Tek bir günde sert bir fakirleşme yaşamamıza neden olan ekonomik çöküş, milyonlarca insanın hayat standartlarını tarumar etti. Şimdilik, eldeki verilerle, iktidarın, bir seçim stratejisi olarak, bilinçli bir tercihin sonucunda halkın bu sert fakirleşmesine ve TL’nin aşırı değersizleşmesine neden olan ekonomik modeli tercih ettiğini söyleyebiliriz. Cari açığın, dengelenmesi, işgücü istihdamının düşük ücretli emek cennetine dönüşerek toparlanması, düşük faizle yatırımların nispeten artması ve kısmi ekonomik canlanmanın yaşanmasıyla, “bak gördünüz mü reis toparladı” nidalarıyla seçime gidilecek. Dolarizasyonun nerede duracağı, paranın hangi seviyede pula dönüşeceği, üretim araçları üreten sektörlerin ve enerjinin ithalata, yani dolar üzerinden alışverişe bağlı olduğu verileri, iktidarın oynadığı kumarda kaybetme ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor. Ama bir beceriksizlikle değil, tek adam rejiminin beceriksizliğiyle de derinleşen bir sınıfsal tercihle karşı karşıyayız. Kaynakları sermayeye aktarmanın en son bulunan şekli bu. İktisatçıların dalga geçtiği gibi dalgalı kurda devaülasyon yaratmayı başaran yeni bir adım.
Bu adımın ne anlama geldiğini, sosyal medyada saatlerdir dalga geçilen TGRT haber spikeri, tüm gerçekliğiyle anlattı. Spiker şunları söyledi: “Dolar arttığı zaman bizi kurtaracak olan temel çıkış noktası neydi, Türkiye’de işçilik ucuzlayacak. Evet, dünyaca ünlü markalar, Vietnam’da özellikle Çin’de üretim yapıyor (…spiker burada çeşitli nedenler sayıyor) Avrupa’nın yanı başında Türkiye’ye özellikle tekstil konusunda, başka alanlar da var üretim bantları kayacak. Üstelik dolar da burada değerli. Peki. Nasıl söyleyeyim bilemiyorum, yani o kadar üretim bandı kayacak mı? Bekliyoruz. Çin’de bir tekstil işçisinin aldığı asgari ücret 360 dolarlarda, bizde ne kadar dolara döndüğümüzde, buyrunuz tam da asgari ücret zammı konuşurken (bu arada ekrana asgari ücretin 1 Ocak 2021’de 382 dolarken, 23 Kasım 2021’de 220 dolar olduğu görüntüsü gelir.) Yani şu son kur atağıyla birlikte, kusura bakmasın kimse, bizde işçilik çok ucuzladı çook. Efendim, tez, işçilik ucuzladıkça üretim Türkiye’ye kayacak. Kulağa hoş geliyor, bekliyoruz (Spiker burada çeşitli firmaların adını vererek üretimlerini Türkiye’ye kaydırlamalarını beklediğini söylüyor)” ve ısrarla küresel şirketlerin yatırımlarını Türkiye’ye yöneltmeleri için çağrı yapıyor ve tüm sevimliliğiyle seyircilere “Efendim her hayırda bir şer her şerde bir hayır vardır” diyerek programının bu bölümünü bağlıyor.
Spikere kızmaya gerek yok. İktidarın politikalarını çok iyi bir şekilde süzgeçten geçirmiş. Şer dediği, halkın yoksullaşması, işçi ücretlerinin aşırı düşmesi, dünyanın en düşük asgari ücretli ülkelerinden birisi olması. İktidarın halkın bu kadar sert bir şekilde fakirleştirilmesini neden arzu ettiğini de anlaşılır kalıyor: Ne kadar düşük ücret, o kadar yatırım, sermayenin o kadar iştahlanması.
Sonra ver elini nurlu ufuklar, nurlu bir gelecek ve önümüzdeki seçimlerde açık bir Erdoğan zaferi.
Kuşkusuz, TGRT spikeri bu kadar kendine güvenli değil! Bekliyoruz derken, tonlamasının kesinliğini kaybettiği dikkatli izleyecilerin gözünden kaçmıyor.
Bu konuda iktidar çevreleri daha net. Erdoğan, 21 Kasım’da, “Bu politikayla biz ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, hangi risklerle karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi biliyoruz" dedi ekonomi politikayı savunurken. Bu politikanın ne anlama geldiğini açıklamak da AKP’li bazı vekillere düştü. Manisa Milletvekili Uğur Aydemir, bu kez de “Belki soğan ekmek yiyeceğiz aylarca ama güvenliğimizden kimseye taviz vermeyeceğiz” dedi, bir diğer AKP’li, Elazığ Milletvekili Zülfü Demirbağ şu çareyi önerdi biz yoksullara: “Normal şartlarda 1 kilo et yiyorsak yarım kilo yeriz. Domatesi 2 kilo yerine iki tane alırız. Kış günü turfanda sebzeleri kullanmak zaten sağlığa da çok faydalı değil.”
Bu politikanın sadece bilinçsizce hayata geçirilmekle kalmayıp, uzun süredir planlandığını ise Emine Erdoğan’ın Haziran ayında yaptığı şu açıklama gösteriyor: “Gelin hep birlikte basit önlemler alalım. Alışverişe çıkmadan önce alınacaklar listesi hazırlayalım. Porsiyonlarımızı küçültelim. Sadece ihtiyacımız kadarını alıp bozulacağını bildiğimiz yiyecekleri istiflemekten vazgeçelim.”
Hesaba katılmayan
İktidar, belirli plana ve bu plan doğrultusunda adım atmaya hazır. Tercih edilmiş bir fakirleşme yaşıyoruz ama bu kez çok sert bir düşüş oldu. Burada, masa başında planlanan ekonomi politik hamlelerin göz ardı ettiği bir öğenin etkisinin ne olacağı belirsiz: İşçi sınıfının sınıf olarak hareketi! İktidar, işçi sınıfından kuvvetli bir direncin gelmeyeceğini öngörüyor. Bu yüzden, çeşitli tepkilerin olacağını ama bunun milyonlarca işçinin yaygınlaşan eylemlerine dönüşmeyeceğini öngörerek kendine güvenli bir görünüm sergilediğini söyleyebiliriz. Bu ise sadece iktidarın bir durumu, muhalefetin ezici çoğunluğunun da kavrayamadığı gibi kavramaktan uzak olduğunu gösteriyor. Bu durum, milyonlarca işçinin aniden elektrik verilmiş gibi harekete geçme yeteneğidir. İşçi sınıfı, her Allah’ın günü yığınsal olarak harekete geçmeyen ama bir kez geçti mi de durdurulması çok güç olan, siyasal iktidarlar için başetmesi zaman zaman imkansız olan bir toplumsal güçtür. AKP liderliği de devletin bu işlere bakan birimleri de ufak tefek huzursuzluklar olur, müdahale ederiz, olur biter diye düşünüyor olabilirler. Bu çok hatalı bür düşünce ve umuyoruz ki bu hata önümüzdeki günlerde herkes açısından çok bariz bir hâl alacak.
Milyonlar aç, milyonlar işsiz!
Defalarca vurgulamaya çalıştık, AKP iktidarı, işçi sınıfının öfkesiyle doğrudan yüzleşmedi, bu öfkenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyor, bu öfkeyle yüzleşenlerin yerinde yeller estiğini de. İşçi sınıfı, eylem kapasitesi küçümsenen, kendi eylemine aşık olanlar tarafından bir işaret vermesiyle bir azınlığının sokağa çıkacağı düşünülen bir güç olageldi Türkiye’de. Sınıfın en dinamik kesimi olma döneminde kamu çalışanları kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görülmeyen siyasal odakların liderliğine mecbur bırakıldı. Buna rağmen yeri yerinden oynatan bir sınıf mücadelesinin omurgası oldu kamu emekçilerinin örgütlenmesi.
İşçi sınıfının ne yapacağı kestirilemez. Yapmasını arzu ettiğimiz politik eylemler ve hedefler için propaganda, örgütlenme yapabiliriz. Ama sınıf hareketinin özellikle patlama anları, tahmin edilemez. Bu, sosyalistler için zorken egemen sınıflar için imkansız bir keşif sürecidir. Devletlerin görmezden geldiği hareketlerin nasıl sosyal çalkantıların işaret fişeklerine evrildiği mücadeleler tarihinde sayısız örnekle yer edinmiş vaziyette.
AKP uzun süredir yoksul kitlelere yönelik bir saldırganlık içinde. Bu, umursamaz bir saldırganlık üstelik. Toplumun derinlerindeki öfke uzun süredir mayalanıyor. 1989 Bahar Eylemlerini tartışmaya çalıştığım bir yazıda şunu vurgulamıştım: “Bahar Eylemleri, özgürlüğün işçi sınıfının kendi eyleminde gizli olduğunu gösteriyor. Bugün de işçi sınıfının eylem kapasitesinin düşük olduğu düşünülebilir. İşçilerin grev hakkı arka arkaya yasaklanıyor. Demokrasi üzerinde ağır bir baskı politikası var ve özgürlükler alanlarında ağır kayıplar yaşanıyor. Bu ortamda görülmeyen şu: Yerli-milli iktidar ittifakının, aslında bir büyük işçi dalgasını, bir büyük mücadele dalgasını engelleme şansı yok. Böyle bir mücadelenin taleplerini yok sayma yeteneği de yok.”
Bu satırlar yazıldığında iktidarın bir işçi dalgasını engelleme ihtimali yoktu, şimdi hiç yok. Zira devletin elinde yoksulları ikna edecek bir maddi olanak yok, üstelik böyle bir niyet de yok. Sadece baskı politikasının derecesi artırılarak suyun kaynaması geciktirilebilir ama bu kaynamayı engellemez. Üstelik basınç düzeyi kimsenin beklemediği ölçüde şiddetlenir.
Kuşkusuz, iktidar, “yeni” ekonomik politikasıyla Türkiye’yi ucuz iş gücü havuzuna dönüştürmeyi hedeflerken, bunun, otoriterliğin dozuyla elele gitmesinin kaçınılmaz olduğunu da görmek gerekiyor. MHP’nin bu politikaları desteklemesinin bir nedeni de bu. Bu, rejimin hesap sorulamaz olmasından duyulan güvenden de kaynaklanıyor. Gerçekten de “kurulan rejimin mimarisi, hesap verilebilirlik mekanizmasını dağıtmış vaziyette. Bu toplumda, hesap sadece yukarıdan aşağıya sorulabilir duruma getirildi. Cumhurbaşkanı ve kendi statükolarının aşağısında gördükleri karşısında kendilerini cumhurbaşkanlığı yetkileriyle donatılmış hissedenler hesap sorabiliyorlar sadece.” Erken seçim isteyenlere Erdoğan’ın mevcut rejimin karakterini hatırlatmasının arkasında da bu var. Türk usulü başkanlık rejiminin başkanı kabul edene kadar erken seçim yapmak mümkün değil.
Rejimin bir başka kopmaz özelliğini ise kendisini kendi koyduğu kuralların üzerinde, hatta dışında görmesi oluşturuyor. Hukukun ve kuralların kendilerine işlemediğini göstermeye mecburlar.
2018’de tek başına iktidar olduğundan beri atılan her ekonomik ve politik adımın başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen istifa yönünde herhangi bir girişimin olmamasının, bakanların bile istifa edemeyip aflarını istemek zorunda kalmalarının gösterdiği gibi, bu rejimin mimari yapısı, toplumsal çelişkilerden muaf tutulmak üzere kurgulanmış. Ama kurgu başka, gerçek başka. Olmasını istediği başka, olan başka.
Nas bahane işçileri fakirleştirmek şahane
Daha önce de altını çizmeye çalıştığım gibi bu yapının toslamak zorunda olduğu bir sınır, bir duvar var. Birisi seçim sınırı. Diğeri, her şey herkesin gözünün önünde yaşandığı için oluşan kızgınlığın yarattığı bir toplumsal sınır. İktidar bu sınıra çoktan dayandı. Parlamenter rejim olmasa memleketi ne güzel yöneteceğini düşünenler her şeyi birbirine karıştırıp tüm düzeylerde derin bir krizi tetiklerken, artık yavaş yavaş, “şu seçimler olmasa memleketi ne güzel yönetirdik” diye düşünmeye başlamış olabilirler. Çünkü seçim sınırı, iktidarın zayıf karnı. AKP-MHP koalisyonu hızla oy kaybediyor. “Biraz yüklenirsek seçimi kazanabiliriz” inancının yok olacağı sınıra yaklaşmak üzereler.
Diğeri ise açlık. Evet, açlık. İktidar koalisyonu, yüzbinlerce insanı açlık sınırının altında bir yaşama itti. Bir günde 10 liradan 14 lira civarına sıçrayan dolar, alım gücünde onda dörtlük bir düşüş daha yarattı. Bu düşüşten önce de katlanılmaz haldeydi yoksulluk. Türk-İş’in açıkladığı “açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasının Eylül ayı verileri” işçilerin, emekçilerin ve yoksulların cephesinde açlık krizinin derinleştiğini gösteriyor. Araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin sadece gıda ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için 3 bin 49 TL harcama yapması gerekiyor. Yoksulluk sınırı ise 9 bin 931 TL oldu. Rejimin işçiler için taşıdığı anlamı bir önceki yılın ve ayın verilerinin mumla aranacak hale gelmesi gösteriyor. Açlık sınırı geçen yıl Eylül'de 2,447 lira, yoksulluk sınırı 7,973 liraydı; 2021 Ağustos'ta açlık sınırı 2,927 lira, yoksulluk sınırı 9,533 liraydı. Asgari ücret, 26 Eylül’de 318 dolardı. Artık tarihe Kara Salı olarak geçen dolar patlamasında ise 231 dolara geriledi. İki ayda neredeyse 100 dolarlık bir alım gücü gerilemesi yaşandı asgari ücrette.
İktidarın ekonomik krizi, Türkiye kapitalizminin köklü bir sorunu olarak yansıyan kaynak krizi olarak da adlandırabileceğimiz ekonomik çıkmazı otoriter rejim tarafından tetiklendi, derinleştirildi, içinden çıkılamaz hâle getirildi. Geçtiğimiz aylarda yazın sonunda yapılan anketler toplumun yüzde 74’ünün ekonominin çok kötü yönetildiğini düşündüğünü gösteriyordu. Açlık sınırının altında yaşayanlar, yoksulluk sınırının altında yaşayanlar, saçma düşük faiz ısrarı nedeniyle artan fakirleşme, enflasyonun gizlenmeye çalışılmasına rağmen şiddetlenmesi, işsizlik oranlarının yüksekliği, istihdam oranındaki berbat tablo yoksulların derecesini tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde öfkelenmesine neden oluyor. İktidar, hem mecbur olduğu ve üzerinde yükseldiği koalisyonun kaçınılmaz politikaları hem de bizzat otoriter tek kişilik aşırı merkezileşmiş iktidarın tercihleri ve beceriksizliği nedeniyle dümeni sağa, daha sağa, sermayeye doğru kırdıkça yoksul ve emekçi kitlelerin hem öfkesi artıyor, iktidar burada kafasını duvara çarpıyor hem de bunun seçmen tabanı açısından yarattığı gerileme net bir sınır çekiyor iktidarın “ben yaptım oldu”culuğuna.
Şimdi, işçiler ayın ortasına kadar nasıl geçineceklerini, kış günlerinde nasıl ısınacaklarını, çocuklarını okula nasıl yollayacaklarını, borçlarını nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünürken, Erdoğan’ın şu sözleri herkesin kulaklarında çınlamaya devam edecek: “Sadece kurdaki yükselişe bağlı olarak kimi ürünlerde ortaya çıkan fiyat artışı yatırımı, üretimi, istihdamı doğrudan etkilemez. Tam tersine kurdaki rekabet gücü (yani düşük değerli TL) yatırımda, üretimde, istihdamda artışa yol açar…”
Bu halka fakirleşmeyi layık gören, bile isteye fakirliği dayatan iktisadi manasızlığın göremediği şu: Dünya pazarının bir parçası olan her ekonomik birim, “ihraç etmek için ithal etmek zorunda”dır. İthalattan dolar nedeniyle yiyeceğiniz (yiyeceğimiz) kazığın Türk lirasının iyice değersizleşmesi ve faizin nispeten düşürülmesiyle canlanacak ekonominin hayhuyunda görünmez olacağını düşünmek için fazlaca iyimser olmak lazım. Özellikle bu dahiyane ekonomik oyunun seçimler için AKP’ye yönelik bir teveccüh yaratacağını düşünebilmeleri akıl alır gibi değil!
İpin ucunu kaçıranlar, milyonlarca insanın nasıl öfkelendiğini kavramaktan çok ama çok uzaktalar.
Hafta sonu, yazının devamında, muhalefetin önerilerini, eylem yapmak konusundaki tartışmaları ve kendi önerimizi tartışmaya çalışacağım.
Şenol Karakaş