Gezegenimizin doğudan batıya, kuzeyden güneye çeşitli bölgelerinde, otoriter, totaliter eğilimler gözle görünür bir şekilde artıyor.
Modern zamanların garantili ‘gelecek hayalleri’ sona erdikçe, bilinmezlik, korku ve güvensizlik duyguları insanların düşünce dünyasının yatağını döşüyor. Başkalarından korkan, içine kapanan insanların endişeli halleri, ‘mutlak güç’ arayışını öne çıkarıyor. ‘Mutlak güç’, çeşitli gerekçeler ve teorik kurgularla ‘tek gerçek’, ‘tek meşru yol’ olarak pazarlanıyor. Bu mutlak gücü konsantre bir şekilde sembolize eden politikacılar ya da liderler de yarı kutsal yaratıklar olarak öne çıkıyor.
Tabii ki, bu süreç her yere sızmış durumda değil ama ABD’den Hindistan’a, Polonya’dan Türkiye’ye kadar uzanan farklı coğrafyalarda tezahür eden benzer eğilimlere baktığımız zaman, hiçbir toplumun totalitarizmin kuyusuna düşmeyeceğinin garantisi olmadığını görebiliyoruz.
Çok büyük umutlarla başlayan ve dünya tarihinde ulus-devlet ucubesini aşmak için ciddi bir alternatif olan Avrupa Birliği projesinin bugün geldiği aşama da hayal kırıklıkları içinde debeleniyor. AB bugün neredeyse sadece güçlü ekonomik yapıların, şirketlerin, kâr ve çıkarların birliği olmaya doğru hızla giderken, kültürlerin karşılaştığı, yeni bir yurttaşlığın, dayanışmanın inşa olmakta olduğu ‘sosyal Avrupa’ fikri de giderek cılızlaşıyor.
Bizim buralarda ne olduğunu hatırlayalım; 80’ler ve 90’lar boyunca, Türkiye, darbeci militarizm imajına sıkışmış, doğulu ama otoriter Kemalizm sayesinde “batılı” gibi olmaya çalışan; sosyal hareketler ve kültürel kimlikler düşmanı bir devlet ve biraz da “deniz, kum, güneş, kebap, rakı” ülkesiydi.
Sonra Türkiye toplumu Kürdü, Müslümanı, Alevisi, Ermenisi, kadınıyla konuşmaya başladı. AKP’nin iktidarda olduğu yaklaşık on sene içinde, Türkiye, Doğu ile Batı arasındaki sıkışmışlığı aşabilme potansiyeli taşıyan ve bütün dünyanın şaşkınlıkla karışık hayranlıkla izlediği, incelediği bir örnek ülke oldu.
Ancak bugün, hayalleri kırılmış bir Avrupa ile mahvolmuş bir Ortadoğu arasındaki Türkiye, olumlu bir ‘örnek Türkiye’ değil. Geçtiğimiz 3-4 yıl içinde, Türkiye, gezegendeki korku hallerinin vücut bulduğu, olumsuz ‘örnek’ ülkelerden biri haline geldi. Sadece kendi içinde ‘korkan’ bir ülke değil, aynı zamanda ‘korkutan’; sadece kendi içinde otoriterleşmenin numunesi değil, aynı zamanda dışarı dönük olarak da şantaj ve baskı yapan bir ülke kıvamına geldi.
Almanya’nın “Ermeni Soykırımı” hakkında kabul ettiği karar, başta Türkiye’nin resmi ideolojisinin bekçileri olmak üzere, o ideolojiyle iyi geçinmek zorunda olanlar ve onların etrafında örülmüş olan kutsallığın taşıyıcıları tarafından öfke ve nefretle karşılandı. Almanya’nın kendi tarihiyle de yüzleştiği bu karar, korku ve güvensizlikle dolu bir dönemde, Türkiye’nin ağır ideolojik atmosferini daha da ağırlaştırdı.
Almanya parlamentosundaki Türkiyeli milletvekilleri, beklenebileceği gibi, en kısa yoldan “hain” ilân ediliverdi.
Geçtiğimiz dönemde, geçmişiyle yüzleşen, geçmişte yapılan hatalar karşısında üzüntülerini dile getiren resmi şahsiyetler ve düne kadar soykırımın tanınması gerektiğini söyleyen bugünün aparatçikleri bugün geleneksel devletin kuytusuna ricat etmiş durumdalar.
Türkiye’nin bir türlü yüzleşemediği, aslında hafızasının en derinine ittiği “Ermeni Soykırımı” ve onun üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin felsefesi ve de maddi temelleri, bugün başkaları tarafından dile getirildikçe, o derinlerdeki huzursuzluk acı veriyor. Geçmiş ister istemez hatırlanıyor ve işte bu çaresiz hatırlama, o inşa edilen kurguyu da riske sokuyor.
Bugün Avrupa’nın bir kesiminde ya da Türkiye’de yaşanan içine kapanma, farklı sebeplerle olsa da, kuşkusuz bu kurguların yıkılmasından duyulan korkulardan kaynaklanıyor; AB Türkiye’den; Türkiye bütün dünyadan uzaklaşıyor.
Ferhat Kentel
(Bas Haber)