Bu yazıdan bir seri yapmayı düşünürken önce Trump’un Kudüs hamlesi geldi. Ardından günlük işler yoğunlaştı ve Zarrab davası ilk gün yarattığı heyecanı kaybetti. Bir anlamda dağ fare doğurdu duygusu hâkim oldu davayı izleyenlerde.
İkinci yazıda Zarrab davasına muhalefetin nasıl yaklaşması gerektiğini daha derli toplu bir şekilde ele almaya çalışacaktım ama Can Irmak Özinanır’ın yazdığı yazı, sorunu hızlı bir şekilde toparlıyor. Aşağıda Özinanır’ın bu yazısı yer alıyor:
Zarrab davası: Nasıl bir muhalefet?
Adı kamuoyunda Zarrab davası olarak duyulan ancak aslında jüri karşısına çıkarılan tek ismin Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla olduğu dava bir süredir muhaliflerin gündeminin üst sıralarında yer alıyor. Adı 17-25 Aralık operasyonunda sıklıkla gündeme gelen ve yakın bir zamana kadar iktidar çevrelerinin bir kahraman muamelesi yaptığı Reza Zarrab, ABD’de “İran ambargosunu delme” suçlamasıyla gerçekleşen davanın itirafçısı olarak yerli-millî iktidar blokunun düşmanları arasında yerini aldı. Kuşkusuz Zarrab’ın hükümetten isimlere rüşvet verdiği iddiaları ve ortada dönen paranın miktarı, bahsedilen paraları rüyasında bile göremeyecek olan biz ezilenler, işçiler, emekçi kesimler açısından çok önemli. Görünen o ki bizler artan vergiler, pahalılaşan temel gıdalar, artan işsizlik ile güvencesizlik ve bir türlü yoksulluk sınırının üstüne çıkamayan asgari ücret ile uğraşırken devletin içinde Zarrab gibi zenginlerle kol kola girerek ceplerini dolduran isimler var. İşçi sınıfı açısından bu davanın tek ama tek önemli yanı burası ve Zarrab davasına bakılması gereken nokta tam da bu. Teşhir edilmesi ve hesap sorulması gereken kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan yolsuzluklar ve yolsuzlukların işçi sınıfını giderek yoksullaştırılması üzerinde yükselmesi.
Davanın bir de muhalefetin bir kısmında çeşitli beklentiler yaratan diğer kısmı var. Hükümetin giderek artan baskıcı uygulamaları ve otoriterizmi, dünyanın büyük jandarması olduğunu her daim kanıtlamaya çalışan ABD’nin Türkiye’ye dönük bir yaptırımla sonuçlanabileceği veya bu dava sayesinde “rezil olan” hükümet ile ona oy veren kitleler arasındaki bağın kopabileceği beklentisi. Bu sebeple belgeler ve ABD devletinin “hukukundan” beklenti duyan bir muhalefet tarzı zaman zaman alıcı bulabiliyor. Bu noktada bir kısım “muhalefet” açısından elverişli bir zemin gibi görünebiliyor olabilir ama bu türden bir muhalefetin, sıradan insanların, emekçilerin hareket yeteneğini arttırması mümkün değil. Hatta davada tanıklık eden İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şubesi Müdürü Komiser Yardımcısı Hüseyin Korkmaz gibi isimlerin gösterdiği gibi bu kapışmada kötü kokan bir şeyler var. Korkmaz, 17-25 Aralık operasyonları gerekçesiyle tutuklanıp daha sonra bu operasyonda yer aldığını inkar ederek 2016 Şubat ayında serbest bırakılan bir isim. Bugün FBI’ın tanığı olarak operasyonu yürüten ekibin başı olduğunu söylüyor. 17-25 Aralık’taki operasyonların artık 15 Temmuz darbe girişiminin liderliğini yapan Fethullahçı darbeciler tarafından planlandığı biliniyor. İstihbarat örgütlerinin, darbeye bile kalkışabilen güç çevrelerinin eliyle veya argümanları ile yürütülecek bir muhalefetin AKP’yi zayıflatmadığı, hatta güçlendirdiği daha önce defalarca görüldü.
Türkiye’nin bunu bir “milli dava” gibi gösteren tavrına karşı çıkarken odaklanılması gereken yer, geniş kitlelerin çıkarları olmalı, dolayısıyla zenginler arasındaki kapışmada değil yoksullarla zenginler arasındaki kavgada taraf olmak gerekiyor.
Şenol Karakaş