Aralarında yabancı ülke yurttaşlarının da olduğu, gazetecilerin ve insan hakları savunucularının tutuklanmasından duydukları endişe ve memnuniyetsizliği bildirmek için hükümetle temas kuran bazı yabancı ülke ve AB komisyonu temsilcilerine söylenen ilk sözlerden birinin, “Avrupa’da ve özel olarak Almanya’da iltica talebinde bulunmuş olanların iadesi” talebi olduğunu birçok yabancı kaynak dile getiriyor.
Artık ne söyleyenin, ne dinleyenin ve ne de yargı mensuplarının ciddiye aldığı, herkesin kös dinler gibi dinlediği yargı bağımsızlığı mostralık ilkesinin ardından bu talebin gelmesi, başlı başına anlamlıdır. Bazı yabancı basın kuruluşlarının temsilcileri de, Türk hükümeti adına konuştukları kişilerin kendilerine yurtdışında Gülen cemaatinin halen çok etkili bir propaganda ağına sahip olduğunu, 15 Temmuz darbesiyle ilgili etkili dezenformasyon yaptıklarını söyledikten sonra, bu dezenformasyona karşı yabancı basının, hükümetin verdiği bilgileri kullanmasını talep ettiklerini aktarıyorlar. Açıkça söylenmese de, tutuklu gazetecilerin, insan hakları savunucularının serbest bırakılması için Batı basını ve diplomasisinin bu talepleri yerine getirmesinin iyi olacağının ima edildiğini anlıyoruz. Cumartesi günkü yazıda dile getirdiğim rehin alma politikası tam da budur.
Ülke dışında Gülen cemaatinin kısmen etkili olan bir dezenformasyon yürüttüğü doğrudur. Bunun en somut örneği, cemaatin kurduğu Stockholm Center of Freedom’un haziran ayında yayımladığı, “I5 Temmuz, Erdoğan’ın darbesi” başlıklı 191 sayfalık broşürdür. Ne var ki Gülen cemaatine bu dezenformasyon olanağını veren esas unsur, iktidarın 15 Temmuz öncesi ve sırasında ne oldu sorusunu yarım yamalak yanıtlarla geçiştirmeye çalışması, olayların üzerini bir sis perdesiyle örtmeye çalışmasıdır. Hükümet, gazetecileri ve insan hakları savunucularını rehin alıp, kendi doğrusunu dayatmaya çalışmak yerine, 15 Temmuz öncesi ve sırasında ne olduğunun üzerindeki karartma örtüsünü kaldırmakla işe başlarsa, amacına belki daha etkili biçimde ulaşabilir.
Dün mahkeme önüne nihayet çıkan Cumhuriyet gazetesinin 11’i tutuklu 17 çalışanı da aslında bu rehin alma politikasının mağdurudur. Bir yandan Tayyip Erdoğan’ın şahsi kin ve garezinin açık nesnesi olan Can Dündar’ın yurtdışında olması, diğer taraftan Reis’in gazetenin yayın politikasını, havuz medyası veya patron gazetelerinde yaptığı gibi belirleyemiyor olmasının sonucudur açılan dava. Dokuz aydır arkadaşlarımızın tutukluluk cezasına çarptırılmalarının yegâne nedeni de budur. Savcılığın arkadaşlarımıza yönelttiği suçun merkezinde Cumhuriyet’in yayın politikasının değişmiş olması iddiası yer alıyor. Rehin alma politikasının en somut ifadesi bu değil midir? Rehinlere karşılık ne istendiği açıkça ifade ediliyor.
Bu iddialara ve bu rehin alma stratejisine en iyi yanıtları dünden itibaren arkadaşlarımız savunmalarında verdiler. Eğilip bükülmeden, “FETÖ” zanlısı ve iki kez müebbet hapis cezasıyla yargılanan bir savcının başlattığı soruşturmanın, ortaya çıkan iddianamenin asgari hukuk ilkeleri açısından nasıl bomboş ve üstüne üstlük kendi içinde bütünüyle tutarsız olduğunu bir bir sergilemeye başladılar.
Cumhuriyet davası, bugün sadece ve sadece gazeteciliğin adına yaraşır gazeticilik yapmak, yani yandaşlık, adam sendecilik, asparagasçılık, ihale ve kredi takipçiliği ve gelen ağam giden paşamcılık yapmayıp, gazeteci gibi gazetecilik yapma uğraşına karşı açılmış bir davadır. Bu nedenle bütün uluslararası basın kuruluşlarının gözü, bugün Cumhuriyet davasının üzerindedir.
Ahmet İnsel
(Cumhuriyet)