İklim mücadelesinde hangi taktikler gerekli?

12.01.2023 - 09:15

Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion/XR) çekim alanını genişletmeyi istediğini söylüyor, fakat öte yandan hayatın akışına müdahale eden eylemlerden vazgeçiyor. Sophie Squire diyor ki bu ikisi bileşik olmalıdır ve işin anahtarı işçilerin gücüdür.

Yokoluş İsyanı’nın yakınlarda yayınladığı “İstifa Ediyoruz” açıklaması, ekolojik çöküşü durdurmak için ne gibi taktik ve stratejilere ihtiyaç olduğuna dair tartışmayı tırmandırdı. Grup, karakteristik özelliği haline gelmiş olan sivil itaatsizliğe dayalı yöntemlerinden en azından geçici olarak uzaklaşmayı hedefliyor.

Grubun pek çok önde gelen sözcüsü, böylesi eylemlerin antipati uyandırmaya başladığını ve değişimi kazanma gücü olan etkili bir hareketin önünü tıkadığı yönünde tartışıyor. Üç yıldır Yokoluş İsyanı aktivisti olan Jon, gazetemize yaptığı açıklamada “Bu bildiri, daha çok insanın faaliyete katılması için çıtayı düşürmek anlamına geliyor” diye konuştu: “Bu şekilde Yokoluş İsyanı’nın eylemlerinin parçası olmak için önceden belirlenmiş bir yol izlemenizin gerekmediği herkese malum olacak. Tutkal şişelerini bir kenara bırakıyoruz ve kitle eylemlerini ön plana çıkarıyoruz. Umuyoruz ki bu herkesin 21 Nisan’da meclisin önüne gelmesini sağlayacaktır.”

Sosyalistler, değişim için hem kitle eylemlerini hem de doğrudan eylemliliği savunurlar. Ve çoğu zaman en etkili hareketler bu ikisini birleştirirler.

2003 yılındaki büyük savaş karşıtı hareket, hem uluslararası eylem günü olarak 15 Şubat’ta hem de savaşın başladığı gün milyonların sokaklara taştığına şahit oldu. İnsanlar yolları kapadılar ve katliama karşı öfkelerini ifade etmek için çok geniş alanlarda hayatın akışını durdurdular.

Günün sonunda bu eylemler tek başına savaşı durdurmak için yeterli değildi. Ama özellikle İngiltere’de birlikte mücadeleyi ve emperyalizm karşıtı bir genel havayı miras bıraktı. 

Bu eylemler hükümetlerin yeni işgaller düzenlemelerini zorlaştırdı. Bununla birlikte geniş kitlelerin gözünde savaşın “insani yardım için müdahale” olduğu yönündeki yalanları ayyuka çıkardı.

1990 Mart’ında gerçekleşen, Kelle Vergisi’ne eylemi ve isyanı uzun süreli ödeme reddi ve militanca eylem dalgasının üzerine gelip bu vergi uygulamasının kaderini belirlemişti. Ayrıca Margaret Thatcher’ın Muhafazakâr Parti liderliğinden atılmasında da elzem rol oynamıştı. 

1999’da ABD’de gerçekleşen, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü binasının önündeki öfkeli eylemler ise antikapitalist mücadeleye yeni bir uzuv kazandırmıştı.

Doğrudan eylemlilik ise geniş isyan dalgalarının fitilini ateşleme potansiyeli taşır. Sıradan insanların neyin mümkün olduğuna dair kabullerini alaşağı ederek başkaları sistemi bizler için yönetirken arkamıza yaslanıp yasalara uymaktan başka bir çaremiz olmadığı düşüncesini aşındırır.

Devleti şaşkına çevirebilir, mücadeleye medyanın ilgisini toplayabilir ve önemli tartışmaları ateşleyebilir. Amerikan yerlilerinin 2016’da Standing Rock’ta gerçekleştirdiği, yeni petrol hatlarına yönelik eylemler yeni bir ekoloji direnişi dalgasının fitilini ateşlemişti. 

İklim felaketine karşı Fridays for Future öğrenci eylemleri bireysel ve yerel nitelikte başlamıştı. Fakat genişleyerek küresel ölçekte bir ağa ve direnişin odak noktası haline dönüşerek iklimle ilgili tartışmayı tümüyle değiştirdi. Yani sonuç olarak basitçe “sadece yürüyün” demek de “sadece yolda oturun” demek de iyi bir fikir değil.

Yokoluş İsyanı’nın açıklaması büyük bir tehlike barındırıyor. Sivil itaatsizlik kimilerine “itici geliyor” düşüncesi, bazı grevleri desteklememek için bir sebebe dönüşebilir. Örneğin NHS (Ulusal Sağlık Hizmetleri) grevleri hiç şüphesiz kamu düzenini bozan grevlerdir ve kaçınılmaz olarak sıradan insanların gündelik hayatını etkiler, fakat tümüyle meşru grevlerdir.

Kitlesel eylemler de doğrudan eylemlilik de yalnızca yönetenler üzerinde basınç yarattıkları için değil aynı zamanda insanların kendilerini nasıl gördüklerini değiştirebildikleri için önemlidirler. 

Yüzbinlerin katıldığı bir eylemin parçası olmak insana bir kolektif güç hissi verir. Kimi zaman insanlar büyük eylemlere katıldıklarında daha agresif doğrudan eylemliliklerin de parçası olabilecek kadar cesaretlenebilirler.

Bunun iyi bir örneği UCU (Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası) ve Ulusal Öğrenci Birliği’nin 2011 yılında öğrenci harçlarındaki artışa karşı düzenledikleri eylem. Eylem öncesinde yaklaşık 15.000 kişinin geleceği öngörülüyordu. Ancak 50.000’den fazla öğrenci eyleme akın etti öfkelerinin ifadesi olarak Milibank Kulesi’ndeki Muhafazakâr Parti genel merkezini işgal ettiler.

Yokoluş İsyanı’nın 2019’daki ilk Uluslararası İsyanı’na hem kitlesel katılım oldu hem de Londra’nın merkezini tümüyle kilitleyen bir sivil itaatsizlik vardı. Sokakları boşaltmak günler aldı. Bu isyan sırasında binlerce insan daha önce sahip olduklarının farkında bile olmadıkları bir güçle donanmış olduklarını fark ettiler.

Militanlık düzeyi yükseldiği zaman işçi hareketi, başka bir dünyanın mümkün olduğunu da gösterirler. 

Fakat, istediği kadar büyük olsun, hiçbir sayıda eylem veya kırık cam, pencere, zaferi kazanmak için tek başına yeterli değildir.

Polonya asıllı Alman devrimci Rosa Luxemburg terörizm üzerine yazmış ve bunun etkilerini kitlesel işçi eylemliliğinin etkileriyle kıyaslamıştı. En başarılı terörizm örneklerinin bile “Kocaman bir orman yangınının ortasında alevleri yukarı doğru yanan ateşler” olarak tarif ediyordu.

Dünyanın, yangınların ve sellerin hüküm sürdüğü bir kaya parçasına indirgenmesine engel olmak, sistemin tümünü alaşağı edecek bir hareketi gerektiriyor. Kapitalizme karşı en güçlü silah ise işçilerin üretmeyi bırakarak kârın kaynağını kesmesidir. 

Bu tek mücadele yöntemi değildir elbette, ama etkisi en büyük olanı da budur. Ve kitle grevlerinin içinde işçiler hem kendileri değişirler hem de çevrelerindeki toplumu değiştirirler. 

İşçiler hayatı durdurmak ve kar akışını kesintiye uğratmak için sahip oldukları emeği geri çektiklerinde, tıpkı yukarıda bahsi geçen diğer doğrudan eylemlilik biçimlerinde olduğu gibi, insanlara yön verebilir ve toplumun yönetiliş biçimini sorgulamaya itebilirler.

Örneğin özellikle bu sıralar hangi grevi ziyaret etseniz benzer bir şikayetle karşılaşırsınız: “Salgın boyunca çalıştık, patronlarımızın süreci atlatmasını sağladık ve her şeyin çalışır durumda kalması için elimizden geleni yaptık. Kâr etmeye devam etmeleri için bile çaba gösterdik ama şimdi cezalandırılıyoruz.”

Bu tip şikayetler insanı kaçınılmaz olarak sistemin önceliklerini sorgulamaya iter. Bu gibi şikayetlerin kökünde “nedir esas önemli olan?” sorusu yatar. CEO’ların muazzam kârlar etmeleri midir; yoksa o muazzam kârları üretenlerin insanca yaşamaya devam edebilmeleri mi?  

Ve militanlık en üst noktaya ulaştığında işçilerin eylemi aynı zamanda toplumun nasıl çok daha farklı işleyebileceğini gösterir. İşçiler her greve çıktıklarında onların emeği olmadan hiçbir şeyin çalışmayacağını gösterirler.

Ve hal böyle olunca aslında toplumu kendi kendilerine -ve elbette farklı önceliklerle- yönetebileceklerini de ispatlamış olurlar. İklim için verilen mücadeleler ile işçilerin eyleminin kesişebileceği nokta da tam burasıdır.

Her şeyden önce iklim meselesi sınıfsal bir meseledir. Zira iklim değişikliğinin etkilerinin yükünü taşıyanlar işçiler ve yoksullardır.

Örneğin İngiltere’de gittikçe artan ölçüde aşırı hava koşullarında yaşamanın ve çalışmanın gerçekleriyle yüz yüze geliyoruz. Dahası krizin sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinin bize dayatılmasıyla yaşadığımız sefaletin bir de üstüne para veriyoruz. Küresel Güney’de bu çelişki daha da belirgin. İran ve Irak gibi ülkelerde işçiler ve yoksullar su kesintilerine karşı protesto eylemleri yaptılar.

Fosil yakıt şirketlerinin faaliyet gösterdikleri ülkelerde, flaring (petrol çıkarma sonucu oluşan artık gazların tutuşturulması) gibi uygulamalar hem büyük bir emisyon kaynağı hem de çevrede yaşayan insanlar için oldukça zararlı.

Bu talepleri bir araya getirmek sendikalara iklim taleplerini sahiplenmeleri için baskı yapmak anlamına gelebilir. Fakat bunun epey ilerisine gitmek zorundayız.

Büyük ve militan bir iklim hareketi hükümeti tıpkı 2019’da olduğu gibi köşeye sıkıştırabilir; yönetenlerin krizindeki kuvvetli unsurlardan biri haline gelebilir.

Bunun sonucunda da bu, tepedekilere karşı mücadele eden herkese bu kişilerin yenilmez olmadıklarını göstererek cesaret verebilir. İklim hareketinin heyecanı, militanlığı ve taktikleri işçi mücadelelerine de getirilebilir, bu mücadeleleri salt sendikaların örgütlediği sıkı kontrollü eylemliliklerin ötesine taşıyabilir.

Ve sonuç olarak böylesi bir eylemliliğin kuvveti bu toplumdaki gücümüzün tam nerede yattığının ve bu toplumu değiştirme potansiyelimizin herkese gösterilmesinde yatıyor.  Böylesi bir atmosferde her türden talep iç içe geçebilir ve ortak bir hedefe, kâr için yaşamlarımızı ve geçim kaynağımızı mahveden bu sisteme karşı birleştirilebilir.  

Böyle bir hareketi inşa etmek çok fazla emek ve çok geniş bir vizyon gerektiriyor. Ve bu, şüphesiz olabildiğince çok sayıda insanı çekmek için çabalamak anlamına geliyor.

Ancak bu sistemi kesintiye uğratan eylemlerden çekilmekle değil bilakis bunlara yönelmekle mümkün. 

Çeviren: Deniz Güngören

(Sosyalist İşçi)



Bültene kayıt ol