Meral Akşener, tam 18 Ocak günü, Hrant Dink anmasından bir gün önce çok tehlikeli bir açıklama yaptı. Ülkücü Sinan Ateş’in yine ülkücüler tarafından öldürülmesini “Onu torbacılar öldürdü, katletti. Biz geçmişimizde siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi. Onun için de hiçbirimiz korkmadık ama o çocuğun babasını katledenler torbacılar” diyerek açıkladı.
Gelen tepkiler üzerine ne demek istediğini şöyle açıklarken 1970'lerde solcular ve ülkücüler arasında yaşanan olaylara atıfta bulundu ve o dönemdeki eylemlerin "açık ve net" olduğunu belirtti, "Biz korkmazdık, çünkü orada abidik gubidik yoktu." gibi saçma sapan şeyler söyledi.
Özrü kabahatinden büyük lafı Akşener’in “mertçe cinayet” açıklamalarına çok uygun.
1978 yılında, sokak arasında kaldırımlara iki taş koyup Japon kale adını verdiğimiz bir maç türüne dalmışken, yakası bağrı açık lümpen 10-15 kişilik lümpen bir grubun sokağımıza girip, biz 10 yaşındaysak abilerimiz ve ablalarımızın henüz liseyi yeni bitirdiği yaşta olduğunu düşünebiliriz, kendi haline sohbet eden, eğlenen mahallenin gençlerine şiddet uygulamaya başladılar. Çok şaşırtıcıydı çünkü ortada hiçbir neden yoktu. Genç kadınları düzgün giyinmeleri konusunda uyarırken erkekleri tokatlamaya ve kendilerine karşılık vermeye zorlamaya başladılar. Bu ısrarlı faşist saldırıların düzenli hale gelmesinden bir süre sonra, sokağımız Çember Sokak, faşistlerle devrimcilerin sınır sokağı haline gelmişti. Defalarca baltalarla evlerimize kadar girip dolapların arkasında büyüklerimizi ya da evlerimizde kaldıklarından şüphelendikleri devrimcileri arayan faşist çetelerde mertliğin‛ en küçük izi bile yoktu. Defalarca polis eşliğinde bastılar sokağımızı. Daha aşağı bir sokakta birikmeye başlarlardı. 6 ay içinde sokakta, köşe başlarında gözcüler haline gelmiştik. Minik devrimciler olarak faşistler 200 metre aşağıda birikmeye başladığında bizim sokakta apartman aralarında duranlara haber verir ve taş toplardık. Çünkü faşistler saldırıya geçtiğinde taş atarak, büyük büyük tuğlalar atarak saldırır, bir çok seferinde de silah kullanırlardı. Bizim sokaklara girip evleri basmalarını engellemek için faşistler biriktiği her seferinde taşları toplar köşe başına koyardık.
Sağ sol çatışması değil faşist saldırı
Nöbetçiliğimiz polis araçları ve cemse gözcülüğünü de içerirdi. Faşistler defalarca polis arabaları sokağımıza yaklaştıkça bu arabaların arkasına saklanarak polisle beraber yaklaşırlardı. Her gün çatışmanın olduğu, bir kez bombanın atıldığı, polisin, polis yeterli gelmezse jandarmanın her gün bastığı bizim sokakta yaşananlar Türkiye’de yaşananların bir parçasıydı ama düşük yoğunluklu bir parçasıydı. Fakat bu düşük yoğunluk içinde iki şeyden söz edilemez: birincisi, Akşener süreci çarpıtıyor. Sürecin adı sağ sol çatışması değildi, devlet destekli bir faşist saldırının Türkiye’nin her yanında örgütlenmesiydi.
Silahlanan, kontrgerilla kamplarında eğitim gören, devlet içinde ülkücü derin ağlarla yayılan ve demokrasinin her bir zerresine düşman olan bir siyasal odak, sokakta güçlenmiş olan faşist hareketin topyekun saldırısıyla karşı karşıyaydık ve burada sözü edilecek en son şey mertlikti! Teke teke bir döğüşten söz etmek mümkün değildi. Bir keresinde evimizde otururken, gündüz vakti devletin kolluk güçleri kapımızı kırarak ve Artvin’den devrimci mücadeleye katılmaya gelmiş kod adı “Şavşat abi” bir devrimcinin çenesini tüfeğin dipçiğiyle kırarak evimizi basmışlardı. O günlerde faşistler bizim sokak dahil tüm mahallenin denetimini ele geçirmişlerdi ve bu sivil tipler sokağımızın her yerinde nöbet tutuyorlardı. Mahallenin gençleri evden dışarı çıktığında kimlik kontrolü yapıyor, kadınları taciz ediyordu. Ortada mertlik yoktu, büyük bir terör dalgasıyla ve devlet desteğiyle üzerimize gelen faşist alçaklık vardı.
16 Mart katliamı ve faşistler karanlık ilişkiler ağı
1970’lerde çok erken dönemde faşist partinin içinde yer aldı Akşener. O yüzden faşistlerin işlediği her cinayeti meşrulaştırmaya çalışmasını yadırgamamak lazım. Bianet’teki Akşener haberi şöyle tanıtıyor bu aşırı milliyetçi, devletçi şahsı: “Kendi internet sitesinde, ‘Lise ve üniversitede Ülkücü olarak mücadele içinde yer aldı. Ağabeyinin MHP İl Başkanı olması nedeniyle parti siyaseti ile de yakından ilgilendi.’ deniyor.”
Akşener’in parti siyasetiyle yakından ilgilendiği o dönemde bazı mertçe olmayan cinayetler işlenmekteydi. Bu cinayetlerden birisi 16 Mart katliamı. Hiçbir yerde haberini bulamayan Wikipedia’ya bakabilir. 16 Mart katliamı öncesinde öğrenciler faşist saldırılara karşı tedbir olarak okula topluca girip çıkıyorlardı. Ama saldırının bu kadar mertçe olmayan bir şekilde geleceğini düşünemediler. Faşistler kol kola girerek okuldan çıkmaya çalışan öğrencilere karşı önce sloganlar atarak tepki gösterdiler, ardından büyük bir gürültü koptu. Bütün tanıklıklar silah sesleri sona erip ortalığı kaplayan duman dağıldığında yaşanan katliamın dehşetini anlatır. Yerde üç İGD’li, bir Dev-Genç’li, bir TİKEP’li ve iki TİP’li öğrencinin cesedi yatıyordu.
Tıpkı yıllar sonra 10 Ekim Ankara Gar katliamında olduğu gibi 16 Mart 1978’de de polis saldırıya uğrayanlarla uğraşıyordu. “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak!” sloganı atan faşistlerin bu eyleminin devlet tarafından bilindiği şu nedenle çok netti: “Dönemin Toplum Polisi Veli Murat Nebioğlu, katliamdan 9 gün önce İstanbul’un tüm emniyet birimlerine katliamın olacağı yönünde yolladığı resmi yazıda şu bilgilere yer veriyordu: “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 8 Mart 1978 günü ülkücü gruba mensup öğrencilerin, karşı görüşlü öğrencilere Amfi-1’de saldıracakları, sol gruba mensup öğrencilerin fakülteye gelmeye devam etmeleri halinde de 8-10 gün içinde bu grup üzerine bomba atılacağı istihbarat olunmuştur...”
Akşener’in, faşist katiller şebekesinin ve bu şebekeye kol kanat geren devlet organlarının her yanından mertlik akmaktadır! Akşener “orada abudik gubudik yoktu” diyor ya, her ne demekse bu “abudik gubudik” herhalde en uygun örneği şudur: Katliamı gerçekleştirenler olay yerinden hızla uzaklaşırken, arkalarından koşan polis memurları “Durun... Koşmayın...” emri ile geri döndüler örneğin. Örneğin, Abdullah Çatlı’nın, 7 kişinin öldüğü çok sayıda öğrencinin yaralandığı bu katliamda kullanılan bombaları temin ettiği ortaya çıktı.
Evrensel Gazetesi’nin derlediği 16 Mart dosyasında özetlendiği gibi bir başka örnek de şu: İstanbul DGM, Susurluk Davası çerçevesinde yaptığı bir araştırmada olaylar sırasında polislere “Durun... Koşmayın...” emrini veren Reşat Altay’ın Abdullah Çatlı’yla beş kez telefon görüşmesi yaptığını belirlemesi de, katliamdan devletin ne kadar haberdar olduğunu ve davayı engellemek için elinden geleni yaptığını açıklıyordu.
Maraş’ta aşırı “mertlik”
19 Aralık’ta Maraş’ta aşırı sağcı bir film gösterimi sırasında sinemaya bomba atılır. Tahrip gücü çok düşük olan bu bombayı faşistlerin topluca izlediği bu film sırasında kim atmıştır dersiniz? Elbette yine faşistler: Daha sonra katliamla ilgili hazırlanan iddianameye göre “tahrip gücü az patlayıcı madde Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şube başkanı Mehmet Leblebici ve başkan yardımcısı Mustafa Kanlıdere'nin talimatları ile ülkücü militanlar Ökkeş Kenger ve Yunus İlhan tarafından atıldı.”
Böylece Aleviler üzerinde haftalardır tırmandırılan baskı, bu bombayı komünistler attı yaygarasıyla iyice köpürtüldü. Emniyet Genel Müdürlüğü raporlarında şöyle anlatılıyor: "Kenger, 19 Aralık 1978’de Çiçek Sineması’ndaki patlamadan önce ve sonra Ankara ÜGD’ye (Ülkücü Gençlik Derneğine) ait 29 43 51 numaralı telefonla konuştu. Kenger, patlamadan hemen sonra sanki bu patlamayı bekliyormuş gibi salondaki şahısları toplayarak onlara öncülük etmiş, emirler vererek sloganlar attırmıştır."
Hemen ertesi gün Alevilerin yoğun olarak gittiği bir kahvehaneye el bombası atıldı. Sol sendikaya üye iki öğretmen evlerine girerken öldürüldü. "Komünistler'in ve Aleviler'in cenaze namazı kılınmaz" diyerek çoğunluğunu MHP'li ve ülkücülerin oluşturduğu sağ gruplar tarafından saldırı gerçekleştirildi. 300'e yakın işyeri tahrip edildi. Olaylar sırasında 39 kişi yaralandı. Çıkan olaylarda 2 kişi öldürüldü. Ardından bir imam Cuma vaazında "Oruç tutmak, namaz kılmakla hacı olunmaz. Bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır. Bütün din kardeşlerimiz; hükûmete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır! Çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz!" (Bu demokratik-özgürlükçü olan ama devletçi ve darbeci olmayan bir laikliğin önemini kavrayamayan herkesin dikkat etmesi gereken bir noktadır, binlerce imam her cuma günü devletin resmi propagandasını yapıyorsa orada ne hangi dine inanırsa inansınlar dini inanca sahip olanlar ne de atesitler için güvenli bir siyasal zemin vardır.)
Saldırıların dozu giderek artar sol dernekler, CHP binaları ve CHP’liler hedeflenirken 22 Aralık akşamı faşist linç örgütçüleri mertçe bir dedikodu yaydılar. Dedikoduya göre "ertesi gün solcu Aleviler'in silahlı saldırı yapacakları." Böylece linç için kitlelere silah dağıtmanın da yolunu bulmuşlardı. Kurumların binaları ateşete verildi, dernekler yakılıp yıkıldı, 23 Aralık sabahı belediye hoparlörleri komünistlerin üç kişiyi şehit ettiği, Alevilerin suya zehir kattığı gibi yalanlarla linç örgütlenmesine öfke ve kitlesel bir yan eklemeyi başardılar. “Alevi mahallerinde camiler yakılıyor” yalanları eşliğinde saldırılar başladı. Saldırılar ertesi gün polise de yöneldi. Polis halkla polis arasındaki gerilim azalsın bahanesiyle geri çekildi. Devlet elini eteğini çekince devlet destekli faşist çeteler katliama giriştiler.
Katliam
Cinayetlere tanık olanlardan CHP Kahramanmaraş il Başkanı Mehmet Parlakyiğit şunları anlatıyordu: "Kahramanmaraş'taki katliamı tarif etmek için kelime bulamıyorum. Buna vahşet demek hafif olur. Sokaklardan evlerden 3 yaşındaki çocukların, 60 yaşındaki ihtiyarların parçalanmış cesetleri taşınıyor. İki gün süren saldırılarda ölenlerin 150 civarında olduğunu tahmin ediyorum. Olaylar, saldırılar, cinayetler vatandaşların kalbinde derin yaralar açmıştır. Unutmak istesek dahi bu olayların, bu vahşetin, unutulabileceğini söylemek mümkün değil. (...) Olayların başlangıcında konulan sokağa çıkma yasağına yalnız ve yalnız mağdur vatandaşlar uymuş ve hala uymaktadır. Ne var ki, mağdur yurttaşların evlerinde mahsur kalmaları ve saldırıya hedef olmaları biçimine dönüşmüştür bu yasak."
Bir başka tanık ise "Maraş doğum hastanesi var oraya da gittim. Bir kadını öldürmüşler tel ile direğe bağlamışlar ve bebeğini karnından çıkartıp göğsüne çivilemişlerdi. Kadının her yeri kanlar içerisindeydi. Bir kadının göğsünü kesmişler, kestikleri göğsünü de çocuğunun ağzına koymuşlardı. Orada Cennet Şimal’ı da gördüm. Cennet Şimal Elif Ana’nın ablasıdır. O dönem bizim yaptığımız evin inşaatına kum getiren demirci Cuma, Cennet Şimal’ın sağ gözünü tornavida ile çıkarttı.” diye anlatıyor.
Bu katliamda resmi açıklamalara göre “120 kişi öldürüldü, 1000'den fazla kişi yaralandı, Alevilere ait 559 ev yakıldı. 290'a yakın iş yeri tahrip edildi.”
Elbette katillerin yargılama süreci fiyaskoyla sonuçlandı. Dava açılan faşist sayısı katliamın boyutlarını da gösteriyor: “804 kişi hakkında dava açılmıştır. Sanıklardan 29 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırılmıştır.” Elbette hiç kimse hapiste kalmadı, hatta adı katliamlara karışanlardan bazıları milletvekili oldu.
Bu günlerde Akşener mertçe dolaşıyor olabilir ortalıkta ama parçası olduğu şebeke her türlü vicdansız yöntemi kullanarak cinayet üstüne cinayet işlemeye devam ediyordu. Elbette her cinayette alçakça bir durum söz konusudur. Öz savunma yaparken, kendini öldürmeye çalışanlardan korurken işlenen cinayetler dışında tüm cinayetler eşitsiz koşulların, öldürülenin aleyhine işleyen koşulların ürünüdür. Teke tek düellolar bile öyledir. Onda da eşit iki güç çarpışmaz, birisi koşullar nedeniyle daha iyi silah kullanmaktadır, 100 kere düello yapsalar 100’ünde de aynı kişi ölecektir. Ama faşist bir hareketin parçası olagelip, bütün bu cinayetler sırasında bu hareketin içinde olan birisi olarak, Sinan Ateş cinayetinin ne kadar berbat bir cinayet olduğunu açıklamak için 12 Eylül askeri darbesinin öncesinde yaşanan faşist katliamları aklamaya çalışmak, elbette bir faşiste yakışırdı!
Sonraki yazıda, bütün bir 100 yıla dair örnekler verip, Hrant Dink cinayetine bağlayarak bitirmeye çalışacağım mertlik meselesini.
Şenol Karakaş
1. Aslında mertliğin tüm izleri vardı, zira TDK, “mertçe”yi sıfat olarak “Yiğide, erkeğe yakışan.” şeklinde açıklıyor. Erkeğe yakışanın ne olduğu çok şüphe götürür, aşırı maço bir laf mertçe lafı. Ama yazı boyunca, Akşener’in “mertçe”yi, dürüstlük, açıklık, tuzak kurmamak, arkadan iş çevirmemek, sinsilik yapmamak, karanlık odaklarla işbirliği içinde olmamak gibi anlamlarda kullandığını varsayacağım. “Abidik, gubidik” kısmını ise nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum, zira, TDK’nın yalancısıyım, ‘saçma’ başlığı altında Murat Menteş’in bir cümlesini alıntılamış örnek cümle olarak: "Abuzambak, ayarsız, abidik gubidik bir ilişkiydi bizimki." En net tarifin bu olduğunu düşünürsek Türkiye’de siyasal arenanın önemli figürlerinin aşırı sağcılığından her yana “abudik gubudik” konuşmalar saçıldığını ve sağcı bir saçmalığın aşırı bir seviye düşüklüğüyle el ele gittiğini söylemek mümkün.