Geçen yazıda Oya Baydar’ın ikna etmeye çalıştığı “eleştirel” ulusalcıların kimler olduğuna dair bir iki şey söylemeye çalışmıştım. Şimdi, daha önce Demirtaş’ın, bugünlerde Oya Baydar’ın dile getirdiği Demokrasi Bloku önerisine dair bir noktaya değinmeye çalışacağım.¹
Bu tartışmanın çıkış noktası hakkında daha önce şunları yazmıştım: “AKP, 23 Haziran seçim sonuçlarının gösterdiği gibi kendi tabanıyla büyük bir kavga içinde ve taban gözünün yaşına bakmaksızın bu partiden ayrılıyor. AKP’den ayrılan her bir AKP’li, siyasal alanın yay gibi gerilmesine neden oluyor. Burada devreye erken seçim tartışmaları giriyor. Sabah deprem olacak dedikodusunu başlatıp, akşam magazin programlarında 'deprem olabilir' haberini alıp geceyi sokakta geçiren dedikoducular gibi her siyasi platform seçimlere hazırlanıyor alttan alta. Partilerin kurulmasının, parti adlarının değiştirilmesinin ve kamuoyuna açıklanmayan ama bazı partilerin liderlikleri arasında ittifakların kurulmasının temel nedeni bu.” (https://marksist.org/icerik/Yazar/13356/CHP-guzellemesinin-arka-planinda-ne-yatiyor?)
23 Haziran İstanbul seçim sonuçları sadece korku ikliminin gerilemesine değil muhalefetin her bir kanadında “Oldu bu iş!” duygusuna kapılmasına neden oldu. Şimdi tüm sinirler önümüzdeki seçimlerden yeni bir 23 Haziran çıkartmak için gerilmiş durumda. Gerilmiş durumda zira hükümet, devlet koalisyonu ya da yerli-milli koalisyonun bileşenlerinden MHP kanadından gelen mesajlar, sinirleri germeyecek gibi değil. Erdoğan, çok uzun süre önce beka konusunda bir konuşma yaparken Türkiye’nin bekasının AKP’nin bekasına indirgendiğini söylemişti."²
Erdoğan bunu 2019 yılı içinde dile getirmekten de geri durmadı. Tam olarak şunu söyledi: "Türkiye'nin bekasının garantisi AK Parti ve Cumhur İttifakı'dır. Biz ne kadar güçlü olursak ülkemiz de o kadar güçlü olacaktır."
Devlet Bahçeli, Erdoğan’a eşlik etmekten geri kalmadı. 31 Mart seçimlerinin ardından seçimlerin yenilenmesi için bastıran Bahçeli, “İstanbul'da seçimin tekrarı beka meselesidir” dedi. Türkiye gazetesinden Hadi Özışık’la görüşmesinde ise el artırarak “Sayın Cumhurbaşkanı’nın düşmesi, milletin devletin düşmesi anlamına geldiği için yanındayım” dedi. Türkiye’nin bekasıyla AKP’nin bekasını, AKP’nin bekasıyla İstanbul seçimlerinin bekasını birbirine bağlı halde ele almanın otomatik sonucu, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışında yenilmesini “devletin, milletin” düşmesi olarak anlatmaktır.
Muhalefetin sinirlerini geren sadece Erdoğan ve Bahçeli’nin açıklamaları değil. Sesi en derinlerden gelen birisi olan Mehmet Ağar da koroya katıldı ve yeni parti girişimleriyle ilgili şunu söyledi: "Yeni kurulacak partileri mutlaka vazgeçirmek lazım. Aksi takdirde çok ağır sonuçları olur.” Ağar, 1960, 1980 darbelerinin ve 27 Şubat darbesinin öncesinde siyasi iktidarın zayıflatıldığını, dolayısıyla milliyetçi-muhafazakar iktidar blokunun zayıflatılmasının da vahim sonuçları olabileceğini söyleyerek, özellikle Davutoğlu ve Ali Babacan’a gözdağı veriyor.
Bir laboratuvar olarak 31 Mart İstanbul seçimlerinden hemen sonra seçim sonuçları hakkında siyasetçilerin aldığı tutumlar ve bu tutumlarda yaşanan değişimler, kuşkusuz muhalefetin çeşitli öğelerini huzursuz ediyor. Erdoğan, seçim akşamı İstanbul Büyükşehir Başkanlığı’nı kaybettiklerini kabul etse de bir kaç gün içinde kademeli bir şekilde fikrini değiştirdi ve seçimin tekrarını istedi. Bahçeli ise seçimlerin tekrarından yanaydı, bu konuda ısrarını sürdürdü. Bugün kimse 31 Mart seçimlerinden hemen sonra sandık başkanları, ilçe ve il seçim kurullarında görev alanlar hakkında estirilen hakaret fırtınasını hatırlamıyor. Yıldıray Oğur, Ekim 2019’da yazdığı yazıda şöyle özetliyordu hakaret içeren açıklamaları:
“Bu meselenin arkasından farklı şeyler çıkacak. Sandık başkanlarından FETÖ’den ihraç edilen var mı? Muhtemelen bir stratejik akıl, belli kesimleri güçleri birleştirdi.”
“Karanlık ve kirli bir organizasyonla karşı karşıyayız Bu karanlık organizasyon FETÖ’yü bile aşar.”
"Biz sandık başkanları üzerinden yürütülen bir organize usulsüzlük olduğunu düşünüyoruz. Yoksa bu kadar 19 bin gibi bir rakamı dışarıdan kimse bulmayı düşünmezdi ve kimse bu kadar sandık başkanlığı yapma engeli olan birilerini sandık başkanlıklarına yerleştirmezdi. Demek ki bir tezgah var, bir organizasyon var."
“Sandıkta darbeyi kim örgütledi. Türkiye tıpkı Gezi kalkışması, 17/25 Aralık, 15 Temmuz’da olduğu gibi 31 Mart’ta da sandık üzerinden darbeye maruz kaldı. Organize hırsızlık ve hile yöntemiyle oylar üzerinden milli, irade teslim alınmak istendi. AK Parti’ye çıkan binlerce oy birleştirme tutanakları ile YSK’nın sitesinde sıfır olarak işlendi. Kirli ittifak yürüten organize çete hile ve hırsızlıkla sandıkta millet iradesine darbe yaptı.”
Bu alıntılar uzatılabilir. Fakat, Ekim ayına gelindiğinde Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı “şüphelilerin suç kastıyla hareket ettiklerine dair kamu davası açılmasını gerektirecek yeterlilikte delil bulunmadığı anlaşılmıştır.” diyerek seçimlerin hile karıştırılmadan yapıldığını seçim kurullarında görev yapanları aklayarak ilan etti.
Bunlar, yerli-milli koalisyonun ipleri nereye kadar gerebileceğini gösteren örnekler ve bu nedenle bugün muhalefetin telaşlı bir şekilde bir araya gelmek istemesinde, bloklar kurmaya çalışmasında bir yanlışlık yok. Yanlışlık, kiminle, nasıl, hangi türden blokların kurulacağında düğümleniyor. Oya Baydar’a ulusalcılarınkinden bütünüyle farklı eleştirilerimiz de bu noktada başlıyor.
Demokrasi değil seçim bloku
Öncelikle, solun bazı önemli isimlerinin de hakkında olmuş bitmiş bir vaka gibi konuşmaya başladıkları bu blok, bir Demokrasi Bloku olamaz. Zira, Demokrasi Bloku’na katılmanın ilk şartının demokrat olmak olduğunu varsaymalıyız. Bu durumda, demokratlığı, Erdoğan karşıtlığına indirgemiyorsak, kurulan, kurulmakta olan şey bir Demokrasi Bloku değildir. Adı geçen zemin, apaçık bir “Seçim Bloku”dur. Seçim Blokları kurulabilir, isteyen her örgüt, parti, platform ya da birey bu blokta yerini alabilir. Seçim Bloku, bir seçimi kazanmak için kurulmuş olacağından, blokta yer almadan, bloku desteklemeden ama adaylarından bazılarına seçimlerde oy verilebilir. Fakat, önümüze sürülen şey, seçim için ittifak arayışlarının sanki bir Demokrasi Bloku’nun kuruluşu gibi davranılması, “şeyleri adıyla çağırmaktan” başka bir anlama geliyor. Sap, saman, burada karışıyor. Demokrasinin anlamı burada yok oluyor. Oyunu, 15 Temmuz darbe girişimi ve 16 Nisan referandumundan önceki kurallarına göre oynama duygusuna demokrasi adı veriliyor.
Erdoğan karşıtlığı, Erdoğan’ın yenildiği bir seçim, Erdoğansız bir siyasal zemin ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen garip, otoriter ve kriz yaratmak üzere inşa edilmiş gibi sadece kriz yaratan rejimin öncesine dönme isteğinin, sol ve demokrat olmakla hiçbir ilgisi yok. Bu, “kuralları, tarafları belli olan bir oyunumuz vardı, Erdoğan ve arkadaşları bu oyunun içinden gelip, sonra oyunun kurallarını değiştirdi, biz eski oyuna geri dönelim” demektir. Bu yüzden de eski dönemin tüm oyuncularıyla bir zeminde bir araya gelmekte bir sakınca görülmüyor ve bu zemin, “Demokrasi Bloku” olarak tarif ediliyor. Demokrasi’yi, böyle bir Blok’un adlandırması olmaktan kurtarmalıyız. Kurtarmalıyız, çünkü, Oya Baydar’ın bütün iyi niyetiyle katılmaya davet ettiği ulusalcılar da bu Blok’un doğal üyesi olarak görülen CHP-İYİP gibi partiler de hatta AKP’nin çözülüş sürecinin bir ifadesi olan Babacan ve Davutoğlu gibi isimler etrafında inşa olan yeni partiler de demokrat değiller. Oyunun oynandığı eski kuralların demokratik bir eksende şekillenmediğini acilen hatırlamamız lazım. Türkiye hiçbir zaman bir demokrasi cenneti olmadı. Eskiye özlem duyan bu unsurlar da öyle. Demokrat olmamak bir yana, antisemitist, göçmen düşmanı, sınır ötesi harekat meraklısı, soykırım tartışmasını duyduğu anda sinirleri bozulan, dindar insanlardan nefret eden, Kürt sorununda çözüm ve demokratik diyalog yöntemlerinin devreye girmesini bir kenara bırakalım, Kürt siyasilerle aynı fotoğraf karesi içinde görülmeye tahammülü olmayan siyasi figür ve odakların bileşiminden, Erdoğan’ı seçimlerde yenmek üzere bir seçim platformu çıkabilir, ama bir demokrasi, eşitlikler ve özgürlük platformu çıkamaz.
Uzayan bu yazı serisini, mücadelenin içinde inşa edilebilecek, egemen sınıfların bütün kanatlarından bağımsız ve bugüne kadar kazanılmış haklarımızdan geri adım atmadan nasıl başka bir Demokrasi Platformu, gerçek bir Demokrasi Platformu inşa edebileceğimize dair Oya Baydar’a bir iki öneride bulunarak bir sonraki yazıda bitireceğim. OHAL koşullarının yarattığı karanlık atmosferin, aslında İmamoğlu gibi pek de parlak olmayan bazı siyasileri nasıl parlattığını ve çözümün parlayan yıldızlarda değil işçi sınıfı, Kürt halkı, Ermeni soykırımı, kadın cinayetleri, yoksulluk, adaletsizlik, çürüme ve biriken öfkeyle alakalı bir değişim dinamiğinin örgütlenmesi sorunu olduğunu tartışmaya çalışacağım.
Şenol Karakaş
1. Fakat ondan önce, suyu çıkartılmış, cıvık cıvık bir tartışmaya dönüştürülmüş “Yetmez ama evet” tartışması hakkında bir iki cümle etmem lazım, bir dipnot sınırlarını aşmayı da göze alarak. Bir başarısızlıklar manzumesi olan ve dünya tarihinde içinden en çok parti çıkartan, karakteristiğini bölünme oluşturan, öyle ki içinden çıkan partilerin de temel özelliğinin bölünme olduğu bir partinin fikri savunucularından değillermiş ve sanki ÖDP’yi kapatmamışlar gibi kendi başarısızlıklarının bilançosunu çıkartmak yerine “Yetmez ama evetçilere” laf etmeden geçemeyenler var. Sol içinde özgürlükçü bir kanadın asla güçlenmemesi için çalışmak temel sorunları. Bu isimlerin söyledikleri, sürekli 2010 referandumunu gündemde tutmaları, hem T24 masasında Kılıçdaroğlu’yla beraber oturan ve aynı masada bulunan Murat Belge gibi isimlere yönelik “liberal”, “yetmez ama evetçi” düşmanlaştırmasını yapanlara, hem de Oya Baydar’ın uğraştığı ulusalcılara güç veriyor. Solundan sağına bütün “yetmez ama evet” düşmanları, oyalanıp duruyor, kendi tabanlarına başarısızlıklarının nedeninin “birileri” olduğunu söyleme şansını buluyorlar. Burada kötü olan, Oya Baydar gibi insanlarda da bir şüphe yaratmaları. Oya Baydar referandum tutumunda değil ama AKP analizinde hata yaptığını söylüyor. Olabilir ama “Yetmez ama evet” kampanyasını aktif bir şekilde örgütleyenler AKP analizinde hata yapmadılar. Siyasal İslam analizinde de öyle. AKP’nin bir burjuva partisi, sağcı bir burjuva partisi olduğu İslamcı karakterinin önünde görülmesi gereken bir gerçekti. Türkiye siyaseti daima daha sağa kaymaya meyillidir, zira sağın sağında yarım asırdır uyarma görevi yapan ve başka görevleri de olan MHP gibi bir parti, 12 Eylül gibi işleri yapmış bir ordu ve azınlıkların imhası üzerinde yükselen bir burjuvazisi vardır. AKP’nin daha da sağa kayması ve daha da kayacak olması, askeri vesayete karşı ve genel olarak demokrasi mücadelesinin bir uğrağı olarak gündeme bir zorunluluk olarak gelen taleplerin ve bu taleplerle ilgili referandumun neden bugünün otoriter eğilimlerinin sorumlusu olduğu konusunda, hurafeler dışında bir açıklaması yok. Ortada olan apaçık bir yalancılık, kendini kandırma, “ben demiştim!” diyebilme fırsatçılığını tüm başarısızlıklarını örtmek üzere değerlendirme gibi gerekçelerden söz edilebilir. Bu konuda uzun uzun yapmaya çalıştığım tartışma için şuraya bakılabilir: https://www.enternasyonalsosyalizm.org/ulusalcilar-kimlerdir-ve-yetmez-ama-evetcilere-karsi-nasil-mucadele-ederler.html
2. Bu konuşmanın ardından şunları tartışmıştık: “Bu, muhalefetin bütünüyle manasız hale getirilmesi sürecinin ilk adımıdır. Siyasal gücün aşırılaştırılıp merkezileştirilmesinin zirvesi, partiyle devletin özdeşleştirilip partinin liderinin de devletle özdeşleştirilmesidir. Türkiye’nin bekası AKP’nin bekasına indirgenirken, gerçekten de Erdoğan siyaseti bıraksa bugün aldığı oyları alamayacağı açık olan AKP’nin geleceği de Erdoğan’ın siyasal gücün merkezinde durup durmayacağına indirgeniyor.Bu, kuşkusuz muhalefete gözdağı vermek anlamı taşır, ama bu siyasal açıklama daha çok Erdoğan’ın önce kendi partisinin liderliğine, yönetim kademelerine, tabanına ve özellikle kendisini Erdoğan’la aynı çıkar birliği içinde gören yoksul ve emekçi kesimlerine uyarısı olarak görülmelidir. (https://adaletzemini.org/12-ekim-2018-akp-esittir-turkiye-mi/)