Yetmez ama eh işte! I

03.12.2022 - 11:12

6’lı Masa’nın heyecanla beklenen anayasa değişikliğine dair uzlaşma metni kamuoyuna açıklandı. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan’ın açıkladığı Türkiye Yüzyılı metniyle kıyaslayınca eleştirmenlerin eleştirilerinden vazgeçip 6’lı Masa’nın metnine kurumakta olan bir derenin can suyu bulması gibi dört elle sarılması anlaşılabilir bir durum.

Erdoğan’ın sunduğu metin hamasi milliyetçi söylemlerin altında tüm demokrasinin ezildiği bir rejimi simgelerken, 6’lı Masa’nın metninde, “Bu anayasa değişikliğinin amacı, Türkiye’de yönetimde keyfiliğe yol açan, anayasal hak ve hürriyetleri güvencesiz bırakan, hukuk devleti mekanizmalarının tamamını aşındıran Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini yürürlükten kaldırmak ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçişi sağlamaktır” yazıyor. 

Genel gerekçe bölümünde öneri başlığının altında “Bu amaçla önerimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği kanunlar üzerinde Cumhurbaşkanına tanınan veto yetkisini sona erdirecektir. Böylece Cumhurbaşkanı, Meclisin kabul ettiği kanunları, evvelce olduğu gibi bir defaya mahsus olmak üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne iade edecektir. Meclis iade edilen kanunu, dilerse basit çoğunlukla aynen kabul edebilecektir.”

Bu giriş metne ruhunu veren ve odak noktasını oluşturan değişiklik konusunun Türk usulü başkanlık rejimi olduğunu gösteriyor. İnsanları, Meral Akşener’in zihniyetini bilenlerimizi dahi en azından “olumludur bu değişiklik” demeye iten ana öğe, metnin, Erdoğan-Bahçeli iktidar blokunun üzerinde yükseldiği rejim mimarisine son vermeyi vaat etmiş olmasıdır.

Kuşkusuz bir dizi olumlu adım alt alta sıralanmış değişiklik önerisinde. TBMM’nin kabul ettiği kanunlar üzerindeki Cumhurbaşkanı veto yetkisinin sona erecek olması, Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığının sağlanacağı, bakanlar ve başbakanla birlikte çalışacağı için denetleneceği gibi öneriler, hep, Türk usulü başkanlık rejiminden kurtulma yönündeki talepler.

Ya “Devlet Partisi?”

Ama bu taleplerin hayat geçtiği koşullarda da toplumun çalışan, işçi, kadın ve Kürtler gibi ezilen çoğunluğu için çok büyük bir değişiklik anlamına gelmediğini görmek lazım.

Demirel, Özal, özellikle Ahmet Necdet Sezer partisiz cumhurbaşkanıydılar. Ama ilk ikisi cumhurbaşkanı seçildikten sonra istif ettikleri partilerini savunmaya devam etti, üçüncüsü ise kolektif grupların ve bireylerin özgürlüğü karşısında Türkiye’de en büyük burjuva partisi olan Devlet Partisi’nin onulmaz bir sözcüsü oldu.

Rejimin mimarisinde, teknik görünümlü sorunların çözümü, bu mimarinin üzerinde yükseldiği sahadaki problemler çözülmediği sürece çok büyük bir anlam taşımaz.

Metnin yazarları da bu gerçeğin farkında olacaklar ki başka alanlarda da, elbette özellikle yargı alanı başta olmak üzere, bir dizi değişiklik önerisine sahipler. 

Bunu şöyle ifade ediyorlar: “Önerimiz, sadece bir hükümet sistemi değişikliğinden ibaret değildir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi altında bağımsızlığını kaybederek hukukun üstünlüğünün güvencesi olmaktan uzaklaşan yargı organı, gerçek bir hukuk devletinin gerektirdiği bağımsızlığına kavuşturulacaktır. Böylece yargı organı, Anayasanın ve hukukun üstünlüğünün teminatı haline gelerek vatandaşların anayasal hürriyetlerinin garantisi olma işlevini yerine getirebilecektir. Bu sayede vatandaşlar, geleceğe güvenle bakabilecekleri huzurlu bir ortama kavuşacaklardır.”

Burada, bir noktanın kesinlikle düzeltilmesi ve metin yazarlarına kırmızı kart gösterilmesi gerekiyor: Şu cümle, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi altında bağımsızlığını kaybederek hukukun üstünlüğünün güvencesi olmaktan uzaklaşan yargı organı, gerçek bir hukuk devletinin gerektirdiği bağımsızlığına kavuşturulacaktır” cümlesi, Türk usulü başkanlık rejiminin hayata geçmesinden önce, yargı organının bağımsızlığını kaybettiği iddia ediyor. Bu, en kibar tarifiyle doğru değil. 2018’e kadar, bırakalım inanılmaz hukuk maskaralıklarla hayatları çalınan, cezaevlerine atılan yüzbinlerce insanı, benim gibi bu hukuksal şiddeti kıyısından köşesinden yaşayan insanlar bile bir dizi DGM rezaletini yaşamıştır. Yazı İşleri Müdürü olduğum bir gazetede Hürriyet gazetesinden  alıntılanmış bir haber nedeniyle 21 ay kesinleşmiş ceza aldığım, KESK’in grevine katılma çağrısı nedeniyle yargılandığım, faşist partinin kapatılmasını istememiz nedeniyle o partiyi hedef gösterdiğim için yargılandığımı hatırlayabiliyorum. 

Bu yüzden, bugünün tahammül fersah hukuki skandalları, dünün hukuksal rezaletlerini örtmek için bir gerekçe olamaz. Metnin yazarları, sürekli olarak dikiz aynasına bakarak ileriye doğru gitmeye çalışan otomobil sürücüleri gibi. Bugünün karanlığı, geçmişin karanlığını unutturmamalı. Hele hâlâ cezaevlerinde geçmiş on yılların hukuksal nobranlığının cezasını çeken insanlar cezaevlerindeyken.

Hukuksal alanda yapılması planlanan değişiklikler de Devlet Partisi’nin durumunu, Türkiye’de hem siyasal hem hukuksal alandaki baskın varlığını es geçiyor. Şöyle olumlu öneriler var:  “Yargılama sürecinin temel unsurlarından biri olan savunma makamı, ilk defa, bir anayasa hükmüyle düzenlenerek bu makamın iddia makamıyla eşit bir statüye kavuşturulması sağlanmıştır. Bu yenilik, hukuk devletinin temel unsurlarından olan adil yargılanma hakkının ve bu hakkın bir parçası olan silahların eşitliği ilkesinin garanti edilmesini sağlayacaktır. Bu çerçevede Türkiye Barolar Birliği’nin özerk bir kuruluş olması da sağlanarak savunma makamı güçlendirilmiş; avukatlık mesleğine sahip olması gereken itibar kazandırılmıştır.”

Hem bunun gibi hem de temel hak ve özgürlüklerle ilgili şu maddede olduğu gibi olumlu önerilerin ardı arkası kesilmiyor: “İnsan onuru dokunulmazdır ve anayasal düzenin temelidir. Devlet, insan onuruna saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür. Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler bir bütündür, birbirini tamamlar ve yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar. Devlet, temel hak ve hürriyetlerden herkesin etkili biçimde yararlanmasını sağlayacak her türlü düzenlemeyi yapmak, tedbiri almak ve ihlalini önlemekle yükümlüdür.”

Yargıda tepeden tırnağa bir değişim!

Ama tam burada, devreye Devlet Partisi’nin gölgesi giriyor. Volkan Akyıldırım’ın öneri gündeme geldiğinde kaleme aldığı yazıda vurguladığı gibi, “Örneğin konuyla ilgili başlayan tartışmalarda ifade edildiği gibi düşünceyi açıklama hürriyetini kısıtlamak için kullanılan 26. maddeyi metinden çıkartan 6’lı Masa teklifinde anayasanın 25. maddesine aynen kopyalayıp koymuş. Bu da milli güvenlik gerekçesiyle herkesin keyfi bir şekilde hapse atılabildiği bir maddenin korunması anlamına geliyor. Yine bir başka örnek ise Madde 34’te toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkıyla ilgili düzenlemede, “kimseden izin almadan açıklama yapma hakkı” yine milli güvenlik gerekçesiyle engellenebilir. Son yıllardaki tüm grev yasaklamalarının arkasında bu gerekçe var.”

Gerçekten de 6’lı Masa’nın bu hukuksal metni kaleme alan hukukçuları, asli ideolojik aidiyetlerini metne şöyle yedirmişler (Düşünceyi açıklama ve yayma ve basın yayım bölümüyle ilgili düzenlemelerde): “Basın hürriyetinin kullanılması; millî güvenlik, kamu düzeni, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, Devlet sırrı olarak kanunla düzenlenmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret ve haklarının korunması sebepleriyle sınırlanabilir.” 6’lı Masa’nın iktidarda olduğu, Merak Akşener’in bu iktidar ittifakının belirleyici unsurlarından birisi olduğunu düşününce, mevcut yasa metinlerinde yer alan “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” gibi maddelerin korunmasının ne kadar tehlikeli bir durum olduğu ortada.

Kaldı ki, hukuk alanında bu alanın tüm bileşenlerinin, tepeden tırnağa “radikal bir reform” sürecinden geçmeden değişiklik paketinin içerdiği olumlulukların hayata geçmesini beklememek gerekiyor.

Bu yüzden, “Yetmez ama eh işte!” demekte fayda var bu çıkışa. İkinci yazıda kolektif haklar meselesine değinmeye çalışarak devam edeceğim. 

Şenol Karakaş

 


Bültene kayıt ol