Son yazıda Siyonizm’in özel tür bir ırkçılık olduğunu ve soykırımcı bir devlet politikasının temel harcı olduğunu ele almaya çalıştım. Bu yazıda, hem Siyonist ırkçıların üzerinde sörf yaptığı İslamofobi açısından hem de Gazze direnişiyle arasına mesafe koymak için yapmadığını bırakmayanlar açısından Hamas konusuna değinip, sonra da nasıl bir Filistin dayanışması örmemiz gerektiğine işaret ederek bu seriyi bitireceğim.
Hamas’a yönelik ABD nefreti
Hamas’ın 2006 yılında seçimleri kazanması, demokrasiye en saygısız ülke olan ABD’nin özel nefretini topladı. Mahmut Abbas aracılığıyla, seçim sonuçlarını tanımayanlar düpedüz bir darbe planlandı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolize Rice’ın ısrarcı olduğu darbe girişimi Hamas’ın karşı müdahalesiyle püskürtüldü. Doğrudan emperyalizmle işbirliği içinde girişilen bu süreç Hamas’ın bugünkü etkinliğini de Abbas’ın yalnızlığını da açıklayan etkenlerden birisi. ABD, Hamas nefretiyle, kontrolü dışında bir siyasal gücün kendi iki devletli çözüm anlayışını zedeleme ihtimaline karşı kapıların kapanmasını istiyor.
Hamas kuşkusuz bir dizi tartışmayı tetikledi. Hamas’ı anlamak için Oslo süreci tartışmalarına bakmak gerekiyor. Öncelikle görülmesi gereken, Oslo süreci hakkında yaratılan tüm efsanelerin de İsrail işgalini meşrulaştırmak için geliştirilen ABD-İsrail stratejisinin bir parçası olduğudur. Ilan Pappe’nin net bir şekilde aktardığı gibi, Oslo’da önerilen iki devletli çözüm, İsrail’in hem ne kadar toprağı Filistinlilere verme hem de geride bıraktığı topraklarda ne olacağını tayin etme yetkisine sahip olması anlamına gelen bölücü bir teklifti:
İki devletli çözüm, daha önce de belirtildiği üzere, bir çemberi tamamlamak amacıyla ortaya atılmış bir İsrail icadıdır. Batı Şeria’nın orada yaşayan nüfusu içine almadan nasıl İsrail kontrolü altında tutulabileceği sorusuna cevap vermektedir. Böylece Batı Şeria’nın bir kısmının özerk, yarı-devlet olması önerildi. Bunun karşılığında Filistinlilerin geri dönüş, İsrail’deki Filistinlilerin eşit haklara sahip olması, Kudüs’ün kaderi ve anavatanlarında insan olarak normal bir yaşam sürme umutlarından vazgeçmeleri gerekecekti.
Oslo Barış Süreci’nin sonucunda imzalanan antlaşmayla hem Batı Şeria bölünmüş hem de Gazze Şeridi “Yahudi” ve “Filistin” bölgeleri olarak ayrılmış, ama ayrıca Filistin bölgeleri bir de küçük kantonlara bölünmüştü.
Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını kapsamayan Oslo ve Camp David süreçleri mülteci sorunu ve İsrail içindeki Filistinli azınlığın dışlanması, “Filistin halkının” demografik olarak Filistin ulusunun yarısından daha azına indirgenmesi anlamına geldi. Tüm bu müzakere süreci İsrail ve ABD tarafından yönetiliyordu ve Filistinlilerin geri dönüş hakkının mutlak ve kategorik olarak reddini de içeren belgeyi Filistinlilere kabul ettirmekten başka bir amaca sahip değildi.
Nasıl ki bugün tanık olduğumuz acımasız ve soykırımcı şiddetin sorumlusu El Aksa Tufanı değilse, iki devletli çözüm projesinin Filistinliler tarafından kabul edilmemesinin ve intifadanın başlamasının nedeni de Filistin liderliği ve Yaser Arafat’ın terör kışkırtıcılığı değildi. Arafat, Camp David’e Filistinliler için elle tutulabilir kazanımlar elde etmeye gelmişti. İsrail genelkurmayının ise bir süre sonra iyice netleşecek bir şekilde işgali sonsuza kadar sürdürecek ve Lübnan’da Hizbullah karşısında aldığı utanç verici yenilgiyi unutturacak bir girişime ihtiyacı vardı.
İntifada, bu sürecin tetikleyicisi olan Şaron adındaki ırkçının Harem-üş Şerif’i (Bölgedeki Müslümanlar ve Yahudiler açısından kutsal olan bir mekan) yüzlerce korumasıyla adeta basar gibi ziyaret etmesi sonucunda, Filistinlilerin öfkesinin patlamasıyla başladı. İkinci İntifada yaklaşık iki yıl sürdü.
Stalinizm’in etkisi
Hem İsrail’le iki devletli çözüm konusundaki uzlaşır tutum hem de Filistin solunun Hamas ve SSCB’ye yaklaşımı Hamas’ın yükselişindeki önemli etkenlerdi. Stalin dönemi Rusya İsrail devletinin kuruluşuna diplomatik olarak tam destek verdi. Buna rağmen Filistin solu, SSCB’yi önemli bir odak olarak gördü. Bu odak olma hali ile gerilla mücadelelerinden etkilenmenin arasında doğrudan bir bağlantı var: “FHKC’nin kadrolarından ve Eylül 1970 hava korsanlarından biri olan Leila Khaled, otobiyografisinde Guevara’nın devrimcilerin görevlerine ilişkin ünlü sözlerini yineledi; ‘Kitlelere ilham vermek ve karşı-devrim çağında devrimci ayaklanmayı tetiklemek için devrimciler olarak hareket ediyoruz.’”
Filistin solunun bu teorik ve siyasi kökenleri, solda daha sonra yaşanan gerilemeyi ve Hamas gibi örgütlerin öne çıkmasını açıklamak için de kilit role sahip. Çünkü bu kökenler, özellikle 1987’de patlayan Birinci İntifadaya Filistin solunun yanlış bakışının da nedenleri arasında.
“Filistinliler, İsrail işgaline karşı yanındaki sıradan insanları büyüleyen taban örgütlenmeleriyle direndi. Kendi kendini örgütleyen komiteler protestoları, grevleri ve İsrail işgal güçlerine karşı fiziksel direnişi harekete geçirmenin yanı sıra gizli sağlık ve eğitim sistemleri de kurdu.”
Arafat’ın bu alternatifle bütünleşme yerine kendi örgütsel varlığına yönelik bir tehdit olarak algılaması, İsrail ve ABD ile uzlaşma görüşmelerinin hızlanmasına neden oldu. Bu uzlaşmacı tutumla kitle isyanlarına arkasına dönen liderliğin yanı sıra “İsrail yerleşimci sömürgeciliğinin Filistin işçi sınıfını tarihsel olarak parçalaması ve milyonlarca Filistinliyi yerinden etmesi” de Birinci İntifadanın çok daha etkin bir kazanım elde etmesini engelledi.
İsrail devletini parçalayamayan hareket, Oslo sürecinin bir parçası olarak kurulan Filistin Yönetimi’nin uzlaşmacılığı ve bürokratik çürümesinin basıncına maruz kaldığında Filistin halkının öfkesine seslenmek üzere, sahnede Hamas vardı.
İsrail sözcüleri, Hamas’ın yükselişi ve Gazze’de oyların büyük çoğunluğunu kazanarak iktidar olmasından sonra Gazze ablukasını bir şiddet aygıtı olarak kullanmaya başladı ve bugün artık hepimize çok tanıdık gelen şu sözlerle konumlarını meşrulaştırmaya çalıştılar: “Başka çaremiz yok, çünkü Hamas İsrail’in var olma hakkını tanımayan köktendinci bir örgüttür.”
Hamas eleştirisinin sınırları
Hamas’a yönelik olarak İsrail sözcülerinin kullandığı dille bazı seküler “solcuların” kullandığı dil arasında farklılık olmaması, hele İsrail devletinin köktendinci bir devlet olduğunu düşündüğümüzde çok ilginç bir durumdur. Herhangi bir Filistinlinin İsrail’in var olma hakkını tanımasını beklemek zaten çok saçma. Fakat Hamas, sanılanın aksine İsrail’i ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs’teki yerleşimleri kaldırması koşuluyla İsrail’in 1967 sınırlarını tanımıştır.
Hamas, laik ve sol milliyetçilerin Filistin’de girdiği krize camilerde ve üniversitelerde muhafazakar öğrenciler arasında güçlü bir kitle tabanı inşa ederek yanıt vermeye başlamıştı. Birinci İntifada ile Filistin milliyetçiliği krizinin çözümünü “İslam”da gören bir alternatif öneriyordu. Hamas, Oslo barış görüşmelerine başından beri karşı çıkmış ve bu görüşmelerin İsrail’e verilen bir tavizler silsilesi olması nedeniyle “Filistinlilerin tarihi Filistin topraklarının tamamı üzerindeki hak iddiasında ve mültecilerin geri dönüş hakkı konusunda ısrar” etmesiyle Arafat’ın uzlaşmacı pozisyonundan mesafelenmişti.
Oslo süreci çöktü ve ardından 2000 yılında patlayan yeni isyan dalgasıyla Hamas bu kez kitleler açısından eylem içinde haklı görülmeye başladı.
Hamas konusundaki önyargı, bu hareketin İsrail’e direnen kitleler nezdinde –daha da özetle söylemek gerekirse özellikle Gazze halkının bağrında— bu kadar prestijli kılan unsur onun İslami bir hareket olması değil, koşulsuz bir şekilde direnişten yana olması. Bunu görmek, solun atacağı adımların netleşmesi açısından da önemli.
Artık iyice sıkıcı hâle geldi ki Türkiye’den Filistin’de süren direnişi bölmeye çalışanlar ne derse desin, Filistin’de direniş, “Direniş Odası”nda ortaklaşmış durumda. Türkiye’deki eylemlerde, Filistin’de mücadele eden örgütlerden kime yakın olduğuna göre farklı sloganlar atan gruplar da var; “Yaşasın Filistin Halk Kurtuluş cephesi” ve “Hamas” sloganları ayrı ayrı, rekabet ve farklılığı vurguluyor.
Bu elbette gelişmelere AKP prizmasından bakmakla da ilgili. Filistin’de direnişin liderliğini kimin yaptığını tayin eden, kimin uzlaşmadığı, çürümediği, yozlaşmadığı sorusuna verilen yanıta bağlı. Yoksa, Hamas, Filistin işçilerinin aşağıdan mücadelesinin ve özyönetim organlarının, İsrail saldırganlığına verilmesi gereken esas yanıt olduğunu düşünmüyor elbette. Ama aynı Hamas İsrail ya da ABD’ye, diplomatik sürece dahil edilmesi karşılığında bekledikleri tavizi vermediği için, Gazze’deki etkisini koruyor.
2025’te tek dileğimiz özgür Filistin
Bugün, birincisi Filistin halkının direnişi, ikincisi küresel bir karakter kazanan İntifada hareketinin dünya çapında yarattığı basınç ve üçüncüsü ise hiç beklenmedik kurumların bu basınç ve hareket nedeniyle İsrail devletini paçavraya çevirecek kararlar almış olmasının sonucu olarak, Siyonizm’in tarihi bir iflas içinde olduğunu görmek lazım.
Bu yüzden, Filistin halkının nasıl direnmesi gerektiği konusunda ahkam kesmeden, bu direnişin kazanması için yığınsal mücadele örgütlemek, örgütlediğimiz mücadeleleri büyütmek zorundayız.
Öte yandan her ülkede işçi sınıflarının kendi iktidarları üzerinde baskı yapması ve İsrail’e tam çaplı bir boykot uygulanmasını da her düzeyde sağlamalıyız.
Gazze’nin, her ülkede, örgütlü işçi sınıfının işyerlerinde ses çıkartacağı bir mücadeleye dönüşmesi için, her işyerinde her işçinin Gazzeliymiş gibi mücadele etmesini sağlayacak birleşik, merkezi, aynı zamanda yerel ve her türden yaratıcı fikre açık bir kampanyanın, uzun soluklu bir dayanışma ağının inşa edilmesi gerekiyor.
Netanyahu ve katil bakanının çok sayıda ülkede, oralara ayak bastığı takdirde savaş suçları nedeniyle tutuklanması yönünde alınan karar, Siyonizm’in çöküşünün ve direnenlerin zaferinin en net göstergesidir.
Şimdi, “Nehirden denize özgür Filistin” diyen hareketin aralıksız mücadelesine ihtiyacımız var.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)