İmralı’ya giden heyetin Abdullah Öcalan’ın açıklamasını canlı yayında okumasının ardından gelişmeleri bir devrin sonu ve çözüm sürecinin şafağı diye adlandırabiliriz. Her şeyden önce açıklamanın adının Barış ve Demokratik Toplum İçin Çağrı olduğunu hatırlamakta fayda var.
Silah bırakma, fesih ve demokrasi çağrısı
Bu çağrıda üç nokta öne çıkıyordu. Birincisi silahların bırakılması, fesih ve bu silahların bırakılması kararının tüm silahlı gruplar tarafından bağlayıcı olmasıydı.
İkincisi demokrasiye yapılan vurguydu. Silahlar bırakılır, örgüt fesh edilirken aynı anda da siyasi hayata katılım ve demokrasinin sınırlarının, özgürlüklerin gelişmesi yapılan ikinci vurguydu.
Üçüncüsü ise Suriye’ye yönelik hiçbir vurgun ya da bağlayıcı olma ihtimalini taşıyan hiçbir mesajın iletilmemiş olmasıydı.
Milliyetçi gevezelikler
Elbette böyle önemli bir gelişme olduğunda devreye yine gevezelerin girmesi kaçınılmazdı. Girdiler de. Birkaç eğilim birden bu gelişmeleri değerlendiriyor. Bunlardan birisi her tondan ulusalcılar. 1 Ekim’de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Dem Parti vekillerinin mecliste elini sıkması ve 22 Ekim’de Abdullah Öcalan gerekirse Dem Parti grubunda mecliste konuşma yapsın demesinin ve Dem Parti heyetinin de bu gelişmeyi çok olumlu bulduğunu açıklamasının ardından yine “Kürtlerin sattığı” yönünde bir yalan kampanyası devreye girdi. Bu kampanyaya göre Kürtler zaten her seçimde satmakla meşguller. Bu yalanı söyleyenler niye kendilerinin ya da kendi siyasi gruplarının değil de Kürtlerin, Dem Parti heyetinin, Dem Parti belediye başkanlarının cezaevlerini doldurduğu konusunda, hem satıp hem cezaevine girmeyi nasıl başardıkları konusunda tutarlı bir yanıtları olmadığını biliyoruz. Ama her seçim döneminde Kürtler üzerinde bir basınç yapmanın yolu olarak bu “ne verdiler” argümanı gündeme getiriliyor. Bu sefer de bu yeni diyalog sürecinin en başında hemen “ne aldılar acaba, neden Öcalan’ın önü bu kadar açılıyor” denmeye başlandı. BU tezviratı alttan alta yayanların ulusalcılar olduğunu biliyoruz.
AKP’nin anayasası için mi?
Bu ulusalcıların geveze olan ikinci versiyonu ise “AKP yeni bir anayasa yapacak, Kürtler kendilerine açılan bu yeni kapıdan girerek bu anayasanın bir payandası, bir destekçisi haline gelecek” diyorlar.
AKP’den, iktidardan, devletten bağımsız olarak Kürtler on yıllardır yeni bir anayasa istiyor ve bu anayasada özellikle kendi kimliklerinin tanınması ve garanti altına alınmasını talep ediyorlar. Ama mevcut durumda bu son diyalog sürecinde hem de bu diyalog süreci başladıktan sonra arka arkaya yapılan baskınlar, gözaltı operasyonları ve Dem Partili belediye başkanlarına yönelik kayyım atamalarına rağmen Kürtler bu süreci temkinli bir iyimserlik ya da temkinli bir coşkuyla karşıladıklarında, bir anayasa sürecinin aparatı olmuyorlar.
Haklı talepleri karşılandığı için umut doluyorlar.
Bu yüzden “anayasada Kürtlerin hakkı tanınacak. Bunun karşılığında Erdoğan’ın sonsuza kadar cumhurbaşkanı kalmasının yolunu açacak bir düzenlemeye Kürtler evet diyecek” imasını yapanlar siyasilerin ve milletvekillerinin tutuklanma sürecinde “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek o korkunç düzenlemeye destek veren ulusalcı siyasi geleneğin şemsiyesi altındaki siyasi çevreler. Bu gerçeği görmek lazım ve bunun da kof bir sol milliyetçilik ya da sağcı bir Erdoğan karşıtlığı olduğunun altını çizmek lazım.
Haydi teori tartışalım!
Üçüncü bir gevezelik ise 27 Şubat’ta okunan İmralı metninin “soldan” eleştirisini yapanların temsil ettiği eğilim. Üç sayfalık metinde kullanılan bazı ifadeler bir teorik tartışma konusuymuş gibi bunun üzerinde analizler yapılıyor ve tekme tokat bir diyalog sürecinden çözüm sürecine yönelik atılan bu muazzam adım önemsizleştirilmeye çalışılıyor. Bu tutumu ezen ulusa mensup sosyalistler yaptığında artık sürekli ve boş konuşmanın ötesinde çok daha başka politik yaklaşımların devreye girdiğini söyleyebiliriz.
İmralı’nın ne genel analizlerine ne soğuk savaş dönemi analizi ne reel sosyalizm analizine ve ne de silahlı mücadeleyi bu analizlerine bağlayan politik yorumuna kimse katılmak zorunda. Ama içinden geçtiğimiz günlerde, çözüm sürecinin şafağında önemli olan bu analizler değil. Ezen ulusun sosyalistlerinin öne çıkartmak, tartışmak ve bir teorik mesele haline getirmek zorunda olduğu konular bunlar değil.
Benzer bir şekilde aynı eleştiriler İmralı’nın metninde kültürel özerklik, federasyon, bağımsızlık, ayrı devlet gibi bütün politik öğelerden vazgeçildiğini, bunun geçmiş dönemlere ait bir perspektifin ürün olduğunu söylemesini de eleştirenler var. Bunun da herhangi bir önemi olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Zira eşit koşullarda bir teorik tartışma yapılmadığını, İmralı’nın bir sürece hem Kürtlerin siyasi bütün kesimlerini hem de Kürt halkının bütününü yönlendirmeye çalıştığını görmek lazım. Bunu görmeden yapılan analizler ve federasyon-özerklik-ayrı devlet kurma hakkına dair yapılan tartışmalar ve yorumlar hiçbir anlam taşımıyor.
Barışırken barışma diyenler
Kürt sorununda çok ilgi çekici bir nokta Kürtlerin silah kullandığında da silah kullanmaktan vazgeçtiğinde de birileri tarafından mütemadiyen eleştirilmesi. Silah kullanan bir örgütün silah kullanmaktan vazgeçtiğinin bu yapının kurucu lideri tarafından ilan edilmesi, yapının bu haliyle fesh edilmesi gerektiğini söylemesi, örgütün dağ kadrolarının da bu çağrıya uyacaklarını ilan etmesi, 50 yıldır uygulanan bir yöntemin sona ermesi anlamında çok kritik bir öneme sahip.
Şimdi yepyeni bir döneme girildiğini görmek gerekiyor.
Daha önce devlet kanadından söylendiği gibi ve bizlerin de bütün çözüm süreçlerinde ve barış sürecinde ilan ettiğimiz gibi diyalog küsler arasında, barış savaşanlar arasında yapılır. Dolayısıyla burada çatışmanın bir tarafında yer alan yapılanmanın hegemonik sözcüsünün buna son vereceğini, son verilmesi gerektiğini söylemesi neden yeni bir döneme girdiğimizi de gösteriyor.
10 yıl sonra yeniden kapı aralanırken
Diyalog süreci çok sancılı başladı. 2013-2015 dönemindeki çözüm sürecinin askıya alınmasının ardından Türkiye bir politik bir girdaba kapıldı ve girdaptan en çok zarar görenler muhalifler, Kürtler, demokratik haklar, işçiler ve tüm özgürlük alanları oldu. 2015’te iki seçim, 15 Temmuz darbe girişimi, arkasından OHAL rejimi ve bu OHAL rejiminin tüm toplumsal muhalefet üzerinde muazzam bir baskı politikasını hayata geçirmesi, bunun üzerinden Türk usulü bir başkanlık rejiminin kurulması şimdi içinde yaşadığımız dönemin karakteristik özelliklerini ortaya serdi. Bu yüzden çözüm sürecinin şafağında olduğumuz şu günlerde, bu son hamleyle beraber bütün bu alanlarda birdenbire Türkiye’nin bir cennet bahçesine döneceğini ummamak gerekiyor. Ama yeni bir dönemin kapısının arılandığı konusunda da hiçbir şüpheye kapılmamak gerekiyor.
Hızlı ilerleyecek yeni bir sürece adapte olmak
Çözüm sürecinin çok hızlı ilerleyeceği, İmralı açıklamasından bir gün sonra Kandil’in bu açıklamaya uyacaklarını ilan etmesinden belli oldu. Bu yüzden de esas olarak 22 Ekim’den beri yaşanan bu ağır aksak ilerleyen diyalog sürecine uygun bir şekilde davranmayan, buna uygun politikalar üretmeyen, bu süreci cesaretlendirmek için elinden geleni yapmayanlar esas olarak sınıfta kaldılar ve Kürt halkını, Dem Parti’yi bütün bu gelişmelerin göbeğinde yalnız bıraktılar.
Eğer çözüm süreci çok hızlı ilerleyecekse buradan nasıl bir barışın çıkacağını da bu sürece çok hızlı, çok cesur, çok doğru politikalarla yanıt verecek olan barış mücadelesinin aktivistleri belirleyecek. Hem hiçbir mücadele vermeden Dem Parti’yi bütün bu süreçte yalnız bırakıp hem de gelişmeleri Kürtleri kötüleyerek ve parti hakkında şüpheler yaratarak ele alan analizler yapmak benzer bir şekilde sosyal şovenist bir eğilimin ürünü.
Demokrasi-barış ilişkisi
Bu süreci beğenmeyen sosyal şovenistlere birkaç eleştiri daha yöneltmek gerekiyor. Bunların bazıları açıklamanın yapıldığı otelde de canlı yayınlara bağlanıp konuşmalar yaptılar ve sorunu ‘demokrasi olmadan çözüm olmaz, barış olmaz meselesini düğümlemeye’ çalıştılar. Oysa İmralı hem mesajının aktarılmasında yönteme takılmayın derken çok daha esaslı bir perspektifi sunmuş oldu. Yazılı metinde demokrasiye, barışa, kimliklere, özgürlüğe, ifade özgürlüğüne yapılan güçlü vurgular varken sözlü mesajıyla bütün bu adımların atılmasında demokratik alanda atılması gereken bir dizi adımın zorunlu olduğunu söylemesi dünyadaki tek akıllıların ulusalcı sosyalistler ve sosyal şovenistler olmadığını da gösteriyor. Sırrı Süreyya Önder mesajın okunmasından sonra, basın toplantısı bitmeden, İmralı’dan gelen sözlü bir notu da iletti. O notta şunlar söyleniyordu: “Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.”
2013-2015’te yaşanan çözüm sürecinde de bu yönde, demokrasi olmadan barışın olmayacağını söyleyen sesler vardı. AKP ile bu işin olmayacağını, Erdoğan’la bu türden adımların atılamayacağını söyleyen sesler. Bu yaklaşım sahiplerinin temel hatası sanki çözüm süreçleri, barış dinamizmi ezilenlerin, mağdurların istediği muhatapla ele alınabilecek süreçlermiş gibi yaklaşması gelişmelere. Çözüm süreci için bu iktidardan kurtulmayı vazeden bu yaklaşım bu iktidar gidene kadar Kürtlerin hangi adımı atması gerektiği konusunda hiçbir öneriye sahip değil. Oysa Güney Afrika’da ya da Kolombiya’da çözüm süreçlerinde tanık olduğumuz gibi daha demokratik, daha sol bir iktidarı bekleyip bu iktidarla barış görüşmelerini başlatmak çocuksu bir hayal. Daha demokrat, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü bir iktidarı Kürtlerin beklemesi gerektiği ve diyaloğu o zaman inşa etmesi gerektiği yönündeki bu hüsnü kuruntu bir politik argüman olarak ciddiye alınmaz. Çatışmanın muhatapları, barışmanın da muhatapları olarak öne çıkacaklardır.
Militarist politikalar yerine diyalog
Bu yüzden sosyal şovenist bir eğilimden uzak durmak isteyen herkes mücadelede de müzakerede de ezilen halkın, Dem Parti’nin yanında olmak zorundadır. Bunu yapmayan ve Kürt halkına, ezilenlere, Dem Parti’ye şartlar koyan herkes iki büyük hata yapmaktadır. Birincisi elbette çözüm sürecinin şafağındaki bu olumlu gelişmeler birdenbire düşünce, ifade, gösteri, örgütlenme özgürlüğündeki otoriter eğimleri sona erdirmeyecek. Ama milyonlarca Kürtün bu süreçten beklentisini muhalefetin çeşitli kesimlerinin iktidardan kurtulma perspektifine feda edilebilir görmek çok büyük bir hatadır. Demokrasi ile barış süreçleri arasında çok doğrudan bir bağlantı olduğu çok açık. Barış süreci otomatikman demokratik adımların atılması anlamına gelmez. Ama barış süreci doğal olarak diyaloğun, tahammülün, militarist politikalar yerine tartışmanın ve çözüm fikirlerinin gündem olması ve mevcut otoriter sacayaklarında sarsıntı yaşanması anlamına gelir. Bu açıdan da iktidarın bir yandan çözüm sürecinde adımlar atarken aynı zamanda baskı politikalarını hayata geçirmesi ve denetimli bir çözüm sürecinden yana olması bunun çok iyi farkında olduğunu gösteriyor. Çözüm sürecinin doğası gereği yaratmak zorunda olduğu olumlu, diyaloğa dayalı atmosfer iktidar tarafından da görülüyor.
Kürtlerin barış elini tutmak
Kaldı ki milyonlarca Kürt açısından bazı temel taleplerini bu çözüm sürecinin içerisinde hayata geçirmek çok demokratik bir gelişme. Üstelik bölgede demokratik bir dizi kazanımın gelişmesi genel demokrasiye de oldukça ciddi katkılar yapacaktır. Bunu kavramayan ve demokrasiyle barış sürecini karşı karşıya koyarak, birisi olmadan diğeri olmaz diyen analizler bu iki dinamik öğenin birbiriyle etkileşimini birisi geliştiğinde diğerini de ne kadar güçlü bir şekilde etkileyeceğini görmezden geliyorlar. Son olarak bütün bu tür süreçlerde atılması gereken en önemli adım mücadelede de müzakerede de Kürt halkının kararına saygı duymaktır. Bu perspektifle yaklaşmayanlar ezen ulusun işçi sınıfı içinde sadece ve sadece Türk milliyetçiliğinden türeyen kibri sınıfa bulaştırırlar.(1) Kürtlerin siyasi eğilimlerini, Kürtlerin şimdi uzattığı barış elini uzatmak yönünde aktif bir propagandaya girişmek yerine bu sürece dair Kürtler hakkında iktidarın niteliğinden kaynaklanan şüpheler yaratmak oldukça milliyetçi bir tutumdur. Yapılması gereken Kürtlerin uzattığı barış elinin, 27 Şubat çağrısının boşlukta kalmamasını sağlamaktır. Bu elin boşlukta kalmaması için de çok yaygın etkili bir barış kampanyasında yan yana gelmek çok önemli.
Dem Parti saflarında dile getiren taleplerin altını bir kez daha çizmek gerekiyor: İmralı’da özgür çalışma koşullarının sağlanması, Kürtlerin temel haklarının anayasal güvence altına alınması, anadilde eğitim hakkının tanınması. Son olarak “Orta Doğu’da savaş yerine diyalog”.
Ekim ayından beri süreci yakından takip ediyoruz. Şubat ayının başında “İmralı’dan yapılacak açıklama ve bu açıklamaya verilecek tepkilerle süreç bambaşka bir yöne doğru ilerleyebilir.” demiştik.
O yüzden gün kof tartışmaları bir kenara bırakıp Kürt halkının en temel taleplerinin hayata geçirilmesi için mücadele etme günüdür. Yukarıdaki taleplere eklenebilecek birkaç madde daha sayabiliriz: Kayyım politikalarına son verilmesi bu taleplerden birisidir. Kimliklere saygı ve siyasal özgürlükler bu talepler arasındadır. Kürtlerin en temel haklarının uygun bir şekilde anayasal zeminde güvence altına alınması, Kürtlerin uzattığı barış elini tutmak için boş laflar yerine etrafında somut kampanyalar yapılabilecek alanları gösterir.
Özgür Özel’in eleştirel bir şekilde dile getirdiği şu gelişmeler, sürecin seyircisi olmanın ne kadar hatalı olduğunu gösteriyor: “İmralı’yla 1 yılı aşkın süredir bir müzakere yapıldığı, görüşmelere birisi tam yetkili 4 kişilik bir heyet eşlik ettiğini, AYM’nin bir üyesi, Yargıtay’dan üyeler, yüksek hakimlerin bulunduğu 20’nin üzerinde hukukçudan oluşan bir masa bir yerde çalışma yapıldığı.”
Demek ki barış taleplerinin kazanması için çok uygun bir zemin var. Bu yüzden büyük bir barış mücadelesi inşa etmek çok önemli. Kibirli çağrıları, sosyal şovenist eğilimleri, tepeden bakışları arkamızda bırakmanın tam zamanı. Şimdi çok net bir şekilde diyalog sürecinden çözüm sürecine girilmiştir. Tarihi günlerde tarihi sorumluluklar alma zamanıdır.
Şenol Karakaş
(1) Şubat ayında bu eğilimi şöyle özetlemiştim: Yeni diyalog sürecinin bir başka tescilli aleyhtarlarıysa Kürtleri saf, kendilerini çok zeki sanan “daha sol” bir muhalefet. Bu muhalefet aynı anda hem İmralı’yı hem de Kürt halkının her düzeydeki temsilcilerini aşağılıyor. Bu kesimlere göre, yeni bir diyalog süreci başlamışsa sadece ve sadece Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı seçtirmek içindir. AKP-MHP’nin anayasa değişikliği için aradığı kanı Dem Parti’de bulması içindir. Kürtlerin siyasal iradelerinden “bir şeyler” karşılığında taviz verdiklerini ima eden bu görüşler, ırkçıların Kürt ve diyalog süreci düşmanlığından çok daha zarar verici.
Zarar verici çünkü bu sol gösterip sağ vuran bir yaklaşım.
Sanki diyalog sürecinden yanaymış gibi ortaya çıkan bir politik tepki bu.