Doğumundan 206 yıl sonra Karl Marx’ın devrimci fikirleri gelişen mücadeleler içinde var olmaya devam ediyor, 19. yüzyıldaki kapitalizme yönelttiği eleştiriler, 21. yüzyıl kapitalizmi için de güncelliğini koruyor.
Peki Karl Marx kimdi?
Marx hayatını işçi sınıfı mücadelesine adamış bir devrimciydi.
Hayatı boyunca sık sık zorluklara katlandı ve neredeyse beş parasız öldü. Cenazesine sadece bir avuç insan katılmıştı.
1818’de Almanya’nın Trier kentinde orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Marx, Bonn Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. Burada, bir öğrenci grubu olan Genç Hegelciler’e katıldı. Alman filozof Hegel’in çalışmalarını tartışıyorlardı.
Üniversiteden ayrılıp Fransa’ya taşındıktan sonra Marx, Almanya’da gördüğünden daha büyük ve daha gelişmiş bir işçi sınıfıyla karşılaştı. Bu durum, işçi sınıfının sahip olduğu benzersiz gücü anlamasına katkıda bulunmuştu ve devamında da, hayatı boyunca işçi sınıfının mücadelelerinden dersler çıkardı.
Deneyimlerden öğrenmek
Marx 1841’de gazeteciliğe yöneldi ve burada “ilk kez sözde maddi çıkarlar üzerine tartışmalara katılmak zorunda kalmanın utancını” yaşadığını hatırlayacaktı.
Rheinische Zeitung gazetesinde yazarken, ekonomiye ilgi duymaya başladı.
Tarihi cesur bireylerin eylemleri olarak değil, toplumsal güçlerin bir ürünü olarak görmeye ve anlamaya başlamıştı. Diğerleri –örneğin Genç Hegelciler– işçi mücadelelerini küçümsüyordu. Mücadeleye katılanların siyasi olarak yeterince ileri olmadıklarını düşünüyorlardı. Ancak Marx, tarihsel değişimin sıradan insanlar harekete geçtiği için gerçekleştiğine ve bunun da toplumu değiştirirken aynı zamanda kendilerini de değiştirdiğini savunuyordu.
1844’te Frederick Engels ile tanıştı ve hayatının sonuna kadar sürecek bir dostluk başladı. Engels’in tereddütsüz siyasi ve mali desteği Marx için kritik bir önem taşıyordu.
Mükemmeliyetçiliğe olan bağlılığı Kapital’i yazmak için yıllarını harcamasına neden oldu. Ölümünden önce sadece ilk cildi yayınlanabilmişti.
Marx, kapitalizm üzerine yaptığı çalışmalarını hiçbir zaman akademik bir egzersiz olarak değil, sınıf mücadelesinde güçlü bir silah olarak görüyordu. Nitekim 1847’de Komünist Birlik’in ve 17 yıl sonra da Birinci Enternasyonal’in kurulmasında etkili oldu.
1848’de devrimci bir dalga Avrupa’yı kasıp kavururken Komünist Manifesto yayınlandı. Ardından gelen yenilgi deneyimi, Marx’ın sosyalist örgütlenmenin her zamankinden daha önemli olduğuna inanmasına yol açtı.
Bugüne dersler
Marx, geleceğe yönelik dersler çıkarmak için günün koşullarına bakar.
Sanayi kapitalizmiyle birlikte gelişen işçi hareketinden derinden etkilenmiştir.
1871 Paris Komünü’nde işçiler kontrolü ele geçirdiğinde bunun, kendisi üzerinde muazzam bir etkisi olmuştu: Komün, işçi sınıfının gücünün ve devlet makinesini parçalama ihtiyacının yaşayan, nefes alan bir örneğiydi.
Marx 1883’te öldüğünde tarihe sadece büyük bir düşünür ve üretken bir yazar olarak geçmekle kalmamış, aynı zamanda aktif bir sosyalist olarak insanlığa büyük bir miras bırakmıştı.
Ona göre etrafımızdaki dünya hakkında yorum yapmak asla yeterli değildi, onu şekillendirmek de gerekiyordu.
Mezarı başında konuşan Engels, Marx’ın ölümünün “ölçülemez bir kayıp” olduğunu söylüyordu; “Onun hayattaki gerçek misyonu kapitalist toplumun yıkılmasına şu ya da bu şekilde katkıda bulunmaktı.”
Marx’ın olağanüstü yaşamına yöneltilebilecek en iyi övgü, onun fikirlerini devrimci değişim için mücadele etmek üzere kullanmaktır.
---
Başlangıç noktası, kapitalizmin dinamiklerini anlamaya çalışmak için yüzeyin altına bakmaktı. Kapitalizmin sadece nasıl göründüğünü tarif etmek yeterli değildir: İşlerin nasıl göründüğü ile asıl gerçeklik arasında genellikle büyük bir karşıtlık vardır.
Marx bir materyalistti. Tarihin fikirler tarafından yönlendirildiğini düşünen bazı filozofların aksine o, işe maddi gerçeklikle başlamak gerektiği konusunda çok netti: İnsanlar ve fikirleri, içinde bulundukları yaşam koşulları tarafından şekillendirilir.
Bu nedenle, herhangi bir toplumu anlamak için, o toplumda insanların hayatta kalabilmelerini sağlayacak şeylerin nasıl üretildiğine bakmamız gerekir. En temel düzeyde insanlar başka bir şey yapmadan önce yiyecek, barınak ve giysiye ihtiyaç duyar. Temel ihtiyaçlarımızı karşılayana kadar müzik ya da sanat yaratamayız, bilimsel bilgi geliştiremeyiz, boş zamanlarımızı değerlendiremeyiz. Dolayısıyla, bir toplumun bu şeyleri üretmek ya da yapmak için nasıl örgütlendiğine bakmamız şarttır.
---
Kâr, kapitalizmin merkezinde yer alır. Buna rağmen çoğu ekonomist kâr kavramını sorgulamaz. Genellikle kapitalist için bir ödül ya da zeki, yenilikçi ve hatta sadece yatırım yaptığı için meşru bir getiri olarak anlatılır.
Buna karşılık Marx, tüm kârların işçilerden geldiği konusunda net bir tablo sunmuştu.
Bunu anlamak için emek-değer teorisi adını verdiği bir teori geliştirdi. Teorinin merkezinde işçilerin değer yarattığı fikri bulunur. İşçilerin çalışırken yarattıkları gerçek değer miktarı, ücretleriyle geri aldıklarından çok daha fazladır. Aldıkları ücret ile işteyken yarattıkları değer arasındaki bu fark kârın asıl kaynağıdır ve Marx buna "artı değer" adını vermiştir.
---
İşçilerin kolektif olarak hareket ettiklerinde sahip oldukları güç, özel ve benzersizdir. Tüm zenginliği yaratırlar ve ortak sömürüyü yaşadıkları işyerlerinde bir arada bulunurlar. Bu da onların kapitalizm içinde yalnızca değişimler kazanmak için değil, kendi kolektif mücadeleleri yoluyla toplumu altüst etmek ve tamamen dönüştürmek için de potansiyel güce sahip oldukları anlamına gelir.
Bu nedenle, öz-kurtuluş fikri, Marksizmin tam kalbinde yer alır. Ve bundan başka bir şey daha doğar: Devrim ihtiyacı.
Marx, devrim derken küçük bir azınlığın darbe ya da eylemini kastetmiyordu. Devrimi kitlesel bir olay olarak anlıyordu: Aylar, hatta belki de yıllar boyunca gerçekleşecek, toplumu tamamen dönüştürmenin bir parçası olacak, milyonlarca insanı içine çekecek bir süreç...
Volkan Akyıldırım
(Sosyalist İşçi)