İngiliz marksist Alex Callinicos'un Uluslararası Sosyalizm dergisinin sonbahar sayısında yayımlanan yazısı...
Eğer ABD küresel kapitalizmin kumanda merkezi olmaya devam ediyorsa, geçtiğimiz birkaç ayda bu kumanda merkezinin ekranlarında birden fazla kriz göründü. Şimdi bu krizleri, ABD karar vericileri açısından önem sırasına göre ele alalım. En önemsizden en önemliye doğru, bunların arasında; İsrail’in Gazze’ye açtığı son savaş vardı –aslında bu, Washington için bir krizden ziyade dengenin yeniden kurulduğu bir şiddet patlaması, dünya çapında çok sayıda insan için ise zulüm ve suçtu. Kiev’deki Batı yanlısı hükümet ile Ukrayna’nın güneydoğusunda Rusya’nın desteklediği güçler arasındaki savaş vardı. Irak ve Suriye’de kendisini İslami Devlet olarak adlandıran (ancak bizim IŞİD olarak adlandırmaya devam edeceğimiz) cihatçı grubun ilerleyişini durdurmak için yapılan ABD bombardımanıydı. Ve en önemlisi de –henüz bir kriz değil ama en ciddi çatışma olma potansiyeline sahip– Çin’in giderek büyüyen gücüne karşı Doğu Asya’daki devletler arası artan rekabet var.¹
Bu listede ilginç olan şey, krizlerden ikisinin –Ukrayna’daki savaş ve IŞİD- hiç kimsenin öngörülerini doğrular biçimde gelişmemiş olması. Bu, önde gelen kapitalist devletler arasında güç dengelerinin değişmesi sonucunda, uluslararası durumun ne kadar kayganlaştığının işareti. Fakat aynı zamanda oldukça korkutucu. Christopher Clark, Birinci Dünya Savaşı'nın patlaması hakkında yazdığı son kitabında, Avrupa’nın rakip güç bloklarına bölünmesine rağmen, 1914 yazında “büyük güçler arasında bir çatışma çıkma olasılığının gerilediğini, nihai olarak Avrupa’yı savaşın içine çekecek olaylar zincirinin ise aynı anda alttan alta yaşandığını” söylüyor.² Barack Obama’nın, ABD askeri gücünü Irak’a gönülsüz bir şekilde göndermesinden de anlayacağımız üzere, savaş en büyük güçleri bile hazırlıksız yakalayabilir.
Fakat soldaki birçok kişi, bu gönülsüzlüğün sahte olduğunu düşünüyor. Onlara göre, bu farklı krizlerdeki ortak tema, Irak, Suriye ve Ukrayna gibi devletlerin parçalanması sürecinde, Washington'ın küresel hegemonyasının korunması ve hatta genişletilmesi için Amerika'nın gücünün öne sürülmesi. Bu teşhis, genellikle, Soğuk Savaş sırasındaki “kampçılık”ın yeniden geri döndüğünü düşündürtüyor –yani jeopolitik olarak ABD’ye direndikleri için bu devletlere destek olmak ilericidir.
Rob Ferguson’un bu sayıdaki başka bir makalede tartıştığı gibi, Ukrayna savaşına kampçılığın patlaması eşlik etti. Saygın Rus marksist Boris Kagarlitsky, güneydoğu Ukrayna’daki Rusya destekli güçler için şöyle diyordu: “Novorosiyya’da olan, toplumsal değişim anlamında bir devrim olmasa da, devrimci bir harekettir”.³ Ortadoğu’da kampçılık, İran’daki İslam Cumhuriyeti tarafından yönetilen ittifaka destek biçimini alıyor ve bu ittifak Suriye’de Esad’ı ve Lübnan’a hâkim olan Şii İslamcı hareket Hizbullah’ı da kapsıyor. Daha genel olarak, soldaki birçok kişi, Rusya ve Çin’i ABD’yi dengeleyen güçler olarak görüyor.
Bu fikirler bütünündeki sorun aynı anda hem olgusal, hem teorik hem de politik. Politik olan kısma geleceğiz. Olgusal olarak: ABD sık sık yayılmacı tasarımlar geliştiriyor. Sırasıyla bütün ABD yönetimlerinin, Soğuk Savaş’ın ardından, ABD’nin hegemonyası altında bir ekonomik ve politik düzen yaratmak için neoliberalizm ihraç etmesi ve NATO’yu genişletmesi bu savın doğruluğunu gösteriyor.⁴ Ve daha spesifik olarak, George W Bush yönetimi, 9/11’in ardından neoconların en parlak günlerinde Irak’ı ele geçirmeye, Suriye ve İran’daki düşman rejimleri devirmeye ve neoliberal tarzda burjuva demokrasisini Arap dünyasına yaymaya çalıştı.⁵
Fakat günümüzde Ortadoğu’yu şekillendiren, her şeyden önce, bu mağrur projenin başarısızlığı, Arap Devrimleri ve onları bastırmak üzere ortaya çıkan gerici girişimlerdir. Obama yönetimi bunun gayet farkında. Bu, bölgeye daha fazla şeytan göndermeyeceği ya da (örneğin İsrail’e desteği aracılığıyla) onlarla gizlice anlaşmayacağı anlamına gelmiyor, fakat aşağıda daha detaylı olarak göreceğimiz gibi, ABD’nin şu anki amaçları asıl olarak savunmacı bir nitelik taşıyor.
Sorun aynı zamanda teorik. Solun çoğunlupu için emperyalizm, genellikle ABD egemenliği ile özdeş. Fakat klasik emperyalizm teorisyenleri durumu böyle algılamıyordu ve bunun nedeni yüz yıl önce, daha ABD hegemonyası kurulmamışken yazmış olmaları değil. Onlara göre emperyalizmin iki önemli özelliği vardı. Birincisi, emperyalizm Büyük Güçler arasında jeopolitik rekabet sistemini kapsıyordu. Lenin üzerinde büyük etkisi olan liberal John A. Hobson’un söylediği gibi, “yeni emperyalizmin orijinalliği, farklı uluslar tarafından benimsenen bir politika olmasıdır. Rekabet eden birkaç imparatorluk fikri aslında modern bir durumdur”.⁶
İkincisi, bu rakiplerin ortaya çıkışı, Lenin’in Emperyalizm broşüründe belirttiği gibi, kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasının sonucudur. Marx’ın Kapital, Cilt I’de bahsettiği kapitalist birikim sürecinden doğan temel bir eğilim olarak sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, 20. yüzyılın başında ekonomik ve jeopolitik rekabetin kesişmesine yol açtı. Giderek daha da büyüyen ve uluslararası olarak faaliyet gösteren sermayeler, çıkarlarını korumak için kendi ulus devletlerine bağımlı hâle geldiler; aynı derecede, devletler rakiplerine karşı kendilerini korumak için, tek başına karmaşık modern silah sistemleri ve savaş alt yapısı üretebilen endüstriyel kapitalist ekonomileri desteklemek zorunda kaldılar. Devletlerin ve sermayelerin giderek birbirlerine daha bağımlı hâle gelmeleri, jeopolitik rekabetin yoğunlaşmasına yol açtı. Bunun sonucunda da Ağustos 1914’te Birinci Dünya Savaşı ortaya çıktı ve 1939-45 arasında da ikinci kıyım yaşandı.⁷
Dolayısıyla, marksist perspektife göre modern emperyalizm, kapitalistler arası yarış ve rekabet sistemi demektir. Lenin’in bu teoriye katkısı, eşitsiz gelişim kavramı olmuştur. Kapitalizm her yerde eşit derecede büyümez; bazı devletler ve bölgeler önden gider, bazıları arkada kalır. Bu eşitsizlik, dünyadaki güç hiyerarşisini belirler. Fakat kapitalizmin eşitsiz gelişimi, önde gelen devletlerarasında gücü yeniden dağıtır. Bu, güç dengesinin, yeni çatışmalar yaratacak şekilde sürekli değiştiği anlamına gelir. 20. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli jeopolitik gelişme, o zamana kadar egemen kapitalist devlet olan İngiltere ile ABD ve Almanya arasındaki güç dengesinin değişmesiydi; bugün bir diğer güç dengesi değişimi ABD ve Çin arasında yaşanıyor. Lenin, bu güç dengesi değişimlerinin, Karl Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” olarak adlandırdığı sermayelerin barışçıl ulus ötesi entegrasyonunu ve Michael Hardt ve Toni Negri’nin “İmparatorluk” olarak adlandırdığı durumu imkânsız hale getirdiğini söyledi: Gücün yeniden dağılımı, böyle bir entegrasyonun işleyebilmesi için gerekli olan anlaşmaların temelini ortadan kaldırıyordu.⁸
Peki, neden soldaki birçok kişi, emperyalizmin bu sistemik karakterini artık görmüyor? Bu, iki göz yanılsamasından kaynaklanıyor olabilir. Birincisi, Soğuk Savaş ile ilgili yanılsama. Bu dergi, Sovyetler Birliği’nin devlet kapitalizmi olduğu gibi sıra dışı bir görüşe sahip ve dolayısıyla onun ABD ile olan uzun mücadelesini emperyalistler arası rekabet olarak görüyor. Solda SSCB’yi sosyalist bir toplum ya da dejenere olmuş işçi devleti ya da daha kaba anlamda “post-kapitalist” olarak görenler, Soğuk Savaş’ı emperyalist güçler arası çatışma olarak değerlendiremiyorlar. Örneğin Isaac Deutscher, Doğu ve Batı blokları arasındaki jeopolitik ve ideolojik mücadeleyi “antagonistik toplumsal sistemler”, yani kapitalizm ve komünizm arasındaki “büyük yarışma” olarak betimleyen (bu yarışmada Sovyetler Birliği, her ne kadar mükemmel olmasa da, dünya çapında devrimci çıkarı temsil ediyordu) bir açıklama geliştirmişti.⁹ Çeçen bağımsızlık hareketini alaycı bir barbarlıkla ezmesine ve devletin üst komutasının Moskova’daki kontrolsüz yağmacı kapitalizmle kaba bir şekilde birleşmiş olmasına rağmen, bu tür bir görüş, Rusya’yı “antiemperyalist” bir güç olarak tanımlayanların tortusunda varlığını sürdürüyor.
İkinci yanılsama, Soğuk Savaş’ın sonundaki “tek kutuplu moment”ten kaynaklanıyor. Bu dönemde ABD, askeri olarak bütün rakiplerinin toplamından daha üstün olduğu gibi, 1990’ların sonu ve 2000’lerin ortalarında önemli bir ekonomik büyüme yaşamıştı. Fakat o zaman bile Pentagon’un askeri üstünlüğü ile ABD’nin görece ekonomik gerilemesinin sürekliliği arasında bir çelişki vardı ve önce borsada, ardından 2000’lerin ortasında emlak sektöründe ortaya çıkan finansal balonun yarattığı patlama, bu çelişkinin üzerini örtüyordu.¹° İkinci balonun patlaması, ABD’nin Irak’ta yenilmesiyle aynı dönemde oldu ve bu durum Amerika’nın zayıflığını görünür hâle getirdi. Küresel ekonomik ve finansal kriz sadece ABD’de başlamakla kalmadı, aynı zamanda Çin ve diğer gelişen ülke ekonomileri ona kıyasla çok daha hızlı toparlandılar. 2007 ve 2012 arasında gelişmiş ekonomiler yüzde 3, gelişmekte olan ülkeler yüzde 31 ve Çin yüzde 56 büyüdü.¹¹ Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve aynı zamanda en büyük enerji ihracatçısı, tüketicisi ve üreticisi hâline gelmesi, bu krizin yaşandığı zamana denk düşer.
Büyüme oranlarındaki bu farklılık, ABD ve diğerlerinin askeri kabiliyetleri arasındaki farkın kapanmasını mümkün hâle getiriyor. 2013’te ABD savunma bütçesi 600.4 milyar dolar iken, aynı dönemde hâlâ diğerlerini gölgede bırakacak kadar büyüktü (Çin 112.2 milyar dolar, Rusya 68.2 milyar dolar, Suudi Arabistan 59.6 milyar dolar ve İngiltere 57 milyar dolar). Fakat o zamandan beri, bazı önde gelen “gelişmekte olan ülkeler”de savunma harcamaları hızla yükselirken, Batı’da olduğu yerde kaldı ya da azaldı. 2008-2013 arasında reel net savunma harcaması Çin’de yüzde 43.5, Rusya’da yüzde 31.2, Brezilya’da yüzde 10, Japonya’da yüzde 6.6, Fransa’da yüzde 0.3, ABD’de yüzde 0.1, Almanya’da yüzde 4.3, İngiltere’de yüzde 9.1 ve İtalya’da yüzde 21 arttı. 2001 ve 2013 arasında Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun resmi bütçesi yüzde 700 arttı.¹² Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü, şu anki eğilimlere göre ve tahmini büyüme oranlarına ve harcama tanımlamalarına bağlı olarak, ABD ve Çin’in savunma bütçelerinin 2023 ve 2028 arası bir zamanda eşitleneceğini tahmin ediyor.¹³
Tabii ki bu tür tahminleri yaparken çok dikkatli olmak gerekiyor. Çin’in savunma harcamasının reel büyüme oranı 2003-7’de yüzde 10.4 ve 2009-13’de yüzde 7.6 azaldı.¹⁴ Bu eğilim, Çin ekonomisindeki genel büyüme oranındaki yavaşlamayı takip ediyor. 2008-9’da yaşanan Büyük Durgunluk’a yanıt olarak hükümet tarafından yönetilen borçla yürüyen yatırım patlamasının durumuna bağlı olarak bu büyüme oranı daha da azalabilir. Fakat şu anda analizciler, Çin’in “bilanço durgunluğu” (çok borçlu şirketler borçlarını azaltmaya odaklanabilirler ve böylece etkili bir arz ve talebin düşmesine yol açabilirler) ile karşı karşıya kalabileceği öngörüsünde bulunuyorlar.¹⁵
Fakat Çin ekonomisini nasıl bir gelecek bekliyor olursa olsun, onu Amerikan ekonomisinden ayıran boşluk hâlâ varlığını koruyor. Bu yılın başında Dünya Bankası, Çin’in Gayri Safi Yurt İçi Hâsılası’nın ABD’ninkinden daha yüksek olduğunu duyurdu. Bu tahmin, tartışmalı bir veri olan ve ülkeler arasındaki maliyet farklarını belirleyen satın alma gücü paritesi ölçümüne dayanıyordu. Fakat Çin’in nüfusu 1 milyar 356 milyon iken ABD’nin nüfusu sadece 319 milyon. Çin’in lehine sonuç veren satın alma gücü paritesi ölçümünü kullansak bile, 2013’te ABD’nin kişi başına düşen Gayri Safi Yurt İçi Hâsılası 52 bin dolar iken, bu rakam Çin için 9.800 dolardı.¹⁶ Amerika, Çin’den çok daha zengin bir ekonomiyi yönetmeye devam ediyor. Üstelik de asıl rezerv parayı piyasaya çıkararak küresel mali sistemin merkezinde yer almaya devam ediyor ve gelişmiş kapitalist devletleri onun askeri ve politik liderliğine bağlayan uluslararası bir ittifaklar ağını yönetiyor.¹⁷
Yine de, ekonomik gücün küresel yeniden dağılımı, jeopolitik rekabetin yoğunlaşmasına yol açıyor. Yukarıdaki listede yer alan ikinci kriz, yani Rusya’nın ABD, NATO ve Avrupa Birliği’ne rağmen Ukrayna’ya müdahale etmesi, bu gelişmenin en görünür örneği; fakat uzun vadede Doğu Asya’da –bu listedeki dördüncü kriz– olanlar çok daha önemli. Çin, dikkatinin büyük bölümünü Batı Pasifik’te bir deniz gücü oluşturmaya veriyor ve Güney ve Doğu Çin denizlerinde bölgesel anlaşmazlığı davet ediyor. Bu gelişmelerin en önemli sonucu ise dünyanın ikinci ve üçüncü en büyük ekonomileri olan Çin ve Japonya’nın, hiç kimsenin yaşamadığı Diaoyu/Senkaku Adaları konusunda karşı karşıya gelmesi oldu.
Ulusalcı sembolizmin ve bölgeye yayılan enerji rezervlerinin ötesinde, Güney Çin Denizi’nin stratejik önemi yatıyor. Jeostratejist David Kaplan’a göre:
Güney Çin Denizi, Batı Pasifik ve Hint Okyanusu’nun boğazı olma işlevi görüyor, yani küresel deniz rotalarının birleştiği-bağlayıcı bir ekonomik doku parçası. Avrasya’nın gemi seyrine elverişli, Malakka, Sunda, Lombok ve Makassar boğazları ile kesilen Kenar Kuşak’ının kalbi burada yatıyor. Dünyadaki yıllık ticari filoların yarısından fazlası ve tüm denizyolu trafiğinin üçte biri bu boğazlardan geçiyor.¹⁸
Ekonomik küreselleşme, malların ulus ötesi akışını devletlere giderek daha bağımlı kılarak, kilit noktalardaki deniz rotalarının varlığını korumasını çok önemli hâle getiriyor. Güneydoğu Asya’nın nadir bulunan ve pahalı baharat kaynağı olarak Avrupalı devletler için çok değerli olduğu zamanlarda, 15. yüzyılda söylenen bir söz vardı: “Malakka’ya kim sahip olursa onun eli Venedik’in boğazındadır”.¹⁹ Yakın zamanda, 2002-2012 arasında Çin devlet başkanlığını yapmış olan Hu Jintao, “Malakka ikilemi”nden bahsetti, çünkü Çin’in mamul mallarının ihracatının ve enerji ile hammadde ithalatının çoğu, Hint Okyanusu ve Pasifik’i birbirine bağlayan bu boğazlardan geçmek zorunda. Bu durum Çin’i, bu boğazlara uğramadan geçip Pakistan ve Burma üzerinden Hindistan’a giden alternatif karayolu rotaları bulmaya itiyor.²º
Bu arada, dünyanın en büyük endüstriyel ve ihracatçı ekonomisi olan Çin’in pozisyonunun bağlı olduğu deniz rotaları, Japonya’yı 1945’te yendiği günden bu yana ABD donanması tarafından korunuyor. Bu, Amerika’nın Çin sahilleri boyunca devam eden denizlere ulaşmasını engelleyecek silah sistemlerine (örneğin, 2020 itibariyle ABD ve uçak gemisi gibi denizde hareket eden hedefleri vurma kabiliyetine sahip DF-21 füzesiyle boy ölçüşebilecek bir denizaltı filosu) ve Halk Kurtuluş Ordusu Donanması'na büyük yatırımlar yapılmasından da görüleceği üzere Çin yöneticileri açısından kabul edilemez bir durum. Kaplan, Yale Üniversitesi’nden Paul Bracken’dan şöyle bir alıntı yapıyor: “Çin, ABD deniz ve hava kuvvetlerini Doğu Asya kıyı boyundan uzak tutmak üzere tasarlanmış, 'anti-donanma donanması' olan bir konvansiyonel donanma inşa etmiyor”.²¹
Asya’da olan şey, daha ziyade, ABD ve Çin’in ikili karşı karşıya gelişi. Devletler genellikle askeri harcamalarını kendi çıkarlarını birbirlerine karşı savunmak için artırırlar. Özellikle sağcı bir milliyetçi olan Shinzo Abe’nin 2012’de başbakan olmasından bu yana, Japonya kendisini anti-Çin koalisyonunun lideri olarak konumlandırıyor. Enerji zengini Spratly adaları üzerinde mülkiyet hakkı iddia ettikleri için aralarında anlaşmazlık bulunan Çin, Tayvan, Vietnam, Malezya ve Filipinler’in hepsi, bu adalar üzerinde, kendi donanmaları tarafından kullanılacak yapılar inşa ettiler. Kaplan şöyle diyor:
Askeri gücünü artıran sadece Çin değil, genel olarak bütün Güney Asya ülkeleri. Geçtiğimiz on yılda, Avrupa’nın bile savunma bütçesi azalırken, bu ülkelerin savunma bütçeleri üçte bir oranında arttı. 2000’den bu yana Endonezya, Singapur ve Malezya’ya silah ithalatı sırasıyla yüzde 84, yüzde 146 ve yüzde 722 oranında arttı. Harcamalar deniz ve hava platformları, yüzey savaş gemileri, ileri füze sistemlerine sahip deniz altılar ve uzun erimli savaş jetlerine yapılıyor. Kısa süre önce Vietnam, son teknoloji Kilo-sınıf Rus denizaltılarına 1 milyar dolar ve Rus savaş jetlerine 1 milyar dolar harcadı. Çin, Güney Çin Denizi’nin diğer tarafında yer alan Hainan Adası’nda 20 nükleer denizaltı için bir denizaltı üssü yaparken, Malezya da kısa süre önce Borneo Adası’nda bir denizaltı üssü açtı. ABD’nin Büyük Doğu Asya’daki toprak savaşları nedeniyle dikkati dağılmışken, askeri güç, Avrupa’dan otantik sivil-askeri, post-endüstriyel tesislerin deniz kuvvetlerine vurgu yapılarak inşa edildiği Asya’ya geçti.²²
Örneğin, Vietnam’ın Çin’i dengelemek için ABD’ye baktığı ve Güney Kore’nin, eski sömürge gücü olan Japonya’ya karşı denge olarak Çin’e yöneldiği bir bölgede, artık Soğuk Savaş bölünmeleri bir anlam ifade etmiyor. Japonya ise antenlerini, yöneticilerinin zaman zaman kendisine doğru deneme füzeleri fırlattığı Kuzey Kore’ye yöneltmiş durumda. Kaplan’ın söylediği gibi, “dünya çapında çok kutupluluk, diplomasi ve ekonominin bir özelliği hâline geldi bile, fakat Güney Çin Denizi bize çok kutupluluğun askeri anlamda da ne demek olduğunu gösteriyor”.²³
Doğu Asya’nın daha yoğun bir devletlerarası rekabete girmiş olması, ABD hegemonyasına yönelik doğrudan bir tehdit oluşturmuyor. Tam tersine, Çin’in iddialı oluşu, sadece Vietnam’ı değil, diğer Asya devletlerini de ABD’ye yöneltebilir.²⁴ Daha derin olan sorun, ABD’nin kendisini diğer bütün devletlerden ayıran özelliğinden kaynaklanıyor; yani, ABD’nin, dünyanın bütün önemli bölgelerinde (Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Doğu Asya ve Orta Doğu) egemen bir pozisyona sahip olan tek gerçek küresel güç olması. Kabaca söylemek gerekirse, kriz yayıldıkça, Washington için bu krizlerin her birini çözecek dikkati ve kaynakları her yere aynı anda tahsis etmesi zorlaşıyor.
Bu sorun, ABD’den önce 18. yy sonu ve 20. yy’ın başı arasında dünyanın egemen kapitalist gücü olan İngiltere’nin gerileyişinin de temel nedeniydi. İngiltere’nin Avrupa güç dengesini yönetme kabiliyeti, ekonomik gücü (ilk sanayileşmiş kapitalist ekonomi ve uluslararası finansal ve ticari sistemin merkezi olarak) ve imparatorluk tarafından sağlanan kaynakların kombinasyonuna, hepsinden önemlisi de Hindistan’daki İngiliz yönetiminin (Raj) Hindistan’dan aldığı para ve insan gücüne bağlıydı. 20. yy’ın başında İngiliz hegemonyası, ABD ve Almanya’nın sanayi ve deniz kuvvetlerinde yeni rakipler olarak ortaya çıkması nedeniyle baskı altına girdi. Fakat imparatorluğun belini asıl kıran, üç kilit bölgede kendiliğinden jeopolitik tehditlerin ortaya çıkması oldu; kıta Avrupa’sı, Akdeniz ve Doğu Asya. 1930’ların sonunda bu tehdit, Nazi Almanyası, faşist İtalya ve Japonya arasında anlaşma şeklinde gerçekliğe dönüştü. Art arda gelen başbakanların uyguladığı stratejiler (Neville Chamberlain barışçı bir siyaset uygulamayı seçerken, Winston Churcill ABD ile ittifak yaparak bu ittifaka karşı savaşmayı seçti) İngiliz İmparatorluğu’nu kurtarmakta başarısız oldu.²⁵
Amerika’nın ekonomik ve askeri gücü, İngiltere’nin o zamanlar sahip olduğundan çok daha büyük. Fakat ABD de benzer bir sorunla karşı karşıya gelmeye başlıyor, aynı anda hem Çin’in yükselişiyle, hem Rusya’nın kendisini yeniden ileri sürmesiyle hem de Ortadoğu’da devam eden karışıklık ile ilgilenmesi gerekiyor. Bu sorunun şekli, Obama başkan olduğunda belirginleşmişti bile.²⁶ Obama’nın çözümü iki yönlüydü: birincisi, Bush’un Batı Asya’da başarısız olan savaşlarını kapatmak (2011’de Irak’tan ve başlangıçtaki nafile asker sevkiyatının ardından bir sonraki yıl Afganistan’dan ABD askerlerini geri çekmek) ve ikinci olarak da Washington’un diplomatik çabalarında ve askeri kabiliyetlerinde (yani ABD donanmasının yüzde 60’ı) Asya-Pasifik bölgesine öncelik vererek meşhur “eksen”i Asya’ya yöneltmek.²⁷ Fakat coğrafi önceliklerdeki bu tutum değişiminin ötesinde, Obama, neo-con’ların başarısızlıklarından ders çıkararak, ABD’nin askeri gücünü kullanırken daha dikkatli olması gerektiği tutumunu benimsedi. Bu tutum, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’dan gelen tüm baskıya rağmen, Obama’nın Suriye’deki iç savaşa çok fazla karışmayı reddetmesinden ve bir yıl önce Esad rejimini kimyasal silah kullandığı için cezalandırmak amacıyla Suriye’ye hava saldırısı düzenleme tehdidinden vazgeçmesinden belliydi.
Obama, Mayıs ayında West Point Askeri Akademisi’nde yaptığı konuşmada, yeni bir stratejik doktrin geliştirerek bu deneyimi genelleştirmeye çalıştı:
Bu stratejiyi şöyle özetleyebilirim: Amerika her zaman dünya sahnesinde lider olmalıdır. Eğer biz olmazsak, başka kimse olamaz. Ordu, bu liderliğin omurgasıdır ve her zaman öyle olacaktır. Fakat liderliğimizin tek –ya da hatta öncelikli- bileşeni ABD’nin askeri etkinlikleri değildir. En iyi çekice sahip olmamız, her sorunun çivi olduğu anlamına gelmez.²⁸
Obama, George Bush’un kendi “doktrini”ni tekrar teyit etti: "ABD, temel çıkarlarımız bunu gerektirdiğinde, gerekirse tek taraflı askeri güç kullanacak". Fakat şöyle devam etti, “Öngörülebilir gelecekte Amerika’ya yönelik dışarıdan ve içeriden gelebilecek doğrudan tehdit terörizmdir. Fakat terörist ağları barındıran her ülkeyi işgal etmeyi içeren bir strateji naif ve sürdürülemezdir” çünkü “bugün asıl tehdit merkezi El Kaide liderliğinden gelmiyor. Onun yerine El Kaide’nin, çoğu faaliyet gösterdikleri ülkeye odaklanmış merkezi olmayan unsurlarından ve radikallerden geliyor”.²⁹
Obama’nın kelimeleri iki hafta içinde karşılığını buldu: 10 Haziran’da IŞİD, Irak’ta Musul şehrini ele geçirdi. IŞİD, paramparça bir ayaktakımı değildi. Patrick Cockburn’un dediği gibi:
Bugün Irak’ın kuzeyini ve batısını ve Suriye’nin doğusunu ve kuzeyini El-Kaide tipi hareketler yönetiyor. Onların kontrolü altındaki bölgeler, ölümü dünyada terörizme en büyük darbeyi vuracağı varsayılan Usame Bin Ladin’in kontrolündeki bölgelerden kat kat daha büyük. Aslında El-Kaide bağlantılı örgütler en büyük başarılarını Usame Bin Ladin’in ölümünden sonra elde ettiler.³°
Fakat Obama’nın yeni çatışmaları önleme girişiminin önündeki tek engel IŞİD değil. Francis Fukuyama, Obama’yı “karşı karşıya olduğumuz tek doğrudan tehdit terörizmdir” dediği için eleştirdi ve şöyle dedi: “Kendisi, dünya düzenine yönelik diğer iki büyük tehdit olan Rusya ve Çin’e gösterilecek uzun vadeli yanıtlardan neredeyse hiç söz etmedi. ABD’nin, savunması gereken müttefikleri şu anda gelişmiş ordulara sahip olan sanayileşmiş ulusların tehdidi altında”.³¹ Fukuyama, Amerikan egemen sınıfındaki yön değişikliğini iyi bir şekilde gösteriyor; 1989’da Tarihin Sonu'nu ve liberal kapitalizmin zaferini ilan etmek, 1990’ların sonunda Irak ile savaş çağrısı ve Bush-Blair macerası başarısız olduğunda hızla neocon vagonundan atlamak.³² Şimdi Obama şunu fark ediyor ki, neoliberalizmi küresel olarak yaymak, ABD ve müttefiklerine karşı yeni jeopolitik rakiplerin çıkmasını önlemiyor.
Bu rakipler arasında Rusya daha tehlikesiz. Bunun nedeni kısmen, Putin’in doğu ve batı sınırları boyunca yer alan eski Sovyet cumhuriyetleri üzerindeki ekonomik ve politik kontrolü kaybetmeme konusundaki kararlılığına rağmen, onun yönetimi altında bile Rusya’nın SSCB’nin gölgesi olmaktan öteye geçememesi. Diğer nedeni ise Ukrayna’nın ABD için, Rusya için olduğu kadar önemli olmaması. Bu krizi hızlandıran inisiyatif, Ukrayna oligarşisinin Batı yanlısı kanadından, Avrupa Komisyonu’ndan ve Orta ve Doğu Avrupa’da Moskova ile görülecek hesabı olan bazı AB üyesi devletlerden geldi. Susan Watkins, ABD’nin gösterdiği tepkili oportünizmi çok iyi yakalıyor:
Bu arada, Washington için basitçe küresel egemenin emperyal otomatikliği geçerli: Eğer orta ölçekli bir ülkede iktidar boşluğu varsa, Dışişleri Bakanlığı’nın buna tepkisi, o ülkeye gidip yönetimi ele almak oluyor. ABD’nin Ukrayna’da, Avrupa Birliği’ne göre daha az kaybedeceği şeyi var. Fakat Kiev’de kriz patlak verdiğinde Washington kendisine uygun bir rejim oluşturma fırsatına direnemedi.³³
Bütün ABD yönetimleri gibi Obama’nın da kendi şahinleri var; en önemlisi, Bush yönetiminden kalan ve Avrupa ve Avrasya İlişkileri Bakanlığı Müsteşarlığı görevini yürüten Victoria Nuland. Şubat ayında, batı yanlısı Ukraynalı milliyetçi Arseniy Yatsenyuk’u (Başkan Viktor Yanukovych’in devrilmesinden sonra usulen başbakan olarak atandı) nasıl hükümete alacağını ve Brüksel’i devre dışı bırakacağını söylediği ses kayıtları ortaya çıktı. Nuland bu kayıtlarda “AB’nin canı cehenneme” diyordu.³⁴ Fakat ABD yönetimin egemen stratejisi, gözünü korkutmak ve Kırım’ı ilhak ettiği ve Ukrayna’yı parçaladığı için Rusya’ya yaptırım paketi uygulaması için AB’yi bölmek, fakat aynı zamanda daha büyük bir karşı karşıya gelişi önlemek şeklinde oldu. Bu, maliyeti düşük bir yaklaşım: ABD’nin Rusya ile AB ile olduğundan çok daha sınırlı ekonomik bağları var, dolayısıyla Washington’un Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar, ona çok fazla zarar vermeyecekti. Fakat askeri müdahale hiçbir zaman gündemde olmadı (NATO’nun doğu periferisini güçlendirmek için atılan sınırlı adımlar dışında). Rusya’ya çok yakın, geniş çaplı konvansiyonel operasyonlar, muhtemelen Pentagon’un kabiliyetlerinin dışında ve böyle bir müdahale Moskova’nın elindeki nükleer silahlara başvurmasına neden olmak gibi bir riski doğurabilir.
Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesine yönelik Batı politikası –yaralamak için yeterli ama öldürücü değil– Putin’in ekmeğine yağ sürdü. Ukrayna’nın Batı blokuna entegre olması, NATO’yu Rusya sınırına kadar getirmek gibi bir tehlike oluşturuyor; Washington için bir bonus ama Moskova için büyük tehdit. Putin, Rus milliyetçiliğini kullanarak Kırım’ı hızla ele geçirdi, fakat Ukrayna’daki başka yerlerde daha kurnazca taktikler kullandı. Ağustos ayının sonunda Financial Times’da yayınlanan ilginç bir makale, NATO’nun, Ukrayna’da Rusya’nın üstünlük sağlamasından nasıl hoşnut olmadığını açıklıyordu:
Kamuoyuna konuşurken, NATO komutanları, Vladimir Putin’in 20. yy mantığından bahsediyorlar… Fakat özelde, Putin’in kullandığı 21. yy taktikleri konusunda daha açık ve endişeliler. Rusya’nın Ukrayna’daki eylemleri, yaygın iletişim teknolojileri ve ekonomik karşılıklı bağımlılığın uzlaşma sağladığı fikrini boşa çıkardı.
Onun yerine, gerilemekte olduğu düşünülen milliyetçilik, soykırım, irredantizm (komşu ülke topraklarının ilhakını savunan siyasi akım) ve askeri saldırganlığın hâlâ hayatta ve iyi durumda olduğu ve Ukrayna ve ötesinde uygulanmak üzere yeni ve güçlü araçlar geliştirdiği görüldü… NATO, bu tür çatışmaları “hibrid savaş” olarak adlandırıyor. Bu deyim, askeri gücün sadece küçük bir parçasını oluşturduğu, uzun vadeli amaçları olan esnek bir stratejinin parçası olarak hep birlikte aynı şekilde uygulanan geniş çaplı düşmanca eylemleri ifade ediyor.
Tahmin edildiği gibi bu konseptin en açık örneği Rusya. 2013 Şubat ayında Rusya Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov, Rusya savunma dergisi VPK’da bir makale kaleme aldı.
Gerasimov, savaş ve barışın artık daha bulanık ve kehanet gerektiren bir hâle geldiğini söylüyordu.
“Çatışma yöntemleri”nin değiştiğini ve bu yöntemlerin artık “politik, ekonomik, enformasyonel, insani ve diğer askeri olmayan önlemleri” de kapsadığını yazıyordu. Bunların hepsinin, yerel halkın beşinci kol olarak kullanılması ve “gizli” askeri güçlerle tamamlanabileceğini söylüyordu.³⁵
Dolayısıyla Putin’in yapmadığı şey tam da, Batılı liderlerin klişe dolu sonsuz kınamalarına ve bu kınamaların medyadaki yankılanmalarına rağmen, Sovyetler Birliği’nin 1956’da Macaristan’da ve 1968’de Çekoslovakya’da yaptığı gibi tankları Ukrayna’ya göndermek oldu. Moskova, bunun yerine, güney doğu Ukrayna’daki Rusya yanlısı militanlara komuta ve kontrol, istihbarat, özel güçler ve ağır silahlar sağladı. Ne zaman ki Kiev hükümetinin yazın yapılan saldırısı rakiplerini ezme tehdidi yarattı, Rusya, Ağustos ortalarında ağır silahlarla donatılmış düzenli askerleri ülkeye soktu. Bu sayede hükümet güçleri düzensiz bir şekilde kaçmaya başladılar ve Ukrayna Başkanı Petro Poroşenko’nun Putin’in hemen önerdiği ateşkesi kabul etmek dışında pek bir şansı kalmadı. Carnegie Moskova Merkezi’nin müdürü Dmitri Trenin, Rusya başkanının stratejisini Financial Times’a şöyle açıkladı:
Putin, geçtiğimiz haftalarda Rusya’nın doğu Ukrayna’ya müdahalesini hızlandırarak ve muvazzaf birliklerini göndererek, Kiev’e, Ukrayna güçlerinin Rusya yanlısı ayaklanmacıları yenmesine izin vermeyeceği mesajını gönderdi.
Trenin, “Putin savaşın ortasına bütün yumruğunu değil, sadece parmağını koydu. Ve bu Ukrayna güçlerinin savaşı kazanmaması için yeterli oldu” dedi. Trenin, Rusya başkanının asıl amacının, Moskova’yı “Kiev’de olanlar konusunda fikir ileri sürebilecek” noktaya taşımak ve onun, NATO gibi batı ittifaklarına katılmasını engellemek olduğunu ekliyor.³⁶
Dolayısıyla zayıflamış bir Rusya bile “yakın çevresi”nde NATO karşısında üstünlük elde etmeyi başardı. Çin çok daha zor bir mesele. Bunun nedeni kısmen, Çin’in büyüklüğü ve ekonomisinin dinamizmi ve askeri kabiliyetlerini geliştirme hızı. Fakat bir diğer nedeni de, Rusya gibi, odak noktasının küresel değil bölgesel olması. Geoff Dyer’in söylediği gibi:
Önümüzdeki 10 yıl içinde Çin’in küresel çapta ABD’ye meydan okumak gibi bir niyeti yok. Karayip Denizi’nde ciddi bir deniz gücü oluşturmak ya da kıta Avrupa’sına askerlerini göndermek gibi bir niyeti de yok. Onun yerine Çin, Asya’ya odaklanıyor… Çin’in, amaçlarına ulaşmak için ABD ne kadar harcıyorsa o kadar harcamasına gerek yok; sadece batı Pasifik’teki stratejik dengeyi değiştirecek kadar harcama yapması yeterli. Çinli stratejistler, daha zayıf ve küçük bir ülkenin, kendisinden daha büyük olan rakibine zarar vermesini sağlayacak “asimetrik” savaş, taktikler ve araçlardan bahsediyorlar. Çin, ABD ile savaşmaya hazırlanmıyor. Aslında amaç, öfkeyle tek bir silah bile ateşlemeden Pekin’in politik amaçlarını gerçekleştirebilmek. Çin’in askeri birikimi, Amerikan komutanlarının hesaplarını yavaş yavaş değiştirmek, onları Çin sahil şeridine yakın herhangi bir yerde askeri operasyon yapmaktan caydırmak ve Pasifik’ten uzaklaştırmak üzere tasarlanmış durumda.³⁷
Gördüğümüz gibi, bu meydan okumaya, askeri kabiliyetlerini yeniden düzenleyerek ve Pekin'in komşuları arasında Çin’in genişlemeci tutumu ile ilgili korku yayarak etkili bir şekilde yanıt vermek, Washington’un gücünü aşmıyor. Fakat bu hem dikkatlerin hem de kaynakların Doğu Asya’ya odaklanmasını gerektiriyor. IŞİD’in ilerlemesi –başlangıçta bahsedilen listedeki üçüncü kriz– bu hamleyi engelliyor. Son sayımızda söylediğimiz gibi, IŞİD’in ortaya çıkışı iki faktörün sonucudur. Birincisi, Anglo-Amerikan Irak işgalindeki başarısızlığı, ABD’yi, kontrolü -IŞİD’in önce Felluce’de ve ardından Musul’da kolaylıkla ele geçirdiği Sünni Arap azınlığı yabancılaştırarak- Nuri El Maliki'nin liderliğindeki mezhepçi ve otoriter Şii yönetimine devretmeye zorladı. İkincisi, 2011’de gerçekleşen Suriye Devrimi’ne yanıt olarak Esad tarafından başlatılan mezhepçi iç savaş, IŞİD’e doğu Suriye’de geniş alanları ele geçirebileceği ve buradan da Irak’a yönelik saldırıya geçebileceği bir alan sağladı.³⁸
IŞİD, orijinal kökleri El Kaide’ye dayanan mezhepçi, Sünni cihatçı bir örgüt. Aslında Mezopotamya’daki El Kaide’den türedi. Ebu Musab El Zerkavi’nin 2006’da Amerikalılar tarafından öldürülünceye kadar liderlik ettiği bu grup, Irak’taki Şii azınlığa vahşi mezhepçi saldırılar düzenlemek konusunda uzmanlaştı. Bu strateji, ABD işgaline karşı birleşik bir direnişin konsolide olmasının engellenmesine yardımcı oldu.³⁹ Fakat IŞİD, El-Kaide’den çok farklı şekilde evrimleşti. Jason Burke, El Kaide’nin gücünün doruk noktasında “tek bir lideri, yekpare bir ideolojisi ve projeleri küresel çapta tasavvur etme ve hayata geçme kabiliyeti olan tutarlı bir terörist grup”tan ziyade, dünyanın çeşitli yerlerindeki cihatçı gruplar tarafından kendisine önerilen projeleri finanse eden ve yerine getirilmeleri için görevlendirmeler yapan girişimci bir kapitalist şirket gibi çalıştığını söylüyor. 2001’de Afganistan’dan çıkmasının ardından, El Kaide'den geriye kalan tek şey ‘El-Kaide fikri' oldu.⁴º El-Kaide’nin amorf doğası, savaşların gelecekte devletler ve “devlet olmayan” aktörler arasında “asimetrik” çatışmalar şeklinde olacağı hakkındaki rağbet gören konuşmalara uyuyor.
Fakat adından da anlaşılacağı gibi IŞİD’in amacı devlet olmak; hatta kendisini Halifelik olarak ilan etti bile. Bu, onun Batı’nın egemenliğine ve modernitenin kötülüklerine alternatif olarak klasik İslamcı dönemdeki yönetimi yeniden kurma isteğini yansıtıyor. Bu tam olarak gerici bir ideoloji, fakat onun ütopyacı ulusötesi İslamcı politik toplum görüşü, IŞİD’in birçok ülkede destekçi bulmasına yol açtı. Ayrıca IŞİD’in, çok modern muhasebe ve bürokratik kontrol sistemleri geliştirdiği doğu Suriye ve batı Irak’ta kontrol ettiği bölgelerde yeni bir devlet oluşturmaya meşruluk kazandırdı. Fidye için insan kaçırmak ve haraca bağlamak sayesinde, IŞİD, giderek daha konvansiyonel gelir kaynakları elde etmeye başlıyor. Dükkan sahiplerinden ayda iki dolar vergi talep ediyor ve kamu hizmeti ücreti alıyor. Rakka’yı ele geçirmesi, IŞİD’in doğu Suriye’deki petrol sahasının kontrolünü ele geçirmesini sağladı ve Suriye, Irak, Türkiye ve İran sınırları boyunca uzanan kaçakçılık ağı sayesinde günde tahminen 80 bin varil petrol satıyor.⁴¹ Birçok burjuva düşünür, devletin kendisini, mülk sahiplerinin kendi insanlarının ve mülklerinin korunması karşılığında para ödedikleri bir koruma raketi olarak görüyor. IŞİD bu mukabele politikasını anlamış gibi görünüyor. IŞİD’in Musul bankalarının kasalarını soyduğuna dair ilk raporların yanlış olduğu ortaya çıktı: bankalar cihat yönetimi altında açık kalmaya devam etti.
Şimdi Obama bu proto-devleti “parçalamaya ve nihayetinde yok etmeye” yemin etti. Obama’nın stratejisinin iki temel çelişkisi var. Amerika’nın dış savaşlarına son vereceği yönündeki taahhüdü. Obama, ABD’nin IŞİD’in yenilmesine katkısının sadece hava gücünden ibaret olacağını söyledi. Fakat IŞİD’in kara birlikleri tarafından yenilmesi gereken çok hareketli ve etkili bir savaş gücü var. Aslında Obama, Irak’a yaklaşık 1200 Amerikan askeri gönderdi bile ve 10 Eylül’de 475 askerin daha gönderileceğini söyledi. Bu askerlerin görevi Irak ordusuna “danışmanlık” yapmak olacak, fakat herkes biliyor ki Amerika’nın Vietnam’da kara savaşına dâhil olması, John F Kennedy’nin 1960’ların başında Vietnam’a “danışmanlar” göndermesiyle başlamıştı.
ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey, birden fazla kez, Amerikan kara birliklerinin Irak’a dönme ihtimalini yalanlamayı reddetti. 25 Eylül’de bir gazeteciye şöyle dedi: “Eğer İslam Devleti ile karşı karşıya gelmek için büyük bir kara gücüne ihtiyacımız olduğunu önerebileceğimi söylüyorsanız, bunun cevabı kesinlikle evet”. Acele ile şöyle ekledi: “Fakat bu kara birlikleri Amerikalı olmak zorunda değil. 'İdeal güç', Iraklılar ve Kürtler ve ılımlı Suriye muhalefetinden oluşan bir güç olacaktır”.⁴²
Birinci çelişkinin çözümü –Obama’nın yeni “gönüllü koalisyon”u– ikinci çelişkiye yol açıyor. Belli ki kara birlikleri, savunma bütçelerini kısmakla meşgul olan İngiltere ya da diğer NATO devletlerinden gelmeyecek. Dolayısıyla bölgenin kendi içinden çıkacak. İşte burada karşımıza politik güçlüklerin yol açtığı engeller çıkıyor. Şu anda Ortadoğu’ya ekonomik olarak Körfez merkezli sermaye hükmediyor. Bu sermaye, Mısır ve Suriye’deki karşı devrimlere kaynak sağlıyor.⁴³ Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, çatışmayı bölgedeki Şiilere muhaliflerine karşı Sünni Arap gücünü güçlendirmek için bir fırsat olarak görerek, Suriye devrimini mezhepçi bir iç savaşa dönüştürmede üzerlerine düşen rolü oynadılar (Esad’ın Alevi mezhepçi temeli, aslında Şiiliğin bir yan kolu gibi ve onun rejimi İran ile çok yakın müttefik). Suriye savaşına aktarılan paranın ve silahların çoğu, IŞİD ya da El-Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi gibi cihatçı grupların eline geçmiş. Üstelik Suudi monarşisinin yasallığı, İslam’ın El Kaide ve onun yan örgütlerinin esinlendiği ultra-özleştirmeci bir İslam yorumu olan Vahabizm’den geliyor.
Dolayısıyla –Körfez ülkeleri IŞİD’e karşı hava saldırısına katılıyor olmalarına rağmen– cihatçılarla, onlara güvenilmeyecek kadar yakın bağları var. Yükselen bölgesel güç olduğu iddia edilen Türkiye’nin karmaşık pozisyonu, onun IŞİD hakkında net bir tutum almasını engelliyor. Irak ordusunun oluşan boşluğu doldurabileceği iddiası oldukça komik. Irak rejimi, eski bir Irak bakanının söylediği gibi “kurumsallaşmış hırsızlar yönetiminin” işgali altında.⁴⁴ Yolsuzluk orduya da sızmış durumda: dolayısıyla Irak ordusunun önce Felluce’yi, ardından Musul’u, geride zaferi kazananlar için yeni silahlar ve ABD tarafından tedarik edilmiş araçlar bırakarak, sayısal olarak az fakat motivasyonu yüksek IŞİD savaşçılarına teslim etmesi hiç de sürpriz değil. “Ilımlı” Özgür Suriye Ordusu’na gelince; IŞİD’e geçen biri şöyle diyor: “ÖSO askeri konseyinin toplantılarına her zaman Suudi, BAE, Ürdün ve Katar istihbarat servisi temsilcileri ve ABD, İngiltere ve Fransa istihbarat görevlileri katılırdı”.⁴⁵ İlk ayaklanmadan doğan yerel komiteler daha otantik halk güçlerini temsil ederken, sahada ÖSO askeri olarak cihatçılar tarafından devre dışı bırakıldı.
Bu da Esad rejiminin işine yaradı. Esad’ın IŞİD ile ilişkisi belirsiz. Rejimin askeri güçleri, saldırılarını, devrimin daha seküler kanadı üzerinde yoğunlaştırarak cihatçılarla çatışmayı engelleme eğilimindeydi. Üstelik, Financial Times’a göre IŞİD, “konuya yakın bağımsız kaynaklara göre Esad rejimine petrol satıyor". Batılı bir istihbarat yetkilisinin söylediğine göre, petrol varillerine karşılık olarak, rejim IŞİD'in kontrol ettiği bazı şehirlerde "ışıkları açık bırakıyor".⁴⁶ Fakat Musul’un düşmesinin yol açtığı kriz, Esad’ın “teröre karşı savaş”ta ön cephede olma talebine mükemmel bir şekilde uyuyor. Bazı önemli ABD politika entelektüelleri –örneğin, genç Bush yönetiminde Dışişleri Bakanlığı’nda politika planlama direktörü olarak görev yapan Richard Haass ve Demokrat Parti ile bağlantıları olan Philip Bobbitt– IŞİD’e karşı Esad ile taktiksel ittifakı savunuyorlar.⁴⁷ Bu da, bir adım daha ileri giderek Tahran’da Esad’ı savunanlarla işbirliği yapmak gibi gerçekçi bir mantık. Fakat bu durum Suudi Arabistan’ı ve diğer Körfez Şeyhliklerini kızdırabilir ve IŞİD’in Sünnileri geri kalan düşman ve baskıcı dünyaya karşı savunma iddiasını güçlendirebilir.
Dolayısıyla ABD, bir dizi hiç hoş olmayan alternatif ile karşı karşıya kalacağı Ortadoğu’da yeniden askeri müdahalenin içine çekiliyor. Bu sırada birikmiş iç gerilimlerin altında çatlayan bölgesel statükoya dayanmaya çalışıyor. Bu statükonun, başta Filistinliler olmak üzere çok sayıda kurbanı var. İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısı (bu makalede listelenen çatışmaların birincisi), Siyonist devletin Filistinlilerin mülksüzleştirilmesi ve onlara boyun eğdirilmesi için gerçekleştirmek zorunda olduğu bitmeyen savaşta bir bölümdü. ABD, İsrail’i destekleme yükümlülüğünü yerine getirmiş olmasına rağmen –İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) sivilleri ayrım gözetmeksizin katletmek için kullandığı silahları vererek– bu saldırıların maliyeti artıyor. IDF, Gazze’ye yönelik son saldırılarından bu yana, Hamas’ın askeri yenilikleri karşısında çaresiz kaldı –özellikle toprak altındaki karmaşık tüneller, savaş eğitimi ve Hamas savaşçılarının ekipmanları- ve bu saldırıda İsrail’in kayıpları öncekilerden çok daha fazla oldu. Fakat İsrail’in devasa askeri avantajı yavaşça tükenirken, İsrail güvenliğinin Filistinlilerin baskı altında tutulmasına bağlı olmasından kaynaklanan yapısal açmazdan çıkmanın bir yolu yok.
Bölgesel düzeyde resim kördüğüm olmuş gibi görünüyor. IŞİD’in yükselişinin ardında yatan temel nedenler –Irak’ın işgali ve Arap devrimleri– bütün Arap rejimlerini istikrarsızlaştırdı. Obama, kendisinden öncekiler gibi, bu değişkenliği dondurmak için Amerikan askeri gücünü kullanıyor. Gördüğümüz gibi başarılı olma ihtimali çok düşük. Hiç şüphe yok ki, bu yeni müdahale, daha fazla insanın acı çekmesine ve politik hasara yol açacak, ayrıca IŞİD’i zayıflatmak bir yana daha da güçlendirecek. Karşı devrimci güçlerin bölgede elde ettiği başarı –her şeyden önce Arap dünyasının kalbi olan Mısır’da– hangi biçim altında olursa olsun –ABD, İsrail, Suudi Arabistan, IŞİD– inisiyatifin gericilerin eline geçmesine yol açtı. İsrail ordusunun Gazze’yi bombalaması sırasında, Irak ve Suriye’deki mezhepçi katliamlarda, Mısır’daki karşı devrimde ve ABD’nin yönettiği hava bombardımanında Rosa Lüksemburg’un sosyalist devrimin gerçekleşmediği koşulda insanlığın karşı karşıya kalacağını öngördüğü barbarlığın somut görüntülerini görüyoruz. Her şey yeni bir devrimci dalgaya bağlı.
Devrimciler için, Obama’nın hava bombardımanına –ve diğer bütün askeri operasyonlara- karşı çıkmak kaçınılmazdır. (Ayrıca NATO’nun Orta ve Doğu Avrupa’da genişlemesine de karşı çıkmalıyız) Fakat bu karşı çıkış şu anlayışla olmalı: ABD’nin Ortadoğu’ya son müdahalesi, Soğuk Savaş’tan bu yana görülmeyen çapta, emperyalistler arası rekabetin yenilenmesinin arka planına karşı gerçekleşiyor. Bu dönemde anti-emperyalizm sadece “kendi” emperyalizmimize değil, aynı zamanda, onun rakiplerinin eylemlerinin güzelleştirilmesine karşı çıkmayı ve onun da emperyalist bir mantıkla hareket ettiğini kabul etmeyi gerektiriyor. Bugün de aynı tutumu almak gerekiyor. Günümüzde daha karmaşık olan ise çok kutuplu devletlerarası bir rekabete tanıklık ediyor olmamız. Bunun en açık olarak görüldüğü yer Doğu Asya. Küresel çapta ABD hâlâ tek dünya gücü olarak varlığını koruyor, fakat Rusya, Çin ve Batı bloku içinden Almanya ve daha yeni iddialı olmaya başlayan Japonya onun bu gücüne meydan okuyor.
Bu karmaşıklığı anlamak akademik bir çalışma değil. Eğer Amerika’nın rakiplerine “ilerici” bir rol biçersek, sınıf mücadelesini kaçırırız. Dünyadaki temel çelişkinin sınıflar değil devletler arasında olduğunu söylemiş oluruz. Fakat gerçek çıkar çatışmalarının ötesinde, bütün önde gelen kapitalist devletler, ücretli emek sömürüsüne bağımlılıkları ile birleşmişlerdir. Lenin ve Lüksemburg’un 1914’te çok iyi bir şekilde anladığı gibi, emperyalist sistemin eleştirisi, işçilerin sermayeye karşı birleşmesinde çok önemli bir politik araçtır.
Alex Callinicos
(Türkçe'ye Arife Köse çevirdi)
Makaledeki notlar ve referanslar için tıklayın...