Nereden başlasam, nasıl anlatsam… Şairliğini anlatmayacağım, hem çok anladığım bir konu değil hem de hakkında çok şey yazılıp söylendi zaten. Ama şiirlerinin bir kısmı çok hüzünlü gelmişti bana, Elsa’yı, annesini, babasını andığı şiirleri… Bir de coşkulu devrim şiirleri vardı, “büyük bir şehrin en büyük meydanında milyonlar zafer şarkıları söylerken, Doğan’a bir şeyler anlatır gibi heyecanla” öleceğini anlatan şiirleri, orada, o anı yaşatıyordu bana, eminim başkalarına da…
Roni çok geniş bir kültüre sahip, geçmişle ve geçmiş üzerinden gelecekle yakından ilgili, “Tiktaalik”in denizden karaya çıkışını heyecanla anlatan, cam altı sanatını seven, akla gelebilecek her türlü ıvır zıvırı toplayan, haklarında saatlerce konuşabilen biriydi. İstanbul’daki evi de, Londra’daki evi de bu ıvır zıvırla doluydu; ailecek kalmamız için anahtarlarını canı gönülden teslim ettiği Londra’daki evine gittiğimizde, yıkamak istediğimiz perdesinin üzerine takılı sayısız rozeti yerinden sökmek ve yeniden takmak bile başlı başına mesele olmuştu.
Son yıllarında Osmanlıcaya merak salmıştı; arkadaşı Irvin’den Osmanlı alfabesini öğrenmek için epey çaba sarf etmişti ama “Hadi, oku bakalım” diye verdiğim Osmanlıca metinleri güç bela çözebiliyor, ya da pes edip bir kenara bırakıyordu. Tabii ki Osmanlıca metin okumanın her dönem ve her sınıfın yazısı için ayrı bir uzmanlık gerektirdiğini biliyordum ama bu da benim küçük hınzırlığımdı işte…
Ankara’ya geldikçe önce toplantıysa toplantı, panelse panel, eylemse eylem, yapılacak işlerimizi halleder, sonra kaleye çıkıp saatlerce antikacı gezerdik. Aslında hepsinde ne olduğunu bilirdi, bilirdi ama yine de her defasında aynı yerleri gezmekten, dükkân sahipleriyle iki çift laf etmekten hoşlanırdı. Arada onu tanıyan da çıkardı, bundan pek hoşlanmazdı ama yine de güler yüzle iki çift laf edip başından savar, yine eğlencesine dönerdi.
Son gelişlerinin birinde artık ben antikacı gezmekten bıkmış olduğum için alternatif arayışlar içindeyken, şaşkınlıkla Anıtkabri hiç görmemiş olduğunu fark etmiştim. Hayatı boyunca o ya da bu şekilde didiştiği adamın neredeyse bir hac yerine dönmüş olan mezarını mutlaka görmesi gerektiğine kanaat getirip, ona Anıtkabri gezdirmiş, şaka yollu “ileride kullanırım belki” tehditleri arasında bol bol fotoğrafını çekmiştim.
Ankara’da bizim evde konaklamaktan hoşlanırdı Roni; bir yerlerde bir şeyler yiyip içtikten ve Irmak’ın protestoları altında mitoloji de dahil çeşitli konularda gülüşüp eğlendikten sonra bize gelir, eşim Hülya ile birlikte onu rahat ettirmek için elimizden geleni yapardık. Ivır zıvırdan hoşlanırdı ya; dedemden kalan ıvır zıvırları ortaya döker, - çok dalga konusu olan - pul koleksiyonumu gösterir, İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde tedavüle çıkartılan banknotların üzerindeki imzalar hakkında konuşurduk ve başka pek çok şey hakkında…
Bilenler bilir, Roni arada oldukça huysuz ve aksi olabiliyor, rüzgârı tersten estiğinde hem bizleri bezdiriyor, hem de onu tanımayan insanların olası tepkilerini nötralize etmek için canımızı dişine takıyorduk. Ama bir Hülya’ya sonsuz bir sevgi ve kibarlıkla davranır, bir de işe yarar bir şeyler yaptığını düşündüğü yoldaşlarına kendi ifadesiyle “sonsuz bir sabırla” yaklaşırdı. Yoksa sabır eşiği pek de yüksek sayılmazdı, sıra dışı insanların çoğunda olduğu gibi…
Roni bütün bunlardan besleniyordu; büyük bir ilgi ve merakla o “ıvır zıvır”ın arka planını inceliyor, denizden karaya ilk çıkan balığın öyküsünü Göbeklitepe’deki anıtsal yapılara, oradan sınıfsız ve sınıflı toplumlara, oradan Marx’a ve Troçki’ye, oradan da DSİP’in inşasına bağlıyordu. Çünkü Roni dünyayı o engin bilgi birikimiyle mükemmel bir şekilde yorumluyor ama asıl derdi yorumlarken değiştirmek olduğu için bununla asla yetinmiyordu. Ağzından çıkan her kelimenin arka planında mücadelenin bir adım ileri nasıl çekileceği düşüncesi yatıyordu. O, bir eylem insanıydı. Korkmadan, az geri çekileyim, biraz arkada durayım demeden devrimci gerçekleri en azılı faşistlerin yüzüne karşı hiç tereddüt etmeden söyler, soykırım anmasından kışın en soğuk gününde yapılan küresel ısınma eylemine ve sayısız eyleme en ön saflarda koştururdu. En zor dönemeçlerde, en cesur kararları aldı. O, bir öncüydü. Mücadelesini, yine bilen bilir, kelimenin tam anlamıyla, son nefesine kadar sürdürdü.
Son konuşmalarımızın birinde, yazdığı bir yazıda “LGBTİ” değil de “LGBTİ+” yazması için ikna etmeye çalışıyordum. “Abi, gözünü seveyim, tamam, anlıyorum, + kullanmak sana zor geliyor ama bunun da sebepleri var, öyle kullan…” Homur homur homurdanarak ve kafasındaki Türkçe anlayışına uymadığı için pek de içinden gelmeyerek “LGBTİ+” kısaltmasını kullanmıştı yazısında, beni dinleyerek. Önemsiz gibi görünebilir ama sürekli değişime ayak uydurmanın bir başarı öyküsü bu aslında. Kim aynı nehirde iki kere yıkanabilir ki?
22 Temmuz’da yaptığımız anma toplantısının ardından, Mustafa Arslantunalı ile kucaklaştık. Tanışmamıza Roni vesile olmuştu ve bizi birbirimize emanet ettiğini hissediyorduk. Sonra Roni’nin çok sevdiği bir mekâna gittik. Anısına kadeh kaldırdıktan sonra Ankara’ya dönmek durumunda olduğum için yoldaşlarımla vedalaşırken, Ümit İzmen ve Cemal Yardımcı da beni uzun uzun kucakladılar. Cemal, gözlerimin ta içine bakarak, “Biliyorsundur mutlaka ama yine de söyleyeceğim, sen Roni’nin müstesna bir muhabbet beslediği insanlardan biriydin” dedi. Çaktırmamaya çalıştım ama duygulanmamak mümkün değildi. Neden çaktırmamaya çalıştım ki? Bu da kendime karşı vermem gereken bir mücadele konusu…
Güle güle Roni; bıyığını, kahkahanı, huysuzluğunu, engin bilgini, kocaman yüreğini ve mücadele azmini özleyeceğiz. Ama biz buradayız, gözün arkada kalmasın. Güle güle, dostum ve yoldaşım …
Atilla Dirim