İktidarın OVP’si varsa işçilerin de direnişi var ya da seçimleri mi bekleyelim? - II

09.09.2022 - 13:58
Şenol Karakaş
Haberi paylaş

Önceki yazıda iktidarın küresel gelişmelerin seyri içinde odaklandığı tek siyasetin, sermayeye yaranma, sermayeyi koruma ve kollama siyaseti olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Orta Vadeli Program da bu siyasetin bir göstergesi. 

Yazıyı, iktidarın politikalarında tahammül edilemez unsurlara karşı biriken öfkeden yola çıkarak şunu yazmıştım:  

Bu sert fakirleşme-çürüme-yozlaşmaya karşı 2.5 tepkinin var olduğunu söyleyebiliriz. İlk tepki, 6’lı masayla 4’lü masanın, apaçık parlamenterist ana akım muhalefetle, sol Kemalist parlamenterist ve asli özelliği Kürtlere, HDP’ye mesafe koymak olan ve seçim vakti yaklaştığında açıkça CHP aktivistliği yapacak olanların tutumları. Bu tutum, bir yandan da solun, HDP’nin ve Kürtlerin oylarının mecburen 6’lı masaya akacağını var sayan bir yaklaşıma sahip.

Bu yazıda “antikapitalist bir masaya” ihtiyacımız olduğunu tartışmaya çalışacağımı, Gürsel Tekin’in “HDP’ye bakanlık verilebilir” sözünden sonra, özellikle İYİP’lilerin HDP’ye düşman hukuku uygularmış gibi göründükleri açıklamaları üzerinde durmam gerektiğini söylemiştim.

Buna geçmeden önce, iktidarın başka bir politikasına daha değinmek gerekiyor. Aynı sürede, Erdoğan, bir kez daha Yunanistan’ı tehdit eden ve “bir gece ansızın gelebiliriz”, “İzmir’i unutma” ve “Hani senin askerlerini denize dökmüştük” gibi diplomatik üslubun bütünüyle dışına taşan bir üslubu tercih etti.

Milliyetçi devlet dili

Artık herkesin ona göre pozisyon aldığı seçim sürecinde bu dile sık sık tanık olacağız. İç politikada da dış politikada da bu dilin kullanılmasının temel bir nedeni var: Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun doğası, devletle ilişkisi ve bu koalisyonunun milim gerilemesini istemediği çekirdek kitlesinin ruh hali. Gülşen’in tutuklanmasıyla ilgili şunların altını çizmeye çalışmıştım:

Herkesin farkına varması gereken, önümüzdeki dönemin mücadelesinin asli başlığını oluşturan mesele bu. Bu kitle, egemen sınıftan son dönem zenginleşenlere; on yıllardır sağcı-muhafazakar bir saldırganlığa sahip olanlardan milliyetçiliğin her türden karanlık tonunu savunanlara kadar bir yelpazeye dağılmış durumda. İktidar bloku seçim sürecinde bu asli çekirdek kitlesine toz kondurmamak, bir dediğini iki etmemek durumunda. Elbette 'iktidar çok hoş, çok nazik de bu kitle aşırı sağcı' denemez. İktidar sadece bu kitleye yaslanmıyor. Bu kitleden ibaret değil. Bunların dışında, milyonlarca insan da oy veriyor. Ama iktidarın bir yanını örtüşebildiği kadar örtüştüğü devletin olanaklarını kullanmak oluşturuyorsa, bir diğer yanını da bu çekirdek kitlesi oluşturuyor.

Örtüşebildiği kadar örtüştüğü devlet, bu örtüşmede motor rolü oynayan -Bahçeli’nin sözlerinde her hafta ifadesini bulduğu gibi- öncelikle Kürt sorununda herhangi bir reforma bütünüyle karşı, herhangi bir açılıma asla izin vermemekten yana. HDP’nin kapatılması, Demirtaş’ın gün yüzü görmemesini arzuluyor. Dış politikada ise Mavi Vatan tezi, sadece Bahçeli’nin değil Erdoğan’ın da sık sık dile getirdiği bir stratejik adım. Bu adımın çökmüş olması, bu fikrin içerdiği milliyetçi devlet dilinin kullanılmasını engelleyecek değil kuşkusuz.

Özetle bu dil, devlet koalisyonunun/iktidar blokunun sürekliliğinin sağlamak açısından zaruri olarak kullanılıyor.

Kaldı ki Erdoğan’a kitlesel desteğinin sürekliliğinin sağlanması da bu desteğin çekirdeğinin sağlam tutulmasına bağlı ve kullanılan üslubun, bu milliyetçi devlet dilinin bu işe yaradığı düşünülüyor. “Dik durma” gibi, tüm fırtınanın içinde eğilmeyen bir lidere özlem gibi tuhaflıkları pekiştirmesi ve hikâyesi olmayan bir partiye hikâyecikler sunması açısından da tercih ediliyor. Yoksa herhangi bir küresel zirvede el sıkışmak yerine düello yapılması daha doğru olurdu. Ama bu dil, AKP’nin yavaş bir tempoyla devam eden kitlesel temelindeki zayıflamanın hızlanmasını engellemenin bir yolu. Bu engellenemezse, işaretleri görülmeye başlandığı gibi Erdoğan kitlesel mitingler yapmakta zorlanabilir.

Fakat gelişmelere biraz olsun serinkanlı bakan her yurttaş, bu öfkeli dilin hiçbir pratik sonucu olmadığını görüyor. Son bir yıldır ilişkilerin toparlanması için çaba harcadıkları Arap ülkeleri, Türkiye’yi sert bir şekilde eleştirdi:

"Mısır'ın başkenti Kahire'de düzenlenen Arap Ligi Dışişleri Bakanları Konseyi'nin 158'inci toplantısında bakanlar Ankara'ya Irak, Libya ve Suriye'ye yönelik son askeri müdahalelerinin bölge genelinde güvenliği tehdit ettiği suçlamasını yöneltti. Açıklamada "Türkiye'nin Libya'ya müdahalesi ile birlikte Suriye topraklarına olan saldırısı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'nin prensiplerine ve Güvenlik Konseyi kararlarına aykırıdır" denildi. Bakanlar bu müdahalelerin sona erdirilmesi çağrısında bulundu."

Rusya ise iktidara Suriye’ye yönelik bir askeri harekata izin vermeyeceğini net bir şekilde ifade etti.

Bu devlet dilinin iç politikada aktif kitle çekirdeğine dış politikada ise devletle kurulan koalisyonda güven unsuru olan öğelerinin son kullanma tarihi geldi çattı. Seçimlerin gelip çattığı bu dönemde iktidar koalisyonunun üslubunun sınırını MHP’nin, muhalefetin kahir ekseriyetine de İYİP’in değişik tonlardaki milliyetçiliklerinin belirlediği koşullarda, “Seçime değil mücadeleye bak” politikası ayrı bir öneme sahip. 

HDP merkezli ittifak

HDP merkezli ittifak, ilk defa kurulan bir ittifak modeli değil. Şaşırtıcı olan, bu son sefer kurulan ittifakın böyleymiş gibi davranması. HDP ve öncesindeki partilerin tarihi, seçimlerde solun çeşitli kesimleriyle kurduğu ittifakların tarihidir de. Kaldı ki HDP’nin kendisi dahi bir ittifaktır aslında. İçinde bir dizi parti vardır. Bu partiler ittifakı, şimdi bir grup partiyle daha ittifak halinde. 

Kuşkusuz bu bir grup partinin ve kurumun HDP ile yan yana gelmesi olumlu bir sürece imza atmaları olarak görülmeli. Bu ittifakın bir yandan sokakta mücadele vurgusuna sahip olması ayrıca bir öneme sahip. Tüm siyasal süreçleri seçim sandığına indirgemekten uzak bir görüntü önemli. Fakat aylardır kendisini ilan edebileceği hıza ulaşamamış olması ve gözünü esas olarak seçim sürecine dikmesi, iddiaların ötesinde daha karmaşık bir manzaranın oluşmasına neden oluyor. HDP ile ittifak kuran iki partinin 6’lı Masa’da gözlemci olmak istemesi, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” gibi bir vurguda ortaklaşılmış olması, HDP’den “cumhurbaşkanı adayı şu isim olursa destekler bu isim olursa desteklemem” türünden çıkışların gelmesi, odaklanılan siyasal sürecin, seçimler ve seçimlerden sonra yaşanacak gelişmeler olduğunu gösteriyor.

Bu gelişmenin bir yanını da küçük sol örgüt ve partilerin (ki HDP’yle kıyaslandığında her biri HDP’nin bir ilçe örgütü üye sayısı kadar bir güce sahiptir en fazla) bu ittifak sayesinde miletvekili çıkartabilmeleri gerçeği oluşturuyor. Kuşkusuz arkadaşlarımız böyle bir görüşme olmadığını söylüyorlar. Ama karıncaların bir devle kurduğu ittifaka anlamlı kılacak ve bu tür şüphelerden arındıracak olan, bütün solun hilafsız bir şekilde HDP listelerinden milletvekili adayı çıkartmayacağını, buna rağmen “Sandıkta HDP sokakta mücadele”ye benzeyen bir perspektifle seçim sürecine dahil olacaklarını açıklamalarıdır. Tüm gücümüzle HDP adaylarını destekleyelim, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan-Bahçeli ittifakının karşısında bir aday çıktığında, ‘seçimler elimizin kiri’ diyerek milyonlarca emekçiyle beraber kire bulaşır ve mücadelemize devam ederiz.

Erdoğan sonrasına hazırlık 

Tüm siyasal güçler, Erdoğan iktidarının kesin gideceği bir seçim süreci kurgusuna yatmış durumda ve Erdoğan sonrasına böyle hazırlanırken, bu iklim kaçınılmaz olarak seçime odaklanmayı, seçim dışı gelişmelerin seçimlerden sonra halledilebilecek ikincil öneme sahip süreçler olduğu fikrini güçlendiriyor.

Erdoğan çok büyük ihtimalle bir daha iktidar yüzü görmeyecek.

Bahçeli büyük bir ihtimalle parlamenter bir figür olarak oldukça etkisiz bir hale gelecek. Çünkü yoksulluk, ekonomi hakkında iktidarın anlattığı safsatalarla unutturulabilecek gibi değil. Milyonlarca insanın yaşadığı yıkım, her gün çekilen ıstırap, bu aynı milyonlara sorumlunun kim olduğu konusunda kesin bir fikir veriyor. 

Anketlerin AKP’yi ve Erdoğan’ı en şişkin gösterenleri bile, son seçimlerle, hatta yerel seçimlerle bile kıyaslandığında AKP’nin ve Erdoğan’ın kaybının telafisi imkansız bir erime olduğunu gösteriyor. Metropoll’ün ‘Bu Pazar Seçim Olsa’ anketine göre AKP’nin kararsız, protesto oyları ve cevap yok tercihleri dağıtıldığında aldığı oy yüzde 32,8. MHP ise yüzde 6.9 oranında oy alıyor. 2019 yerel seçimlerinde AKP yüzde 44.33, MHP ise yüzde 7.3 oranında oy almıştı. 2018 seçimlerinde ise AKP yüzde 42.5, MHP ise yüzde 11.1 oranında py almıştı. Cumhur İttifakı’nın aldığı oy yüzde 53.6’ydı. Son anketler ise AKPMHP’nin yüzde 40 oranına zar zor yaklaşabildiğini gösteriyor. Şiddetli fakirleşmeye eklenen “4 kasada saklandığı iddia edilen 180 milyon dolar rüşvet… İzi kaybolan 100 milyon dolar şüpheli kredi” gibi gerçekler bu ekonomik yıkıma eklenince AKP-MHP’nin seçimi kazanacak bir güce gelmesi muhtemel görünmüyor. Şapkadan ne çıkartırlarsa çıkartsınlar, oy çıkartamayacaklar çok büyük ihtimalle.

Bu ihtimal, AKP-MHP’nin bezdiren uygulamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde AKP’den kurtulmak ihtimali her şeyin önüne geçiyor. Sürekli bu ihtimali düşünmek, coşmak, umutlanmak, bir süre sonra uzun süre güneşe bakan insanların yaşadığı görme kaybına benzer bir durum yaratıyor.

6’lı Masa’yı sonsuza kadar açılan kredi

Bu görme kaybı ise dolaysız olarak siyasetsizliğe itiyor mağdurlarını. Örneğin 6’lı Masa’nın kibirli İYİP’lilerine toz kondurulmuyor. Gürsel Tekin’in HDP’ye bakanlık verilebileceğini söylemesinin ardından İYİP’lilerin HDP’den düşmanından söz eder gibi değerlendirmesi, sorunun ‘Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin’in ötesinde bir anlamı da olduğunu gösteriyor. Yukarıda yazdığım gibi, MHP Erdoğan’ın alanını belirlerken İYİP de 6’lı Masa’nın alanını belirliyor. İYİP’in daha uygar, şehirlilerin milliyetçiliğinin ifadesi olduğunu söyleyen yaklaşımın hatası bu milliyetçiliğin, bir devlet dili olarak milliyetçiliği kullanan iktidar bileşenlerinden asli farkının, iktidarda olmadan kullanılıyor olmasında yattığını göremiyor olmasındadır. 

CHP lideri Roboski’ye gider, bir helalleşme sürecini işletmeye çalışırken, geçmiş icraatlarına hiçbir şekilde özeleştiriyle yaklaşmayan Akşener’in içinde olduğu bir siyasal yapıya ilginin bir sınırı olması gerekir. Bir 32. Gün programında Akşener’e “Size bağlı olan Korucuların karıştığı  olay sayısı 23 bin. 70 tane tecavüz olayı var! Bu durum sizi rahatsız etmiyor mu?” sorusuna “Tabii ki rahatsız ediyor ama korucuların bir dönemde Güneydoğu’da çok önemli bir işlevi yerine getirdiğini de unutmamak lazım” yanıtını veriyor.

Bu görme kaybının geçici olması çok önemli. Bunun geçici hale gelmesini sağlamak zorundayız ve bunun için yapmamız gereken, bütün bu esasen seçime yoğunlaşan masaların dışında, bir “Antikapitalist Masa”yı inşa edebilmemiz.

CHP övgüsü değil, hareket, direniş, dayanışma

Ana akım  muhalefetin dışında kalan tüm sol muhalefette kaçınılmaz olarak bir CHP övgüsü dile getirilmeye başlanırken, Kılıçdaroğlu büyük bir siyasi lider olarak öne sürülmeye başlanıyor. Doğrusu, bir önceki dönem, sadece demokratik gelişmelere karşı adımlar atan bir partiye göre, 6’lı Masa’nın en olumlu partisi durumunda Kılıçdaroğlu’nun partisi. Gerçekte, Kılıçdaroğlu bu açıdan partinin dönüşümüne ne ölçüde katkıda bulundu, tartışılır. Ne kadarı Alper Görmüş’ün söylediği gibi parti tabanıyla liderliği arasında seçimi kazanmak için varılan bir uzlaşmanın ürünü ne kadarı gerçek bir helalleşme çabasının bilemiyoruz. Ama konuyla ilgili yazımda ifade etmeye çalıştığım gibi ““Hellaleşme”ye bile karşı çıkan eski yeni ulusalcı CHP’lilerin çıkışlarına bakılırsa, bu yüzleşmenin ne kadar önemli olduğu görülebilir.”

Yine de bir dizi politik başlıkta aldıkları tutumlardan ve ekonomik krize önerilerinden çok açık bir şekilde görülüyor ki CHP, sağ iktidar bloğuna karşı inşa edilen sağ alternatifin içinde en makul görünen lidere sahip bir parti. Ama bu kadar. Bundan sonra söylenecek her övgü dolu cümle, ezilenlerde yanlış bir eğilimin güçlenmesine neden olmak zorunda. Ne CHP’den ne de 6’lı İttifak’tan umutla söz etmeye gerek var. Sınırı şurada çizecek olanlarla da tartışabiliriz, bu çok gerçekçi bir tartışma olur en azından: “Bu seçimlerde AKP’den kurtulmak lazım, bunun için kendisi de sağcı bir ittifak olan Millet İttifakı’na bakmadan, bu ittifakın sağcı karakterini görmezden gelmeden, bu ittifakı, bileşenlerini, politikalarını, milliyetçiliğini övmeden tutum almalıyız.”

Kuşkusuz bu tutum boşlukta şekillenmiyor, seçimlerde gösterilecek adres, adres gösterenin siyasal pozisyonunu ortaya serer. Bu yüzden, Türk milliyetçiliğine karşı HDP’yle seçimde ve mücadelede dayanışmak, sosyalistlerin geciktirmeden ilan etmeleri gereken ilk adımdır. HDP’yle ilişkilenmemek için bin bir dereden su getirenlerin foyası böylece açığa çıkmaktadır. 

Gidiyor gitmekte olana karşı en keskin mücadeleyi verirken, geliyor gelmekte olanın, eğer milyonlarca insanın kendi eylemi olmadan yeterli olacağını düşünüyorsak, şimdiden seçimlerin ardından çok acı bir faturayı yutmak zorunda kalacağımız konusunda kimsenin şüphe duymasına gerek yok.

Çözüm 6’lı masa değil, antikapitalist mücadele

Seçim tartışmalarında, “mücadeleye bakalım” türü sözleri görenler, küçümseyici bir ruh haline kapılı veriyorlar. Bu, sanki, seçimleri önemsememek anlamına geliyormuş gibi bir tutum alınıyor ve “maksimalist olmayalım” uyarısı bu öneriyi yapanlara yöneltiliyor.

Oysa 'seçimlere değil mücadele bak' diyenler, seçimleri önemsizleştirtmek şöyle dursun, bu sandık demokrasisine her şeyi seçimlere erteleyenlerle kıyaslandığında çok daha büyük bir önem veriyor. Seçimlere gereken önemi vermemek, seçimciliğin temel kuralıdır. Seçim anını bir sürecin bir parçası olarak değil, tüm dinamik sınıf çatışmalarından bağımsız bir donuk zaman dilimi olarak görmekten kaynaklanan bir problem. Sorunu sandık görevli sayısına indirgemek, ama bugün, sandık görevli sayısını da o görevlilerin hangi militan ruhla hangi hamleleri yapacağını da belirleyecek olan bütün bir mücadelededir.

Hiçbir sandığın ertelemeyeceği gerçekler var. 

Mücadele ertelenemez, mücadele seçimleri de olumsuz etkilemez. Yoksulluğa karşı, iklim krizine karşı, göçmen düşmanlığına karşı, Kürt halkının haklarının kazanılması için, örneğin kadın cinayetlerine karşı, çevre felaketlerine, ekosisteme yönelik saldırganlığa, LGBTİ+haklarının gaspına karşı, yasaklar silsilesine karşı mücadele ertelenemez. 

“Ne var” diyebilir bazıları, “direneceksiniz de elinizi tutan mı var?”Bu soru şu nedenle bütünüyle pişkincedir: 1 Mayıs 2022’ye katılımla CHP’nin aynı alandaki Canan Kaftancıoğlu mitingi arasındaki katılım farkı, CHP’nin, sendikaların toplamından daha büyük bir çağrı gücüne sahip olduğunu göstermektedir. Bunun nedenleri, sendikaların on yıldır sürdüğü konforlu iç yaşam ve zaten seçimlerin gelmekte olduğu (bir kez daha geliyor gelmekte olan) fikri. Radikal solun toplam hatası, sendikaların yönetimindeki solun ve elbette CHP’nin bu alandaki sorumlularının toplam hatası, CHP’nin sendikalardan daha etkin bir çağrı gücüne sahip olmasına neden oldu. Bu aynı zamanda hareketi şimdilik erteleme, engelleme gücüne de sahip olmasının nedenidir. 

Bugün öldürülen bir göçmenle dayanışmak için sokağa çıkan binlere, kadın cinayetine karşı sokağa çıkan binler, bu binlere, yoksulluğa karşı, hakları için sokağa çıkan işçiler, bu işçilere barınamayan gençler, bu gençlere iklim için mücadele eden aktivistlerle yaşadığı yerleri koruyan rant karşıtı yerel direnişlerden binlerce insan, konser yasaklarından, özgürlüklerin kısıtlanmasından, yolsuzluklardan, kibirli yaklaşımlardan, adaletsizliklerden bunalan binlerce insan, tüm seçme hakları kayyumlarla gasp edilen Kürtler,  ikinci sınıf insan muamelesi yapılan binlerce göçmen eklendiğinde muazzam büyüklükte bir sosyal enerji açığa çıkar. Bu enerji hem siyasal olarak en doğru tercihi yapma deneyimine hem de seçimin sosyal garantisi olma yeteneğine sahip olur.

Devrimci yaklaşım sadece bir heyecan meselesine indirgenemez.  

Seçimlerden önce kitlelerin harekete geçebilmesi, şu kazanımların sağlanmasında belirleyici olur:

1.Sarayın karanlık köşelerinde entrikalar ve üst düzey siyasal lobicilikte uzman olan AKP liderliği milyonlarca insanın eylemi karşısında ışığa maruz kalan tavşan gibi kalakalmak zorundadır. Bu, AKP’den kopmakta olan kitlelerin çok daha kararlı ve kitlesel bir şekilde kopmasına katkıda bulunur. AKP’ye geri dönme ihtimallerini ortadan kaldırır. AKP’nin halihazırda imkânsız hale gelen seçim kazanma ihtimali, uzak bir hayal haline gelir. Seçimler açık ara farkla, “hiçbir şey olmasa bile bir şey olmuştur” gibi dahiyane saçmalıkların dile getirilebileceği zeminleri yok ederek tamamlanmış olur.

2.Gidenin yerine gelecek olana, aklını şimdiden başına alması gerektiği mesajını vermek anlamına gelir. Bir iktidarın seçim pazarlıklarıyla gitmesi ayrı, mücadele edenlerin hareket içerisinde kendi güçlerine güvenlerini de artıran bir hareketin de ürünü olarak yenilmesi ayrıdır.

“Erdoğan-Bahçeli gitsin de bakarız” yaklaşımı yerine, hem onların gidişini garanti etmek, hem yerlerine gelecek olanı kitlesel bir şekilde uyarmak ve tüm temel mücadele alanlarında faturayı ezilenlere değil sermayeye çıkartması için zorlamak açısından “Antikapitalist Masa” olarak özetleyeceğimiz çizgiyi, daha yaygınlaştıracak bir kampanya süreci için kolları sıvamalıyız.

1923’ten devrim-ilericilik gibi söz etmekten daha mütevazi ama daha gerekli bir tutum olacaktır bu.

Şenol Karakaş

 

Bültene kayıt ol