Diyanet İşleri Başkanı son hutbesinde, "eşcinselliğin "hastalıkları da beraberinde getirdiğini" ve kuşakları "çürüttüğünü" söyledi. Buna bazı barolar ile LGBT+ örgütleri ve bizler karşı çıktık. Sonra önce Cumhurbaşkanı Erdoğan ardından da gazeteciler Diyanet İşleri Başkanını savundu ve savunurken, “Diyanet İşlerine saldırı devlete saldırıdır” dedi. Böylece Diyanet İşleri Başkanı’na karşı basın açıklaması yapan Ankara Barosu hakkında savcılık soruşturma başlattı. Ardından Diyarbakır Barosu hakkında da inceleme başlatıldı.
Bazı gazeteciler, bu olağan bir tartışmaymış, Ali Erbaş bir panelde, demokratik bir ortamda görüşlerini söylemiş de eleştiriliyormuş gibi tutum almaya başladılar. Demokratik standartların yerlerde süründüğü bir politik iklimde bu “tartışmaların” yaşandığını görmek zorunda herkes. Bu yüzden, “Papa’nın eşcinsellik karşıtı bir konuşma yapması neyse... Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinsellik karşıtı hutbe vermesi de odur. Sonuçta inandıklarını söylemek zorundalar. Yani yadırganacak, şaşıracak, hayret edecek bir şey yok.” gibi yaklaşımların tersine, yadırganacak, şaşıracak, hayret edecek çok şey vardır. Papa, böyle bir konuşma yaparsa o da bu yargılamadan ve İtalya’da mücadele eden demokratların eleştirilerinden payına düşeni alır.
Hayret edilecek şey ise şu: Diyanet İşleri Başkanı eleştirebiliyor, ama başkan eleştirilemiyor! Eleştirenler, üsluplarından bağımsız olarak söylemek lazım, soluğu savcılıkta alıyor.
İkincisi, Erdoğan, diyanet işleri başkanına yönelik eleştirileri devlete saldırıyla eşitledi.
Özetle, ortada bir demokratik tartışma yok. Elinde kamu otoritesinin gücünü bulunduran ya da bu gücün desteğini arkasına alan ve toplumun bir kesiminin cinsel yönelimlerini ve yaşam tarzını aşağılayan ve “kuşakları çürütüyor” diyerek hedef gösteren, suçlayan bu anlamda da ayrımcılık yapan bir kurum başkanı var.
Ve bu tartışma yüzünden 2020’de LGBT+’ların toplumsal çürümeye neden olduğu gibi fikirler yeniden tartışmaya açıldı ve ne yazık ki Türk Tabipleri Birliği, Cinsel Eğitim, Tedavi ve Araştırma Derneği ve Türkiye Psikiyatri Derneği bu konuda yeni ortak basın açıklaması yapmak zorunda kaldı. Şöyle diyorlar: “Eşcinselliğin ve zinanın bu salgının başlaması, sürmesi ve yayılmasıyla bir ilgisi olmadığı gibi, eşcinselliğin başka hastalıklara neden olduğu da doğru değildir.”
Açıklamanın bu bölümü çok önemli çünkü Diyanet İşleri’nin, salgın koşullarında öfkesi burnunda olan insanlara salgının sorumlusu olarak bir toplumsal kesimi gösterdiğinin altını çiziyor.
İktidarın bu politikasının iki hedefi var: Birincisi, kızgın insanların dikkatini dağıtmak, sorumluyu farklı yerlerde aramalarını sağlamak. 1100 lira aylıkla evde kalması beklenen bir işçiye, “salgının sorumlusu eşcinsellerdir” mesajı vererek gerçekleri gölgelemeye çalışıyorlar.
Melike Işık’ın yazdığı gibi: “LGBTİ+’lar şimdiye kadar depremlerden ve diğer doğal afetlerden sık sık sorumlu tutuluyordu. Hiçbir somut dayanağı olmayan bu suçlamalar, yalnızca LGBTİ+’ları hedef haline getirmeye değil; aynı zamanda hükümetlerin suçlarını örtbas etmeye de hizmet ediyor. Hükümet, sağlık hizmetleri yerine savaşa, silaha yatırım yaptığı, işçiler için fiziksel izolasyonu sağlamadığı, sermayenin çıkarlarını insan sağlığının önüne koyduğu için büyüyen salgından LGBTİ+’ları sorumlu tutuyor. Böylece, hükümetin başlıca sorumluluğunda olan salgın, bir grup insanın omuzlarına yükleniyor. Bu bir grup insan ise elbette en dezavantajlı konumdakiler, toplumun en çok ötekileştirdikleri oluyor.” (https://marksist.org/icerik/Yazar/13881/Hastaliklarin-sorumlusu-LGBTI+lar-degil,-hukumet!)
İktidarın bu tutumunun ikinci ve daha köklü nedeni ise şu: AKP liderliği, Gezi günlerinde, toplumun bütününe seslenmeyi, onun da onayını almayı gündeminden çıkarttı. Toplumun yarısına, sadece kendisine oy veren kesimlere seslenmeye başladı ve bu kitleleri bir kutuplaşma temelinde konsolide etmeyi politika yapma tarzının temeli haline getirdi. Baykal’ın CHP’sinin kutuplaştırmacı siyaset bayrağını AKP taşımaya başladı. MHP destekli AKP açısından, bu, giderek bir çalışma tarzı hâline geldi. Fakat, giderek, sadece AKP’ye oy vermeyenler değil, oy verenlerin de bir kısmı gözden çıkartılmaya başladı. Oy verenlerin bir kısmı da azarlanıyor, hedef gösteriliyor.
23 Haziran seçimlerinde alınan yenilgi, bu politika yapma tarzının bir sonucu ve 31 Mart seçimlerinin tekrarlanması da zaten genel olarak AKP’ye oy veren ama seçimlerde tercihini değiştirdiğini gözledikleri kitleleri, İmamoğlu’yla korkutup yeniden oy vermeye ikna etmekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
Şimdi de tartışması yapılamaz en temel insanlık hakkını tartışmaya açarak, bu tartışmayla tabanlarının bir kesimini mobilize ederken, diğer başka kesimlerini, örneğin AKP’ye oy veren LGBTİ+’ları kaybederek, kutuplaşmayı derinleştiriyorlar.
LGBTİ+ haklarının tartışması olamaz.
Cinsel yönelimlerle salgın ve toplumsal çürüme arasında bağlantı kurmaya kimsenin hakkı yoktur.
Burası nefret söylemine açılan kapıdır ve bu kapı açıldığında ilk önce kimlerin girdiğini biliyoruz.
Bu tartışmada muhalefete de iki uyarı yapmalıyız:
Saadet Partisi, Gelecek Partisi gibi partileri de kapsayacak Demokrasi Bloğundan söz edenler şunun farkına varmalılar: Erdoğan bazı fay hatlarında bu partileri her seferinde ikna ediyorlar. Sınırötesi harekat konusunda CHP dahil hemen her partiyi, göçmenler meselesinde CHP ve İYİP’i (bu partilerin yanında AKP zaman zaman göçmen dostu gibi görünüyor), LGBTİ+ konusunda Saadet Partisi ve Gelecek Partisi’ni hemen kazanıyor. Kürt sorununda her keskin dönemeçte de kazanacağına emin olmalıyız bu partileri. Bu partilerle bir demokrasi ittifakı kurulamayacağından emin olmak lazım.
Son olarak da siyasi iktidarın kutuplaştırıcılığına kutuplaştırıcı dille yanıt vermek ve dini maskenin arkasından cinsel yönelimleri hedef gösterenlerle din tartışması yaparak tartışmak, faydasız. Faydalı olan, kazandırıcı olacak olan iktidarın laik-anti laik, dindar-dindar olmayan kutuplaşmasıyla uğraşmadan tepki göstermektir.
Şenol Karakaş