11 Mart 2011’de tarihin en büyük üçüncü nükleer felaketi yaşandı. Japonya’nın doğu kıyısı açıklarında şiddetli bir deprem meydana geldi ve kıyıda konuşlanmış Fukuşima Daiichi nükleer santrali önce depremi, sonra da saatler içinde gelen tsunamiyi yaşadı. Deprem, santrala ulaşan ana elektrik hattını devreden çıkardı, tsunami santrali yerle bir etti. Öyle ki tesisin jeneratörleri bile devre dışı kaldı. Santral artık elektrikten yoksundu. Reaktörler soğutulamadı. Herkes bir erime yaşanmasını ya da bunu önleyebilecek bir mucizeyi bekliyordu.
Fukuşima felaketinden geriye kalansa halen temizlenememiş bir enkaz ve bu enkazın derinlerinde durmaya devam eden, robotlar tarafından izlenmeye çalışılan – onların dahi radyasyona yenik düştüğü – olağanüstü bir radyoaktif kalıntı birikimi. Kaza sırasında kullanılmamış halde bulunan nükleer yakıt da soğutma sistemi devre dışı kalınca son derece tehlikeli bir faza geçti ve reaktörü eritti. İçeride, bir insanın maruz kalabileceği radyasyon seviyesinin yüzlerce kat fazlasına ulaşan tonlarca radyoaktif kalıntı mevcut. Buradan temizlenebilse bile nasıl imha edilebileceği halen bilinmiyor.
Netflix’in “The Days” (O Günler) adlı yeni serisi Fukuşima nükleer felaketinde yaşananları konu alıyor. Ağırlıklı olarak başroldeki karakterin, yani Santral Müdürü Masao Yoshida’nın (Koji Yakusho) kaza günlerine odaklı yarı otobiyografik romanından faydalanıldığı için, devlet yanlısı ve derinlikten yoksun dili nedeniyle, aslında birçok önemli meseleyi de ihmal eden bir yapım olduğunu söylemeden geçemeyiz. Ancak, birbirini takip eden Three Mile (ABD), Çernobil (Rusya) ve Fukuşima (Japonya) nükleer felaketleri üçgeninde incelediğimizde, bir nükleer santralin nelere mal olabileceğini apaçık ortaya serdiği de ortada.
Bu üç kazanın ilki ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Three Mile Adası’nda yaşandı (1979). Ülkeyi tam manasıyla bir felaketin eşiğine getiren kazada santral çekirdeği erimeye yüz tutmuşken her şeyin yolunda olduğu imajını korumak için yalan üstüne yalan söyleyen santral yetkilileri ve onların yanında yer alan devlet görevlileri ada sakinlerini haftalarca radyasyona maruz bıraktılar, gerçekleri halktan gizlediler. 2022’de bir Netflix belgeseli olarak yayımlanan “Meltdown: Three Mile Island” (Erime: Nükleer Felaketin Eşiği) bu olayı tanıkları aracılığıyla sunan izlemeye değer bir yapım.
İkincisi, hepimizin çok iyi bildiği, bazılarımızın çocukluk yıllarına tekabül eden Çernobil felaketi (1986). HBO’nun 2019’da mini dizi olarak TV’ye uyarladığı ve büyük beğeni toplayan “Chernobyl”, kazaya dair ilk gerçekçi uyarlama olarak yayınlandığında, çöküş aşamasında olan SSCB’nin yalanlara ve baskıya dayalı rejimine dair gerçekleri de önümüze seriyor ve bu nedenle felaket ile sistemin ta kendisi arasında doğru, güçlü ve derinlemesine bir bağ kurmayı başarıyordu.
Bir nükleer felaketin tanıkları arasındaysanız ve orada neler yaşandığını anlatmaya girişiyorsanız, bu felaketin politik okumasını da doğru yapmış olmanız gerekir ki “gerçek hikayeyi” ihmal etmiş olmayın. “The Days” bu açıdan zayıf bir yapım.
Nükleer felaketin yaşandığı sırada santralde görevli olan ve takip eden hafta boyunca küresel bir felaketi önlemek için canını dişine takarak çalışan insanların müthiş çabasını anlatırken etkileyici bir kurguya başvuruyor ve bir o kadar iyi olan sanat yönetmenliği nedeniyle de övülmeyi hak ediyor. Gelgelelim, ağırlıklı olarak bir mühendisin gözünden yansıtıldığından ve mühendisler tarafından kaleme alınan tarihi belgelerden faydalanıldığından olsa gerek, hiçbir detayın atlanmaması uğruna dram kalitesinden de ödün veren bir yapım olmuş. Örneğin, Chernobyl’de (HBO) ekrana yansıtılan tüm karakterleri sistemin çürümüşlüğü ışığında izlerken burada kazaya eşlik eden ya da ona sebep olan karakterlere değil kazanın kendisine getirilebilecek bilimsel açıklamalara, takip eden günlerde gerçekleştirilen insanüstü çabalara ve çok daha büyük bir felaketin nasıl önlendiğine dair bir anlatıya tanık oluyoruz.
“Uygarlığın” boyunu aşan teknoloji
Bu üç kazayı incelediğimizde, ekrana yansıtılmış olsun ya da olmasın, hepsinin ortak noktalarını görebiliriz.
Bir nükleer santralde çekirdek erimesi (en korkulan senaryo) yaşanması ihtimali, 3704 reaktör yılında 1 olarak hesaplanır, ancak sayılar yanıltıcıdır çünkü nükleer teknolojisine hakimiyetleri açısından “en iyiler” olarak bilinen ülkelerin üçünde de ölümcül sonuçlar doğuran çok büyük birer felaket yaşanmış olduğu gerçeğini gizler. Kaldı ki tek bir nükleer kaza bile küresel ölçekli, geri dönülemez sonuçlar doğurmaya yeter.
Nükleer santraller sözüm ona olgunlaşmış bir teknolojidir ama istatistiğin bize bir sayı sunmaktan öteye geçemediği bu alanda kontrol edemediğimiz bir güçle karşı karşıyayız.
Dahası, olağanüstü ölçekli yatırımlar gerektirdiği için tüm sektör özel şirketlerin elinde. Three Mile Santrali kazasında gerçekler, kazaya davetiye çıkaran şirketin kendisi tarafından gizlenirken devlet yöneticileri de toplumu değil bu şirketi ve nükleer santrallerin geleceğine yaptıkları yatırımları önceleyerek halkı yüzüstü bırakmıştı.
Fukuşima’da da benzer bir senaryo devreye girdi elbette, şirketin üst düzey yöneticileri ve politikacılar siyasi tepkilerden korktukları ve kamuoyundaki imajlarının zedelenmesinden endişe duydukları için bağlı kalınabilecek bir protokol arayışına girdiler ama ne yazık ki öyle bir protokol mevcut değildi.
İnanılmaz ama gerçek; kaza bir deprem ülkesinde gerçekleştiği halde, büyük bir deprem yaşanması ve ardından yükselebilecek bir tsunaminin elektrik hattını devreden çıkarması durumunda nasıl bir protokol izlenebileceği bile bilinmiyordu.
Üç örnekte de nedense hiç hesapta olmayan, haliyle izlenebilecek kılavuzları boşa çıkaran kazalar yaşandı, körlemesine müdahaleler gerçekleştirildi ve bunların birçoğu durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Bilgisayar sistemleri devreden çıkıp göstergeler gerçeği yansıtmaya son verince çekirdekte neler olup bittiğinin anlaşılabilmesi için insan faktörüne başvuruldu (yoğun radyasyona maruz kalmayı kabul eden “intihar timleri”), normal şartlarda kontrol odasından yönetilebilen vanaların elle açılması gerekti, işler hep ters gitti, ölçümlerde ‘kırmızı bölgeye’ ulaşıldı, dozimetrelerin ibresi yüzlerce kilopaskal’a ulaştı, giderek kötüleşen birer kabus yaşandı.
İşte nükleerin gerçeği bu: Tüm istatistikleri, tüm vaatleri, hatta önceden hazırlanmış olsa bile kılavuzları ve protokolleri bile boşa çıkaracak tek bir felaket yeter her şeyin yerle bir olmasına.
Dördüncüsü sonumuzu getirir.
İklim krizinin giderek derinleştiği bir dönemde yaşıyoruz ve sırf bu nedenle nükleer santraller her zamankinden daha tehlikeli bir teknolojiye dönüştü. Bize bir temiz enerji çözümü gibi sunuluyor olmaları bu gerçekleri gizleyemiyor. Zaten günbegün ısınmakta olan deniz suyunu daha da ısıtan, bir noktadan sonra reaktörü soğutmaya yetmeyecek kadar ısınmış olan bu suyu kullanmaya mecbur kalacak her an patlamaya hazır bir bombanın gölgesinde yaşamayı kabul etmek, dördüncü felakete yeşil ışık yakmak olur.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)