güçlü bir ifadesiydi. Devrim silahlanmak zorunda kaldığında, erken dönemde çatışmaların çoğu Alevi bölgelerinde yaşanıyordu. Baas rejimi uluslararası ittifaklarının da yardımıyla ayakta kalırken, bir dizi mezhepçi taktik uygulayarak direnişin bu birleşik karakterini zayıflattı ve devrimi mezhepçi bir iç savaşa döndürdü. IŞİD, böyle bir ortamda güç kazandı ve rejimden çok muhalif örgütlerle mücadele ederek Suriye’nin önemli bir bölümünde hakimiyet kurdu.
Arap Baharı, bir süre geç de olsa, Irak’ta da yankı buldu. Sünni kentlerinde 2012 yılı sonunda “Irak Baharı” denilen barışçıl gösteriler başladı. Bir yıl süren bu kitlesel protestolara, sınırlı ölçüde de olsa, Şii kentlerindeki huzursuzluğun yansımaları eşlik etti. Ancak hareket yeterince yaygınlaşamadı, bu potansiyeli taşısa da mezhepçiliği aşan bir kitlesel seferberlik sağlamayı başaramadı. Son protestocu kampı 2013 Aralık ayında mezhepçi Maliki rejimi tarafından Felluce’de şiddet yoluyla bastırıldı. Kent, bir ay sonra IŞİD’in eline geçti.
Başka bir alternatif mümkün
Mezhepçilik, Ortadoğu’da kaçınılmaz ve her dönem etkin olabilecek bir ayrımcılık biçimi değil. Bundan 1400 yıl önce yaşanan çekişmelerin bugünkü “kültürel” uzantısı değil. Kapitalizmin bölgedeki gelişiminin bir yan ürünü olan oldukça modern ve siyasî bir olgu.
Sermaye sınıfının işçileri ve yoksulları bölmek için kullandığı ideolojilerden biri olarak mezhepçilik, bölgede bizzat emperyalizmin ve yerel egemen sınıfların kullandığı bir silah.
Ve dünyanın her yerinde olduğu gibi, Ortadoğu’da da ezilenleri sınıfsal temellerde bir araya getiren somut mücadeleler, mezhepçiliğin panzehiri.
Ozan Tekin
(AltÜst)