21. yüzyılda hangi sınıftan olduğumuzu ne belirliyor?

30.11.2022 - 15:00
Haberi paylaş

Jess Walsh sosyalistlerin işçi sınıfının neden toplumu değiştirecek güç olarak gördüğü üzerine yazdı. 

2022 yazında başlayan grev dalgası işçi sınıfı mücadelesini on yıllardan sonra tekrar İngiltere siyasi gündemine oturttu. Demiryolu, posta ve telekomünikasyon işçilerinin organize ettiği grev nöbetleri grev yapmayı tekrar popüler bir direniş biçimine getirdi. Liverpool liman işçilerinin zaferle biten grevlerinde olduğu gibi kimi mücadeleler bize gösteriyor ki işçi sınıfının ruh hali anlaşmazlık çizgisinin çok ötesinde. 

İşçi sınıfının muhafazakarlara ve patronlara karşı eyleme geçecek güveni kazanıyor olduğunu görmek mutluluk verici. Grevler bize işçi sınıfının dünyayı değiştirecek anahtarı elinde tuttuğuna dair küçük de olsa bir fikir veriyor. 

Marksizmin büyük iddiası işçi sınıfının kendi kolektif eylemliliği ile içinde yaşadığımız kapitalist toplumdan kendini özgürleştirebileceğini ve aynı sınıfın insanlarının iş birliğine dayalı yeni bir sosyalist toplumu birlikte inşa edebileceğini öneriyor. Yine Marksizm, işçi sınıfının bu süreçte toplumun geri kalanını da sömürü ve baskıdan kurtarabileceğini iddia ediyor. Kapitalizmin insanlığı felakete doğru sürüklediği bu dönemde, yeni bir sisteme duyduğumuz ihtiyaç daha acil olamaz. O yüzden bu tartışma çok önemli. 

Sınıf, sosyalist bir toplum için verdiğimiz mücadelenin temelini oluşturduğu için sınıftan ne anladığımız konusunda net olmamız gerekiyor. İşçi sınıfı ile neyi kastediyoruz? Bu konuda ana akım medyada yazılan ya da okullarda öğretilenler kafaları kasıtlı olarak daha da karıştırıyor. Sınıf, hakkında sıkça yazıldığının aksine, kişisel bir kimlik değil – giydiğimiz kıyafetlerle ilgili değil, evimizde kaç bitki olduğu ile ilgili değil, nerde okula gittiğimizle ilgili değil, hangi yörenin aksanı ile konuştuğunla ilgili değil ve hatta mesleğinle ilgili değil. Bunların bazıları sınıfla ilgili ama hiçbiri sınıfı belirleyen şeyler değil. 

Sadece gelir miktarınıza bakmak da iyi bir başlangıç noktası olmayabilir – geliriniz sömürülüp sömürülmediğinizi ya da buna karşı mücadele edip etmeyeceğinizi belirlemiyor. Düşük ücretli işçiler tarafından verilen kahramanca bir sürü mücadele yaşandı, ama kimi çok önemli mücadeleler de daha yüksek ücretli işçilerin önderlik ettiği mücadeleler oldu. 

Sınıf derken ne kastettiğimiz anlamak için, Karl Marks’ın yazdıklarına tekrar bir dönmemiz lazım. Marks sınıfı esasen insan grupları arasında sömürüye dayalı sosyal bir ilişki olarak tanımladı. Bu sizin kendinizi nasıl tanımladığınızla ilgili olmaktan çok, bir grup insanın toplumdaki diğer insan grupları arasındaki nesnel ilişkiyle ve bir grup insanın diğer insan grubu üzerindeki gücüyle ilgili. 

Kapitalizmde, Marks’ın “üretim araçları” dediği şeylere sahip olan ve onları kontrol eden bir grup insan var. Üretim araçları yeni bir mal ya da hizmeti yaratma sürecine dahil olan araçları ve hammaddeleri içeriyor. Amazon depolarını, ofisleri, arama merkezleri ve bilgisayarları, çiftlikleri ve çiftçilik ekipmanlarını ya da süpermarketleri düşünebilirsiniz. Bunlara sahip olan ve bunları kontrol eden insan grubuna kapitalist sınıf diyoruz. 

Diğer grup ise üretim araçlarından koparılmış olan grup olup “emek gücünü”, yani çalışma kabiliyetini, hayatını geçindirebilecek bir ücret kazanmak için satmak sorunda. Bu gruba işçi sınıfı diyoruz ve bu grup toplumun çoğunluğunu oluşturuyor. Kapitalistler kar elde edebilmek ve kar akışını sürdürebilmek için işçi sınıfının emeğine ihtiyaç duyuyorlar. 

Peki bu ilişki günümüzde değişmiş durumda mı? Şüphesiz dünya Marks’ın kapitalizm üzerine yazdığı döneme kıyasla farklı. Ama bu iki sınıf arasındaki temel ilişki hala değişmiş değil – toplumdaki diğer her şeye bu anahtar “dalış hattından” bir akış olmakta. 

Pandemi süresince işçi sınıfının emeğinin toplumun işleyişi için ne kadar temel olduğu bir kez daha açığa çıktı. “Anahtar” ya da “temel” işçilerin genelde en az ücret verilen işlerde olduğunu gördük. Sınıf tekrar görünür hale geldi. Uzun kapanma dönemlerinde hayatın akışını sağlayanları yatırım bankacıları değil bakıcılar, süpermarket çalışanları, hemşireler, doktorlar, liman işçileri, taşıma işçileri, imalat işçileri ve lojistik sektöründe çalışan işçilerdi. 

Kapitalizm dünyaya bir ahtapot gibi kollarını savurdukça, küresel bir işçi sınıfının oluşmasına katkıda bulundu. Marks ve Frederick Engels işçi sınıfının kapitalizmi alaşağı edecek yegâne güce sahip olduğunu tespit ettiklerinde işçi sınıfı dünya nüfusunun küçük bir azınlığını oluşturuyordu. İşçilerin sayısı 10 veya 20 milyondu ve esas olarak Batı Avrupa’nın yeni sanayi şehirlerinde yoğunlaşmışlardı. Dünya nüfusunun o dönemde çoğunluğunu işçiler değil köylüler oluşturuyordu. Bugün işçi sınıfı iki milyarın üzerinde bir nüfusa sahip. Marksizmin sınıf analizi güncelliğini yitirmiş olmak bir yana, adeta Marks’ın ne kadar ileri görüşlü olduğunun kanıtı. 

İşçi sınıfına odaklanmak bir dogma değil. Sosyalistler işçi sınıfından onu fetişleştirdikleri için habire bahsetmiyorlar. İşçi sınıfının toplumdaki nesnel ilişkisellikten kaynaklanan potansiyel gücü sebebiyle işçi sınıfı merkezli düşünüyorlar. İşçi sınıfı karları üreten ve bu sistemin işlemesini sağlayan sınıf. Ama işçiler yarattıkları şeyin tam değerine karşılık gelecek bir ücret almıyorlar. Marks aradaki bu farka “artık değer” ismini koydu. Kapitalizmde hem karın hem de sömürünün temelini oluşturan şey artık değer. 

Bundan dolayı işçiler kolektif olarak örgütlendiklerinde güçlü hale geliyorlar. İşçiler greve gittiğinde, kar akışlarını durdurma ve kapitalist sisteme diz çöktürme gücüne sahipler. 

Peki ya orta sınıf?

İşçiler ve kapitalistler arasındaki sömürü ilişkisi toplumun çekirdeğinde yer alan merkezi önemde bir ilişki. Ama bu kapitalistler ve işçiler arasında başka sınıfların olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin çok az işçi çalıştıran küçük işletme sahipleri var, dükkanlar var, kendi işini kurmuş profesyoneller var. Bu grup, Marks’ın “küçük burjuvazi” ya da küçük kapitalist olarak adlandırdığı grup olup, Britanya toplumunun azınlığını oluşturuyor. 

Buna ek olarak da “yeni orta sınıf” dediğimiz menajerler, süpervizörler gibi beyaz yakalı profesyoneller var. Bu sınıf genelde kapitalist sınıfın idari kontrolünden büyük düzeyde muaf olup Britanya toplumunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturuyor – azınlık olmakla birlikte ciddi bir rakam. Bu grup toplumun ortasındaki insan katmanlarından oluşurken kapitalistlerin işçi sınıfını disipline etmek ve üretimi organize etmek gibi işlerini onlar adına yapıyor. 

Bu sınıf her iki tarafa da çekilebilir. Sıradan işçilerden daha yüksek alan ve kapitalistlerin rutin işlerini yürüten bu sınıf, güçlü bir sınıf hareketi tarafından kimi noktalarda mücadeleye çekilebilir. 

Kolektif ve evrensel bir sınıf

Muhtemelen kapitalizmin bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından sömürüsü üzerine kurulu ve sınıf mücadelesinin damga vurduğu ilk toplum olmadığının farkındasınızdır. Ama Marks işçi sınıfını daha önceki ezilen sınıflardan ayıran özelliğinin “evrensel bir sınıf” olmasında yattığını söylüyor. Yetenek ve çıkarları sadece kendileri için kapitalist sömürüyü sonlandırmakla sınırlı olmayan toplumsal sömürü ve baskıyı sonsuzu kadar yok edebilecek evrensellikte bir sınıf. 

İşçi sınıfını özel yapan şey nedir? Örneğin, köylülerin feodalizmde sahip olmadığı neye sahip bugün işçi sınıfı? Köylüler şüphesiz sömürülmeyi yaşadılar. Hatta sömürü Antik Yunan gibi çok eski köle toplumlarının odağında yer alıyordu. İşçi sınıfını bunlardan farklı kılan ne peki?

İşçi sınıfı kolektif bir sınıf. Kapitalizm geliştikçe işçileri daha büyük işyerlerine doğru teşvik eder. Daha büyük işyerlerinde işçilerin örgütlenme kapasitesi de artar. Genellikle, kapitalizm işçilerin büyük şehirlerde büyük işgücü olarak toplu halde bulunmasına ihtiyaç duyar. Bu işçileri işbirliği yapmaya doğru iter. Bir tren sistemini işletebilmek için, örneğin, diğer insanlarla çalışmak zorundasındır. Bir montaj hattı, süpermarket ya da hastane bir sürü insanın birlikte koordineli çalışmasını gerektirir. 

Köylüler ayaklandığında, toprak sahibini öldürür ve araziyi aralarında bölüşürdü. Fakat, işçi sınıfı mücadeleye atıldığında, kendi öz-örgütlenme biçimlerini geliştirmeye başlıyor. En küçük bir mücadelede bile iş birliği yapmak üzerine kurulu yeni bir toplumun nüvelerini görmemizi sağlıyor. Örneğin, bir grev esnasında işçiler öz-örgütlenmeleri ile patronlara karşı direnip diğer işçi gruplarından dayanışma talep ediyorlar. 

Tarihte birçok kez devrimci mücadele dönemlerinde işçiler aşağıdan yeni demokratik organlar yarattılar. Grev, protesto ve direniş örgütlenmeleri kapitalist devlete alternatif olabilecek alternatif politik iktidar organlarına dönüşebilirler. Bunu 1871 Paris Komünü’nde ve 1905 ve 1917 devrimlerinde Rusya’da Sovyetler (işçi konseyleri) biçiminde gördük. Şili’de 1970’lerin başında “Kordonlar” vardı; ya da 1979 İran devriminde “Şuralar” vardı; 1980-81 Polonya’sında grev komiteleri vardı. 

Ve çok yakın zamanda, Sudan’da “direniş komiteleri” generallere karşı mücadeleyi örgütlediler ve insanların gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için devreye girdiler. 

İşçiler hala tarihte sahip oldukları güce sahip mi?

Şu yorumu sık sık duyarız, “Yani, bu dediğiniz 20. yüzyılın başında ya da 1960’lar ve 70’lerde işçi sınıfı daha güçlü ve örgütlüyken doğru olabilirdi. Günümüzde bu fikirler gerçekçi değil ve işçi sınıfı artık o gücünü kaybetti”. Bu doğru değil. 

Kapitalizm, rekabetçi doğasından ötürü, sürekli üretimi yeniden yapılandırır ve yeni sömürülecek işçi havuzları yaratır. Geçtiğimiz dönemde Britanya kapitalizminin büyük bir yeniden yapılanmaya gittiği doğru. Bu dönüşümle egemen sınıf eski ve yerleşik sanayi sektörlerini parçaladı ve 1980’lerde işçi sınıfına karşı bir dizi önemli zafer kazandı. 

Ama bu yeniden yapılanma aynı zamanda yeni grupların öneminde bir büyümeye yol açtı. Bu yeni işçi gruplarının daha az mücadele deneyimi olabilir ya da örgütsüz olabilirler. Ama kapitalist sömürü onları mücadele etmeye doğru itmeye devam ediyor. Ağustosta iş bırakan binlerce düşük ücretli Amazon işçisini düşünün. 

İmalat işgücü Britanya’da azalmış olmasına rağmen, imalat işçileri hala önemli bir güce sahip ve küresel tedarik zincirlerinin parçaları. Örneğin, Ford Dagenham artık doğu Londra’da araba üretmiyor. 1953’te 40.000 olan işçi sayısı bugün 2.000’den az. Ama bu fabrika hala en gelişmiş dizel motorlardan birini ihracat amaçlı üretiyor. İhraç ettiği yerlerden biri Ford’un Türkiye’de araba imalatı yapacak olan yan kuruluşu.

Dünya genelinde, imalat sanayii işgücü 2000’de 393 milyonken 2019’da 460 milyona yükseldi. Eğer buna madencilik, inşaat, ulaşım ve iletişim işçilerini de eklerseniz, “endüstriyel” işgücünün bir milyarın üzerinde olduğunu görürsünüz. Sanayi işçileri kaybolmak şöyle dursun, dünya genelinde işçi sınıfının cüsseli çekirdeği olmaya devam ediyor. Bu işçilerin dağılımı değişmiş olsa da hala hayati önem taşıyorlar. 

Üretimin gittikçe küresel bir boyut kazanması bazı işçilere eskiden sahip olduklarından daha fazla güç veriyor. Bu özellikle şehirlerin çeperinde lojistik merkezlerde çalışan işçiler için geçerli. Bu merkezler ürün dağıtım zinciri içinde bulunan birçok şirketi bir araya getiriyor. Bu ise işçilere stratejik bir güç veriyor. 

Daha küçük ölçekte bir örnek verelim. Liverpool ve Felixstowe’da bu yıl greve giden liman işçilerini düşünün. Bu işçiler Britanya’daki konteyner trafiğinin yüzde 60’ını kontrol ediyorlar. 

Küresel tedarik zincirlerinde uygulanan “tam zamanında” (just-in-time) üretim ve dağıtım metotları karları maksimize etmek için tasarlanmış metotlar. Bu sayede firmalar büyük miktarda malı stoklarında tutmaktan imtina ediyor. Ama bu aynı zamanda şu anlama geliyor. Eğer küresel tedarik zincirinin herhangi bir stratejik noktasında işçiler greve giderse, birçok ülkede aynı anda üretimi durdurabilirler. 

Bunula birlikte, eğitim, sağlık ve diğer kamu sektörlerinde çalışan işçiler Britanya işçi sınıfı hareketinin en militan unsurları oldular. Kamu sektörü çalışanları kapitalistler için direk kar üretmiyorlar. Ama yine de öğretmenler ve hemşireler gibi kamu çalışanları kapitalistlerin sistemin başka noktalarında yaptıkları karlılıklarını devam ettirmelerini mümkün kıldıkları için kritik bir yerde duruyorlar. Grev yaptıklarında bu güçleri açığa çıkıyor. 

NEU eğitim sektörü sendikasının örgütlediği kitlesel toplantıları hatırlayın. Covid’in 2021’de kontrolden çıktığı dönemde üyelerine okulları tekrar açmamalarını tavsiye etmişti. Çocukların evde olması ebeveynler bakıcı ayarlamak ya da izin almak zorunda kaldıkları için ekonomiyi büyük oranda etkiledi. Okul işçilerinin kolektif eylemi hükümeti ulusal düzeyde bir kapanmaya gitmeye zorladı ve bu sayede muhtemelen binlerce hayat kurtuldu. Bu bize işçilerin örgütlendiklerinde sahip oldukları güçle ilgili küçük de olsa bir fikir veriyor olmalı. 

Kamu sektöründe kendilerini bugüne kadar orta sınıf profesyoneli olarak görmüş olanlar “proleterleşme” sürecinden geçiyorlar. Daha uzun saatler çalışmaları, daha düşük ücretleri kabul etmeleri ve işleri üzerinde daha az kontrol sahibi olmaları yönünde bir basınçla karşı karşıyalar. 

İstediğiniz öğretmenle sınav, piyasalaştırma ve gündelikleştirme (casualization) konuşun. Neoliberalizmin eğitime sızması her geçen gün gittikçe daha fazla artan bir öfke ve örgütlenmeyi beraberin de getiriyor. İstediğiniz sağlık işçisiyle çalışma koşulları hakkında sohbet edin ve neden gittikçe daha fazla sağlık çalışanının örgütlendiğini anlayacaksınız. 

İşçilerin gücü konusundaki bir diğer karşı argüman da “prekarya” ile ilgili. Bu bakış açısına göre artık “gig ekonomisi” hakim istihdam tipi. İşçiler hayali bir kendi-işinin-patronu modeline zorlanırken aslında resmi istihdam sözleşmeleri olmaksızın yarı-zamanlı ve geçici işleri doldurmaktalar. Bu ise işgücünün mücadele edemeyecek kadar güvencesiz, aşırı parçalı ve aşırı kırılgan/belirsiz olduğu anlamına geliyor. Bu bakış açısı neredeyse sağ-duyu haline geldi. Ama doğru değil. 

Geçtiğimiz on yıllarda işlerin büyük çapta ve genellemeye izin verecek oranda gündelikleştirildiklerine dair yeterince kanıt yok. Bir işyerine ortalama kalma süresi 16 yıl civarında ve bu süre on yıllardır sabit gibi. “Gig ekonomi” modeli otelcilik ve restoran hizmetleri belirli sektörlerde yoğunlaşmış durumda. Bu sektörlerde patronlar hızlı işçi giriş-çıkışlarını tolere edebiliyorlar. Ama bu model ekonominin tamamına genelleyebileceğimiz bir model değil. 

Fakat Deliveroo ve Uber Eats gibi şirketlerde çalışıp yukarıda bahsettiğimiz durumda olan ciddi sayıda işçi var. Bu işçiler genellikle genç göçmen işçiler ve asgari ücretin altında maaş alıyorlar. Büyük sendikalar bu işçileri örgütlemek için yeterince çalışmıyor ve hatta bazılarının patronlarla işçi haklarının altını oyan iş birliği anlaşmaları yaptıklarına şahit olduk. 

“Gig ekonomi” işçilerinin birçoğu bugüne kadar IWGB gibi küçük sendikalarda örgütlendiler. WhatsApp grupları ve Zoom gibi uygulamaları ve sosyal medyayı yaratıcı biçimde kullanıyorlar. Diğer işçiler gibi greve gitmek için grev oylaması gibi bürokratik mekanizmalardan geçmek zorunda değiller. Sadece kullandıkları uygulamadan çıkmaları yetiyor. Bunlar bize bu sektördeki işçilerin örgütlenmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. 

Kendi için sınıf?

Kapitalizm çoklu bir kriz içinde – iklim kaosu, pandemi ve gittikçe derinleşen ekonomik kriz. Umarım yazının bu noktasına kadar işçi sınıfının bu sistemin sonunu getirecek güç olduğunu göstermişimdir. Çünkü sadece bu, yani kapitalizmin yok edilmesi, işçilerin üretimi kontrol ettiği yeni bir sosyalist toplum yaratabilir. 

Ama, işçi sınıfının nesnel bir güce sahip olması, bu gücün kullanımının kaçınılmaz olduğu anlamına gelmiyor. Marks “kendi içinde sınıf” (class in itself) – yani işçi sınıfının nesnel varlığı – ve “kendi için sınıf” (class for itself) – yani işçi sınıfının kendi çıkarları için mücadele eden bilinçli bir özne olması – arasında bir ayrım yapıyor. Marks, “Sermayenin kombinasyonu bu büyük kitle için ortak koşullar ve ortak çıkarlar yarattı. Bu kitle bu yüzden zaten sermayeye karşı bir sınıf, ama henüz kendisi için bir sınıf değil” diye yazıyordu. 

Devamında, “mücadele içinde, bu kitle birleşik bir kitle haline gelir ve kendi için sınıf olmayı inşa eder” diyordu. 

Yani işçi sınıfı mücadele ettiğinde, güçlerinin ve kolektif öz-çıkarlarının farkına varmaya başlayabilir. Tam da bu yüzden sosyalistler grevlere tüm diğer direniş biçimlerinden daha fazla vurgu yapıyorlar. Ancak mücadele aracılığıyla işçi sınıfı ırkçılık gibi tüm geri fikirlerden, yani “çağların çamurlu mirasını silkip atmayı başarabilir” ve böylece “yeni bir toplum yaratmaya uygun bir sınıf haline gelir”. 

Bu süreç düz bir süreç değil. Marks işçi sınıfının içindeki farklı bölümlerin nasıl birleşmenin önünde bariyer olduğunu iyi anlamıştı. İşçi sınıfının örgütlülüğü ve bilinç düzeyinin gelişmesinin nasıl “işçiler arasındaki rekabet tarafından sürekli darbe yediğini” söylüyordu. 

İçinde olduğumuz mücadelelerin sonucu patronlarla karşı karşıya geldiğimizde bizim saflarımızın ne kadar örgütlü ve birleşik olduğuna bağlı olacak. 

Sosyalistler kendilerini tabiri caizse grevlere dalmak zorundalar. Bu da yetmez; grevleri yaymak ve derinleştirmek, patronların cephesinde ciddi yenilgilere yol açacak stratejiler için tartışma yapmak, grev hatlarındaki geri ve bölücü fikirlerle mücadele etmek zorundalar. Sınıf siyasetini baskı, savaş ve iklim mücadelelerine taşımak ve bu mevzuları da örgütlü işçi sınıfının saflarına taşımak zorundalar. 

Bunları kapitalist sisteme karşı daha büyük bir mücadele doğru yönlendirmek zorundayız. Bu ise işçi sınıfını sömürü ve baskıyı söküp atmaya muktedir devrimci bir özne haline getirmek için mücadele etmeyi ve sosyalist bir örgütü gerektiriyor. 

Jess Walsh

Socialist Worker'dan çeviren: Canan Şahin

Bültene kayıt ol