2019 yılında olacakların habercisi, bir önceki yılın sonunda Fransa’da patlak veren devasa Sarı Yelekliler hareketiydi.
Yeni yıl, Cezayir ve Sudan’da aylarca süren ve diktatörleri deviren isyanların heyecanıyla başladı. 16 Mart’ta dünyanın dört bir yanında yüz binlerce ırkçılık karşıtı sokaktaydı. İklim grevleri ve okul boykotları kitleselleşerek Eylül’de 8 milyonun katıldığı eylemlere dönüştü. 2019’un yazının sonlarına doğru ise isyan küresel bir boyut kazandı. Hong Kong’da Çin’in etkisine karşı verilen kitlesel mücadeleye Şili’de metro zammına tepki olarak başlayan gösteriler, Mısır’da cunta rejimine karşı ilk kitlesel öfke patlaması, Katalonya’da İspanyol devletinin baskısını püskürtme girişimleri, Lübnan’da WhatsApp vergisine öfkenin tüm mezheplerden işçileri birleştiren devasa bir dalgaya dönüşmesi, Irak’ta Şii yönetime karşı Şii emekçilerin ayaklanması, Ekvador’da IMF programına karşı hükümeti başkentte kaçırtan isyan, Bolivya’da darbeye karşı ezilenlerin kitlesel direnişi gibi birçok öğe eklendi. Haiti, İran, Gine, Çekya, Porto Riko, Kolombiya… Yıl biterken tüm dünyada kitlesel hareketlerin ve protestoların olduğu yeni bir mücadelesine tanıklık ediyoruz.
İşçiler sahneye çıktı
Bu hareketlerin anlamamız gereken birinci özelliği, kentli işçi sınıfının yoğun katılımı. 2009 yılında küresel ölçekte kentli nüfus kır nüfusunu geride bıraktı. İşçilerin büyük kent merkezlerinde yoğunlaşması zirve yapmış durumda. İşte şimdi bu güç sahneye çıkıyor. Örgütsüz emekçi kalabalıklar, kendilerini yoksullaştıran kapitalizme karşı kitlesel olarak mücadeleye atılıyorlar. İşçi sınıfının öldüğünü, şekillenmesini ve gücünü yitirdiğini iddia edenlerin aksine, her yerde isyan eden halklar sonunda “grev” seçeneğini gündeme getiriyor. Lübnan ve Şili’de milyonluk eylemler grevlerle devam ediyor, iklim hareketinden kadın hareketine tüm toplumsal mücadeleler “grev” çağrısı yapıyor, Sudan’da diktatörü devirmek isteyenler sonunda greve gidiyor. Toplumsal dönüşümün öznesi olarak işçi sınıfı, hiç olmadığı kadar kendine güvenli ve güçlü.
İşçi sınıfında durum böyleyken, kapitalizm ise büyük bir krizde ve neredeyse hiçbir bölgede istikrarlı bir ekonomik büyüme yok. Bu ortamda sosyal adaletsizlik artmaya devam ediyor. Her yerde elitler, geniş kitlelerden iyiden iyiye koptu. Toplumlardaki huzursuzluğun ne derece derinleştiğini anlayamıyorlar. İsyanların önemlice bir kısmı yoksulluğa, hayat pahalılığına ve yolsuzluklara karşı gelişiyor. Genç emekçiler, işsizler ve öğrenciler mücadelelerin başını çekiyor.
Bu dalga, son yirmi yıldaki diğer iki mücadele dalgasına göre, çok daha küresel. 1999’da Seattle’da DTÖ toplantılarının basılmasıyla başlayan antikapitalist hareketin etkisi, savaş karşıtı mücadeleyle birlikte 2005’e kadar sürmüştü. Burada öne çıkan yer, sol iktidarların seçilmeye başlandığı Latin Amerika idi. 2008 ekonomik krizinden sonraki mücadele dalgasında ise devrimlerin gerçekleştiği Ortadoğu parlıyordu. Bu kez öncekilere kıyasla çok daha yaygın bir küresel ruh hâli var.
Bu mücadele dalgası, kapitalizmin insanların ferahını sağlayacak nihai sistem olduğunu, onu değiştirmeye yönelik çabaların nafile olduğunu söyleyenlerin argümanlarını da yalanlıyor. Aksine, küresel kapitalizm içine düştüğü krizden kurtulamıyor, en büyük emperyalist güçlerin hegemonyası bölgesel altemperyalist kuvvetlere alan açacak şekilde zayıflamış durumda, sıradan insanlar kitlesel olarak sisteme ve anaakım politik partilere yabancılaşıyorlar ve her yerde mücadele dalgaları gelişiyor.
Hareketlerden çıkaracağımız bir ders ise yarım bırakılan mücadelelerin geri dönüşünün ne kadar sarsıcı ve sert olduğu. Egemen sınıf, kendi ayrıcalıklarına meydan okuyan ayaklanmaları geriletmek, mağlup etmek ve sonrasında da intikam almak için elinden geleni yapıyor. Rus Devrimi’ne 14 dış ülkenin saldırmasından Mısır Devrimi’nin tüm uluslararası güçlerin desteğiyle Sisi darbesi tarafından ezilmesine kadar, her yerde durum bu. Şimdi Latin Amerika’da da bir benzeri oluyor. Neoliberalizm Şili’de yenilmişken, Bolivya’da egemenler intikam alıyor. Solcu iktidara karşı neoliberal ve ırkçı bir darbe gerçekleştiriliyor. Bunun yanı sıra, Trump, Bolsonaro, Johnson, Salvini ve Putinlerin dünyasında, otoriterleşme ve aşırı sağ tehditler de bu hareketleri vakti geldiğinde ezmek için bekliyorlar. Bunlara fırsat vermemek için gösteri dalgalarının başarılarla sonuçlanması gerekiyor.
Siyaset ve örgüt
Peki başarı nasıl gelecek? Bu isyanlar çok güzel ancak dünyayı nasıl değiştireceğiz?
Bulunduğumuz her yerde bu hareketlere katılır ve onları inşa ederken, diğer yandan da mücadeleyi nasıl ileri taşıyacağımızla ilgili tartışmalar yürütmemiz gerekiyor. Zira her kendiliğinden hareketin içinde sayısız farklı eğilim, fikir ve çizgi bulunuyor. Örneğin, harekete “siyaset karıştırmama” fikrine karşı, kazanımlar elde etmek için tam da politik perspektifler üretmenin zorunluluğuna işaret etmeliyiz. Hareketin birliği “siyasetsizlik” ile değil tam da emekçileri birleştiren somut taleplerin de hedeflerin saptanmasıyla sağlanabilir.
Bunun bir benzeri olarak, bir yandan da örgütlenmeyi savunmalıyız. Her mücadelenin içinde yer alan en atılgan, başkalarını peşinden sürükleyebilen aktivistler ortak bir örgütte yan yana gelmeli, işçi sınıfının geçmiş mücadelelerinin deneyimlerinden en iyi dersleri çıkaran teorilerle donanmalı ki, şu anki mücadelelerde bir sonraki adımın ne olacağını kolektif olarak en doğru şekilde belirleyebilen bir yapı inşa edilebilsin. Devrimci partilerin ancak “işçi sınıfının öncüsü sahneye çıktığında” inşa edilebileceğini söyleyenler yanılıyor. Alman Devrimi’nde Rosa Luxemburg, böylesi bir hatanın bedelini canıyla ödedi. Kitlesel isyanlarda işçi sınıfının bilinci radikal dönüşümlere uğrarken emekçileri örgütleyecek bir parti, ancak öncesindeki dönemde bu görevi ısrarla üstlenen aktivistlerin çabasıyla yıllar boyunca emek verilerek kurulabilir. Ve her yerde böyle partilerin kurulması, kitlesel protesto dalgalarının daha eşit ve özgür bir dünyayı kolektifi olarak kurma gayretine dönüşmesi için muhakkak gerekli.
Ozan Tekin
(Sosyalist İşçi)