Dünyanın içinde yuvarlandığı ekonomik-pandemik-ekolojik-askeri-siyasal krizler Türkiye’yi de doğrudan belirliyor.
Daha önce de altını çizmeye çalışmıştım. Bu krizler dev dünyayı bir çuvala koymuş da kafasının üzerinde sallıyormuş gibi bir hız ve mide bulantısı yaratıyor. Her an her yönden sert gelişmeler yaşanabiliyor. Meydanları milyonlar dolduruyor, siyasal bir devrim gerçekleşiyor, ardından bir askeri darbe geliyor. Milyonlarca ırkçılık karşıtı çıkıyor sokaklara, otoriter bir lider yeniliyor ve “demokrasinin beşiği” olarak görülen ülkelerden birisinde Kongre binası baskını oluyor. Sri Lanka’da yüz binlerin eylemi başkanın kaçmasına neden oluyor, ama kardeşi askerlerle birlikte yönetimi dizginlemeye hareketi bastırmaya çalışıyor.
En son Şili’de olduğu gibi, seçim öncesi mücadelenin ne kadar belirleyici olduğunu anlattığımız örnek bir yerde anayasa referandumu açık farkla kaybedilebiliyor.
Bir çapaya tutunmak
Bu, fırtınanın ortasında kalmış da ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir duygu yaratıyor. Marksist gelenekle, Lenin ve arkadaşlarının muazzam çabalarla inşa ettiği devrimci örgütlerin inşasıyla gündelik olarak bağını her gün yenilemeyenlerin çaresizlik içinde savrulmasına, garip fikirlerle hareket etmesinde neden oluyor.
Böylesi dönemler devrimci geleneğin önemli temsilcilerinin eserlerini, o eserlerin kaleme alındığı dönemlerin sınıf mücadelelerini okumak ve tartışmak açısından özel bir önem taşıyan dönemler.
Kusursuz fırtınanın öncesi
Türkiye, dünyanın içinden geçtiği bu kriz silsilesinin içinde elbette. Ama burada bir fark var: Erdoğan-Bahçeli iktidarı ve gözlerindeki ışıltıyla ekonominin gidişatını belirleyeceğini sanan Bakan Nebati gibi siyasiler, özetle tek adam rejiminin tuhaf mimarisi, bütün bu kriz başlıklarına çok sarsıcı bir etkide bulunuyor. Krizlerin şiddetini artırıyor. Üstelik yeni buhran alanları ekliyor. Ekonomik-toplumsal-kültürel ve siyasal alanda yaşanan sarsıntılara neden oluyor. Bu alanlardan birisi, gizlenmesi mümkün olmayan bir yönetememe durumu. Diğeri de bu yönetememe durumunun yarattığı etkiden daha az ağır olmayan mafya-yolsuzluk-rüşvet skandallarıyla gelen siyasal çürümüşlüğün kokusu.
Kuşkusuz ortada olan sadece bir yönetememe durumu olsa ve yönetemeyenler de bunu kabul etmiş olsalardı, sorun rahatça çözülebilirdi. Oysa sorun yönetemeyenlerin müthiş bir pişkinlik içinde olması. Beceremeyenlerin, en becerikli tarihsel figürmüş gibi caka satabilmesi.
Yönetememe ve en kibar tarifiyle pişkinliğe bir örnek, Bakan Nebati’nin, “Dünyanın en büyük ekonomileri enflasyon ve resesyon endişeleriyle boğuşuyor. Bu ülkeler, son 40-50 yılın en yüksek enflasyon oranları karşısında ekonomilerinin durma noktasına geleceğinden endişe duyuyorlar” şeklinde bir sosyal medya mesajı atabilmiş olmasıdır. Daha önce de enflasyon oranı yüzde 9’larda gezinen bir Batı ülkesi bakanını kastederek “siz dışarı bile çıkamıyorsunuz ama biz gezebiliyoruz” diyebilmiş, o ülkenin liderlerinin sokak tepkisi doğuran yoksulluğun altında korkudan ödlerinin patladığını ima etmişti. Bakan bey, İstanbul’un bir semtinde bir pazarı ziyaret etse yeter. Korumaları olmadan ne kadar rahat gezebildiğini hep beraber görebiliriz.
Üstelik Bakan bunları cesurca yazdığında, ABD'de yıllık enflasyon yüzde 9.1, Almanya'da yüzde 6.1, Fransa'da yüzde 5.8, Yunanistan yüzde 10.2, savaş halindeki Rusya yüzde 18, işgal altındaki Ukrayna'da yüzde 20.1 idi. Türkiye’de ise TÜİK’e göre yüzde 79, ENAG’a göre yüzde 181!
Orta Vadeli Program aldatmacası
Yeni açıklanan Orta Vadeli Program da benzer bir pişkinliği sergiliyor. Bu programa göre bile enflasyon 2023’te yüzde 25 olarak öngörülüyor! Bakan Nebati yüzde 9’luk enflasyonla dünyanın büyük ekonomilerinin endişelendiğini söylerken, Orta Vadeli Program'da bile enflasyon yüzde 25 olarak yazılmış. Bunu öngörenlerde hiçbir endişe emaresinin olmaması bu yönetmeme krizinin bir yansıması.
Kuşkusuz tüm ekonomik verilere başka veriler de ekleniyor. Erdoğan geçtiğimiz hafta “Şu anda kişi başına milli gelir 9 bin 500 dolara dayandı. Hani n’oldu? Ne diyorlardı? Şu anda rakam bu. Daha iyi olacak” derken iktidarlarının 10. yılında kişi başı milli gelirin 12 bin 500 dolarken yine kendi iktidarlarının beceriksizliğiyle 2020’de 8 bin 600 dolara kadar gerilediğini görmemizi engellemeye çalışıyor. Ekonomist Uğur Gürses’in Orta Vadeli Program’ı değerlendirirken yazdığı gibi 2022’de de kişi başı milli gelir 9 bin 484 dolar olacak. Yani 17 yıl önceki düzeyinde kalacak.
Büyük başarı!
Her şey sermaye için
Bu büyük “başarı”, iktidarda kutuplaşma siyasetinden başka siyaset bilmeyen, efelenen, ama aynı zamanda böbürlenen bir beceriksizler ordusunun olmasından kaynaklanıyor. İktidar bloku sözcülerinin kime seslendiğini biliyoruz: Çok keskin bir şekilde sermaye gruplarına sesleniyorlar. 'Biz sizin için varız' diyorlar. Bakan Nebati bunu iki ay önce veciz bir şekilde dile getirmişti: “Bu sistemde dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kar ediyor.”
Bu doğru.
İşçi sınıfının zenginlikten aldığı pay tarihi bir düşüşle yüzde 23.9’a gerilemişken, patronlar karlarını son 6 yılda yüzde 150 artırdı.
14 milyondan fazla insan yetersiz beslenirken, hükümet hem Kur Korumalı Mevduat gibi adımlarla hem de enflasyonu bile isteye tırmandıran faiz politikalarıyla yoksuldan alıp patronlara aktarıyor. Faiz konusunda “Nas var” diyerek insanları kandırmaya çalışıyorlar ama Orta Vadeli Program’a göre göre, 2022 yılında hükümetin faiz harcamaları 329 milyar lira olacak! Bu harcama, 2023 yılında 565 milyar, 2024 yılında 697 milyar ve 2025 yılında 774 milyar liraya çıkacak!
Özellikle son bir yılda sertleşen, milyonlarca yoksulun aç kalmasına, barınma hakkından yoksun kalmasına, eğitim ve sağlık haklarına ulaşamamasına neden olan kriz koşullarında bir seçim döneminin kapısı da aralanmış vaziyette.
İnsanlar burnundan solurken seçim süreci
Bu sürecin karakterize edilen iki özelliği var. Öncelikle, insanlar öfkesini burnundan soluyarak gösteriyor. Öfke sosyal bir vaka haline gelmiş durumda. İkincisi, ekonomik krizden kaynaklı bu öfkeye, yolsuzluk-rüşvet skandallarının ve iktidar cenahındaki vurdumduymazlığın, utanmazlığın yarattığı bir başka öfke ekleniyor. 14 milyon kişi açken, yolsuzluk yaparak kasasında 180 milyon dolar biriktirenler, şoförünü milletvekili danışmanı yaprak maaşına el koyacak acz içinde yolsuzluğa bulanmış AKP’li vekiller ve çeşitli seviyedeki AKP’lilerin danışmanları, Peker’in ifşaatlarında açığa çıkan ve çıkmaya devam edecek yaygın çürüme, öfkeye başka öfke katmanları katıyor.
Seçimler, tepkiler, seçenekler
Bu sert fakirleşme-çürüme-yozlaşmaya karşı 2 buçuk tepkinin var olduğunu söyleyebiliriz. İlk tepki, 6’lı masayla 4’lü masanın, apaçık parlamenterist ana akım muhalefetle, sol Kemalist parlamenterist ve asli özelliği Kürtlere, HDP’ye mesafe koymak olan ve seçim vakti yaklaştığında açıkça CHP aktivistliği yapacak olanların tutumları. Bu tutum, bir yandan da solun, HDP’nin ve Kürtlerin oylarının mecburen 6’lı masaya akacağını var sayan bir yaklaşıma sahip.
Sonraki yazıda muhalefet içinde açığa çıkan diğer seçeneklere de değinerek neden “antikapitalist bir masaya” ihtiyacımız olduğunu tartışmaya çalışacağım. Gürsel Tekin’in “HDP’ye bakanlık verilebilir” sözünden sonra özellikle İYİP’lilerin HDP’ye düşman hukuku uygularmış gibi göründükleri açıklamaları üzerinde durmayı gerektiriyor.
Şenol Karakaş