Yeni anayasa değil, acil demokrasi - III

22.02.2021 - 14:27

Yeni anayasa önerisi karşısında yazdığım son yazıda, 2010 anayasa değişikliği önerisi gündeme geldiğinde aldığımız tutumu, özetle “Yetmez ama evet” politikasını tartışmayı geçip nihayet güncel önerinin mantığını ele almaya sıra geldi. Ama ondan önce, 2010 değişikliğiyle ilgili yalanlara son bir kez daha değinip geçmekte fayda var.

Bunun nedeni, Hürriyet gazetesi yayın müdürü Ahmet Hakan’ın Oya Baydar’ın 2010 anayasa değişikliği sırasında aldığı tutuma dair söylediklerini, iki kez birer cümle halinde köşesinde kullanması. En son, trendlerle ilgili görüşlerini yazarken, “LİBERAL TRENDİ: ‘Yetmez ama evet’i lügatten çıkarmak.” diye bir özet yapmış. Böylece tek bir cümleyle bir dizi hedefe ulaşmış oluyor: 2010 kampanyasında “Yetmez ama evet” diyenleri liberallikle itham etmek, sonra da tüm liberallerin pişman olduğunu söylemek. Bütün “Hayırcı” cephe adına, arayıp da bulamadıkları nefis bir özetleme.

Belli ki bu tartışma asla sonlanmayacak. Bugün korkunç virajları, geri dönüşü olmayan dönüşleri AKP’yle birlikte alanların, 2010 yılında yapılan bir kampanyayı her fırsatta hedef alması çok ilginç bir durum. Sıkıcı bir tartışma olsa da her defasında, her argümana yanıt vermek önemli, çünkü en kibarca ifadeyle büyük bir çarpıtmayla karşı karşıyayız. 2010 referandumu bir milat ve bugün akla hayale sığmayan bütün kötülüklerin temel nedeni. Oysa öyle değildi: MGK kararları, Kürt sorununda faili meçhuller çağı, 28 Şubat gibi darbeler, parti kapatmalar, siyasi suikastlar, 367 kararı gibi hukuk dışı hukuksal kararlar, parti kapatma davaları, 301. Madde, Türklüğe hakaret davaları. Bu listenin sonu gelmez. 2010'dan önceki cennet vatana özlem duyanlara şunu hatırlatmakta fayda var: kitapçılar bombalanırdı, bazı askerler bazı bombacıları "tanırlardı, iyi çocuklardı", Newrozlarda kitleler taranır, gazeteciler öldürülür, Gazi mahallesinde katliam olur, Sivas'ta insanlar yakılır, F tipi katliamları örgütlenirdi. Bugün Eren Keskin toplam 27 yıl cezayla tehdit altında ama Eren Keskin ilk defa bugün yargılanmıyor. 

2010'dan önce Ermeni bir gazeteci ulusalcı-ırkçı bir kampanyayla hedef haline getirildi ve devletin bütün derin güçlerinin dahlinin veya en azından haberinin olduğu bir sürecin sonunda öldürüldü. Henüz ortada 2010, referandum falan yoktu. http://agos.com.tr/tr/yazi/25308/istanbul-ve-trabzon-emniyeti-cinayeti-onlemedi Bu da okumak isteyenlere, o linç kampanyasının nasıl örgütlendiğini anlatan, referans vermekten yorulmayacağımız bir doküman. 

İhraç edilen akademisyenlerden Murat Sevinç, “Bir anayasacı olarak iddia ediyorum, 367 saçmalığı ve AKP hakkında açılan kapatma davasındaki iddianame rezaleti, Türkiye’ye 2010 değişikliklerinden çok daha büyük zarar vermiştir” demişti, aslında “Yetmez ama evet” kampanyasını da eleştirdiği bir yazısında.

2010'dan önceki cennet vatana özlem duyanlara hatırlatmak zorunda olduklarımızdan sadece birisi bu 367 hadisesi ve parti kapatma girişimleri. 2010’dan önce; darbeler, darbe girişimleri, muhtıralar, Susurluk ya da mafya-devlet-siyaset ilişkilerinin ortalığa saçılması gibi hadiselerle, eşi başörtülü diye cumhurbaşkanı adaylarının aşağılanmasıyla ya da rahiplerin öldürülüp sinagogların bombalanması gibi facialarla her gün yüzleşilirdi. 

2010’da bu istikrarsızlığın, cinayetlerin ve zorbalığın arkasındaki asıl mekanizma olan darbecilerin saflarında ve anayasalarında gedik açılması amaçlandı. Yetmez ama evet kampanyası sadece ve sadece bu kadarlık bir hedefe sahipti. Demokrasi için bir kapı aralamak, kapıya bir omuz atmak. Anayasayı baştan, yeniden ele almak yerine dar bir çerçevede değişiklik önerildiği ve Kürt halkının bir dizi talebini görmezden geldiği için “yetmez” dendi. Bu gedik açıldı. Sonrasında yaşananlar 2010 anayasa değişikliğinin değil, 2010’da yaşanan değişikliğin yeniden değişikliğe uğramasının, sınıf mücadelesinin dinamiklerinin bir sonucu. Bu dinamik içinde demokrasinin zerresinin dahi savunulması için bir araya gelmesi gereken çevreler bunu başaramadı. Sınıf mücadelesinin seyri, çözüm süreci ve sonuçları, Gezi direnişi ve sonuçları hiç yaşanmamış gibi yapıp, 2010 referandumundan sonra böyle oldu diyerek gerçeğin üzerini örtenler, her zaman vurgulamaya çalıştığım gibi, on yıllık bir zaman dilimini toptan silmeye çalışıyorlar hafızamızdan. 

İktidar “yetmez ama evet” kampanyası nedeniyle değil, aşağıdan demokratik baskıdan kendisini özgür hissettikçe, 2010’un “Hayırcılarına” yaklaştıkça, o referandumun maddeleri nedeniyle değil o maddeleri çiğneye çiğneye bugünlere geldi. Hayırcıların en ağır abisi, bugünkü yerli-milli koalisyonda sözlerinin ağırlığı sayısal gücünün ağırlığıyla orantısız bir şekilde etkin olan partiydi.

2010 referandumunda gündeme gelen maddeler askeri darbelere, darbecilere karşı demokratik bir hamleyi savunan bir içeriğe sahipti. Besbelli ki bu geleneksel devlet aygıtının her yanında derin bir acıya sebep olmuş durumda. Bu tartışmanın bitmek bilmemesinin nedeni özetle, devlette sürekliliğin esas olmasından kaynaklanır. Benzetmek gerekirse, çözüm sürecinin hayaletlerinden bile nefret edenlerle 2010 referandumu hakkındaki gerçekleri çarpıtanlar bir ve aynı siyasal çevrelerdir. 2010 referandumuna karşı en çok ses çıkartanlar, iktidarın “yerli-milli mesele” olarak öne sürdüğü her adımda, iktidardan daha cevval bir destek sunmaktalar. Çözüm sürecine karşı çıkanlara bakın, benzer çevreleri göreceksiniz. Yoksa, 2010 referandumunda alınan siyasal tutumların yanlış-eksik-doğru olduğu yönünde bir tartışmayı her zaman yapmak mümkün. Ama işin içine şiddetin girdiği, askeri vesayet memurlarının özgürlükçü yazarlara, gazetecilere, devrimcilere bedel ödetmek istediği bir “tartışma” bu. Bu yüzden bu bir tartışma değil, sistematik yalan bombardımanına karşı gerçeği açıklama çabası. Onların soldan ve sağdan bizimle kıyaslanamayacak kadar çok propaganda olanağını var. Bu da elimizden geldiği kadarıyla bu yalanlara karşı gerçeği açıklama çabasını neden sürdürmek zorunda olduğumuzu gösteriyor.

Şimdi, AKP liderliğinin gündeme getirdiği yeni anayasa tartışmasına nasıl yaklaşmak gerektiğini ele alabiliriz. Yazının bundan sonrasını Çağla Oflas’la birlikte kaleme aldık.

Daha önce de aktardığımız gibi Erdoğan “Cumhuriyetimizin 100. yılını darbe anayasasıyla değil, bu ülkeye ve millete yakışan yeni sivil bir Anayasa ile karşılayalım” diye başladığı 11 Şubat tarihli AKP grup toplantısında, “Türkiye, tarihinde ilk defa sivil bir anayasa hazırlama ve gerçek özgürlük ortamında milletin takdirine sunma şansına sahip olmuştur” diyerek devam etmişti.

AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan ise “Bu anayasanın ismi ‘Yeniden Kuruluş Anayasası’ olacak” diyerek anayasa tartışmalarına bir de yeniden kuruluş tartışmasını eklemledi.

Gazeteci Abdulkadir Selvi ise Erdoğan’ın son AKP MKYK toplantısının başında yeni ve sivil bir anayasa için çabalarını sürdüreceklerini belirtip şunları söylediğini aktarmış: “Bizim yeni anayasa konusunda belirlenmiş hiçbir şeyimiz yok. Biz Türkiye’nin yeni ve sivil bir anayasa yapması gerektiğini prensip olarak söylüyoruz. Bunu yapmak için tüm kesimlere çağrı yapıyoruz. Ancak bizim yeni anayasa için belirlenmiş bir ilkemiz, kriterimiz yok. Onun için ‘Yeni anayasada şunu yapacağız, bunu yapacağız’ demeyin. Yeni anayasayı tüm siyasi partilerin ve STK’ların katılımı ile yapacağız. O nedenle bizim belirlenmiş bir ilkemiz yok.”

İktidar sivillik tartışması yapıyor

Bu tartışma başladığından beri AKP sözcüleri, sivillik-sivil anayasa tartışmasıyla gündemi şekillendiriyor. Garê operasyonu ve arkasından yaşananlar anayasa tartışmasının önüne geçse de önümüzdeki günlerde bu tartışmanın alevleneceği çok açık.

İktidar, “sivillerin yazdığı anayasa” vurgusuyla darbe karşıtı ruh halini okşamaya çalışsa da milyonlarca insan artık çok iyi biliyor ki sorun “anayasayı sivillerin yazması”yla çözülemez.

İktidarın çıkarları için, sonsuz bir iktidar garantisini almak için sivillerin yazdığı bir anayasa gerçekte “sivil” bir anayasa olmuyor çünkü.

Devletin güncel ihtiyaçlarına göre tartışılan anayasalar sivilleşme vaadiyle gündeme getirildiğinde de toplumun ihtiyaçları karşılanmış olmuyor.

Bir anayasa metnini, asker olmayan kişilerin yazması o anayasa metnini otomatik olarak demokratik kılmıyor. Her gün öyle siviller görüyoruz ki demokrasiye yaklaşımlarının askerlerin yaklaşımından ne farkı olduğu belirsiz.

Bu yüzden yapılması gereken “sivil anayasa” tartışması değil, “demokratik anayasa” tartışmasıdır. 19 yıldır iktidarda olan ve en az bir 19 yıl daha iktidarda kalmak için elinden geleni yapacağı çok açık olan bir iktidarın kaleme alacağı bir anayasa, siviller tarafından değil, mevcut devletin yetkilileri tarafından hazırlanmış olacaktır. AKP’nin MHP’yle el ele hazırlayacağı bir anayasanın ise ne “yeniden kuruluş”la ne de demokrasiyle bir alakasının olacağı açıktır.

Gündem mi değiştiriyorlar?

İktidarın attığı bir dizi adım muhalefetin bazı kanatları tarafından gündem değiştirmek olarak değerlendiriliyor. Yeni anayasa tartışmasını böyle ele almak yapılacak en büyük hata olur. Zira, bütün ara gündemlerin ötesinde iktidarın birbirine bağlı iki temel gündemi var: Birisi, bölgesel bir askeri-politik güç olarak tanınmak. Mavi Vatan tezi bu ana gündemin ideolojik birliğini, “yerli-milli” vurgusu da harekete geçirici popüler politik muhtevasını oluşturuyor.

Azerbaycan, Libya, Ege ve Doğu Akdeniz’de işler hiç de Mavi Vatan teziyle iddia edildiği gibi gitmiyor. “Türkiye’nin güvenliği karasularının ötesinde güvenliğini sağlamaktan geçer” tezinin altında yatan istekler, bir dizi ülkede askeri gücünü konumlandırmasına kapı aralasa da duvarlara çarpıp geri tepiyor. Üstelik dış politikada sertlik anlamına gelen bu radikal değişiklik, iç politikada da sertlik olarak yansıyor. 

Erdoğan, “küresel siyasi ve ekonomik güç dengelerindeki değişimde hak ettiğimiz yeri alma fırsatını kamil manada değerlendirebilmek için de daha sağlam bir çatıya ihtiyacımız bulunuyor” derken, bölgesel güç olma yönünde uzlaşmış devlet koalisyonunun siyasal hedeflerini dile getiriyor.

İktidarın bununla bağlantılı diğer gündemi ise iktidarını korumak. Daha önce defalarca, Türkiye’nin kaderinin AKP’nin kaderine endekslendiğini ifade eden AKP liderliği açısından, yeni anayasa tartışması, Erdoğan’ın iktidarını kalıcılaştırmak için bir diz düzenleme yapmanın da olanaklarını sunacak.

Tıpkı Putin’in 2036’ya kadar iktidarda kalmasının yolunu açan anayasa referandumu gibi, AKP-MHP koalisyonun desteğiyle iktidarda duran Erdoğan’ın da en az 15 sene daha iktidarını kalıcılaştırmak için bir düzenlemenin gündeme getirilmek istendiği çok açık.

Ekonomik krizle birleşen siyasal dinamikler AKP’nin tabanında kopuşun sürmesine neden oluyor. Son seçim anketleri AKP-MHP’nin toplam oy oranlarının yüzde 45’lere kadar gerilediğini gösteriyor. Seçim düzenlemesi, seçim ittifaklarının yeni kurallara bağlanması, seçim barajının yeniden tarif edilmesi gibi hamleler, yeni bir anayasa tartışmasıyla birlikte sürdürülmek isteniyor.

Yeni anayasa önerisi, bu nedenle, mecburlar koalisyonu olan iktidar ittifakının çözülüş sürecinde iktidarını kalıcı hale getirmeyi amaçlayan ve devlet ve egemen sınıfın bölgesel güç olma isteklerine uygun bir düzenleme önerisi olarak öne çıkıyor.  

Neden inandırıcı değiller?

İktidar sözcülerinin neden inandırıcı olmadıkları gün gibi ortada. “Yeniden Kuruluş” iddiasıyla planlanan Anayasanın iki kırmızı çizgisi var: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi devam edecek ve Anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmeyecek. Erdoğan bu çizgileri son MKYK toplantısında da dile getirdi. 

Türk tipi başkanlık sisteminin yönetim krizine yol açtığı, parlamenter sisteme dönülmesi gerektiği fikri, muhalefet dışında AKP’ye oy veren kitlelerde bile destek buluyor. Anket raporlarında başkanlık sistemine verilen yüzde 34,5 oranındaki destek bunu doğrulamakta. Anayasanın ilk dört maddesinin tartışılmaya kapatılmış olması, sivil anayasa iddialarını da gülünçleştiriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Cumhuriyetimizin 100. yılını darbe anayasasıyla değil, bu ülkeye ve millete yakışan yeni sivil bir Anayasa ile karşılayalım” dediğinde, “sivil anayasayı” 1960 ve 1980 darbesinin çağrıcılarından MHP ile yapmayı planlaması izah edilecek gibi değil! Ve birlikte sivil anayasa yapacakları Devlet Bahçeli, değiştirilemeyeceği 12 Eylül’ün darbeci generalleri tarafından karar altına alınan ilk dört maddenin değiştirilmesini teklif edenlere hoş olmayan tehditler savuruyor.

Bu yüzden inandırıcı değiller.

Nobranlığın nedeni anayasa değil

İnandırıcı olmamalarının bir başka nedeni daha var. Bugün, baskı ortamının nedeni, anayasanın çizdiği sınırlar değil. Baskının nedeni, sivil iktidarın, baskı yapmayı tercih etmesi. Bu, eşi benzerine pek rastlamadığımız bir baskı ortamı üstelik.    

Yargıdan, yasamaya, hazineden ekonomiye tüm yetkilerin tek bir merkezde toplanmasına, meclisin işlevsizleşmesine yol açan süreç, 2017 yılında yapılan anayasa değişikliği referandumuyla başladı.  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” dediği referandum sonucunu belirleyen koşullar OHAL süreciydi. OHAL sürecinde 125 binden fazla kamu çalışanı ihraç edildi. 446 bin kişi hakkında adli işlem yapıldı, 1431 dernek, pek çok yayın kuruluşu kapatıldı. Selahattin Demirtaş dahil HDP’li vekiller tutuklandı, HDP’li belediyelere kayyum atandı.  

“Sivil Anayasa” tartışmasıyla paralel sadece son üç günde yöneticilerin de bulunduğu 718 HDP’li gözaltına alındı. Yargı ve medya neredeyse tamamen iktidarın hegemonyası altında. Gezi davası beraatla sonuçlanmasına rağmen Osman Kavala’nın tutukluluğu devam ediyor. Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğuna ilişkin “derhal serbest bırakılmasını isteyen” AHİM kararı için Cumhurbaşkanı Erdoğan “bizi bağlamaz” diyebildi. Seçilmiş belediyelere kayyum atandı. 

İşçilerin grev, toplu sözleşeme ve sendikalaşma haklarının tümüyle gasp edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşıyoruz. Tazminatlarını alamayan, sendikalaştıkları için işten atılan işçiler pek çok yerde eylemler yapıyor, Ankara’ya yürüyorlar. Tüm bu süreçlerde işçiler devlet şiddetine maruz kalmaktalar. İktidar her türlü eylem ve gösterinin yayılmasını önlemek için tüm gücünü seferber etmiş durumda. Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atandı. “Atanmış değil seçilmiş rektör istiyoruz” diye en temel demokratik haklarını kullanan öğrencilere, öğretim üyelerine, destekleyen kitlelere şiddet uygulandı.  500 öğrenci gözaltına alındı. Ev hapsinde tutuldu. Tutuklananlar oldu. LGBTİ+’lara hakaret içeren sözler sarf edildi. Kayyum Rektör Melih Bulu’ya Alaattin Çakıcı mektupla destek verdi, aynı adam ana muhalefet partisinin genel başkanını küfürlerle tehdit eden bir mektup yazabildi.  

Bu gelişmeler anayasanın darbeciler tarafından kaleme alınmış olmasından kaynaklanmıyor. Bu, iktidarın tercihi. 

İktidarın bu uygulamalarına karşı söyleyebileceğimiz tek şey, bizim, acil, hemen, sınırsız demokrasi istediğimizdir. Otoriterliği tercih eden, bile isteye otoriter bir yönetimi hayata geçiren ve daha otoriter bir iktidara özlem duyduğunu gizleyemeyen iktidarın anayasa tartışmasına vereceğimiz tek yanıt, “Hayır!” olabilir.

Anayasa maddeleri, tek başına her şeyin çözümü değil. Aynı maddeler bambaşka bir siyasi iklimde bambaşka uygulamalara kapı aralayabiliyor. Bir yandan anayasada demokratik bazı hakları korumaya kapı aralayan maddeler varken öte yandan iktidar bloku bu maddelere karşı çıkabiliyor. Anayasa maddelerini değiştirmek, baştan yeni bir anayasa yazılmasını istemek, bunu isteyen AKP-MHP koalisyonu olunca demokrasiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir sürecin devreye sokulması anlamına geliyor. Demokratik her kazanım, ellerimizden sökülüp alınıyor.  

Demokrasinin olmadığı koşullarda yürütülen bir anayasal süreç, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük değil, mevcut sistemin daha da otoriterleşerek tahkim edilmesine yol açacaktır. Demokratik tüm kazanımları yok etmeye çalışanlar değil anayasa yapmak, sözünü bile etmemeliler.

Şenol Karakaş

[email protected]

(Sosyalist İşçi)



Bültene kayıt ol