Birkaç gün kadar önce örtülü genç bir kadının Anıtkabir’den çekilmiş bir videosu sosyal medyadan paylaşıldı. Videoda genç kadın oraya isteksizce geldiğini, aslında Atatürk’ü hiç sevmediğini, ülkeyi onun kurtarmadığını ve Erdoğan’ın yanında Atatürk’ün çok daha değersiz olduğunu (kuşkusuz bundan daha tatsız ifadelerle) söylüyordu. Normalde üzerinde durmaya değmeyecek bu video, kısa süre içinde büyük bir tepki dalgasını tetikledi. Yaklaşık bir ay öncesindeki ağır seçim yenilgisinin öfkesini ve hayal kırıklığını üzerinden atamamış ve nasıl olup da yine kaybedildiğini bir türlü anlayamayan geniş “muhalif” kesimler, genç kadının derhal tutuklanması için kampanya başlattı. Ülkenin kurucusuna hele “böyle bir kadın” ne cüretle bu hakaretleri edebilirdi? İçerisinde bu genç kadının seçtiği nezaketsiz sözcüklere rahmet okutacak ölçüsüzlük ve cinsiyetçilik barındıran bir dille yürütülen bu kampanya karşısında genç kadının nedamet getiren ikinci videosu işe yaramadı ve kadın tutuklandı. Herhalde bunun ardından “cumhuriyet değerlerinin bekçisi” ve “Türkiye’nin aydınlık insanları” olarak nihayet bir zafer kazandıklarını düşünen bu muhalifler, huzurla koltuklarına yaslanmış, belki de bir keyif sigarası yakmışlardır. Oysa tüm bu tabloda asıl endişe verici olan videoda söylenenler değil ardından böyle bir kampanyanın yürütülebilmiş olmasıydı. Zafer diye kutladıkları şey de, her zaman yaşadıkları türden bir hezimetti aslında. Bunun daha net anlaşılması için bir suç olarak hakaretin hikâyesine ana hatlarıyla bakmakta yarar var.
Hakaret suçu, Feodal Ortaçağ Avrupa’sının bir icadıydı. Yaklaşık olarak 16. yüzyıl başlarına kadar hakaret, Kilise yargısının konusu olan ve daha çok “günah” kapsamında değerlendirilen bir eylemken, ilk kez 1507’de İngiltere’de Kraliyet mahkemesi hakaret ve küçük düşürmeyi “suç” olarak değerlendirmeye aldı. Mahkemeye göre belirli ifadeler, salt sözcüklerden ibaret olsa da insan onuruna “en az fiziksel saldırı kadar, hatta daha da fazla” zarar verici etkide bulunabilirdi. Bu değerlendirme, Erdoğan’ın birkaç sene önce Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” kitabı hakkında “öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir” deyişini hatırlayanlara tanıdık gelecektir.
İngiliz soylularının mahkemesinin bu kararı, karın tokluğuna çalıştırdıkları serflerin sırtlarından kırbaçla kazandıkları zenginlikleri kadar “onur ve gururlarına” da düşkün olmalarıyla bilinen Avrupa’daki tüm soylu sınıfların beğenisini kazanmış olacak ki bu tür yargılamalar giderek yaygınlaştı ve norm hâlini aldı. 17. yüzyıldan 18. yüzyıla geçilirken artık tarih sahnesine çıkmış gazetelerin varlığı nedeniyle bu suç, yazılı ve sözlü olan biçiminde ayrıştırılacak, yazılı olanlar çok daha sert biçimde cezalandırılarak emekleme sürecindeki basına nerede durması gerektiği de hatırlatılacaktır.
Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi (Hobsbawm’ın deyişiyle çifte devrim) sonrasında eski rejimin yıkılışı ve onun yerini siyasal örgütlenmesi ulus-devlet biçimini alacak olan kapitalist iktisadi-toplumsal yapının kurulumu, yerinden ettiği soyluların ayrıcalıklara ve keyfiyete dayalı düzeninin yerine “yasa önünde eşitlik” temelli bir hukuk düzeni vadetse de bu yeni düzen de aslında yeni egemenlerin ayrıcalıklarını daha “modern” kalıplar içinde koruyan bir düzendi ve bu düzenin yeni efendileri de en az soylular kadar “hassas ve kırılgan” onurlarına pek düşkündü. Bunun anlamı, daha incelikli biçimlerle de olsa muktedirin hassas gururunu koruyan hakaret suçlarının “kişilik haklarının korunması” temelinde devem edecek olmasıydı. Malum, daha öncesinin toprakta çalışan serfinde onur, gurur gibi şeyler olmadığı gibi kapitalist çağın ücretli kölesinin de kişilik hakkı falan yoktu. Artık bu yolla korunan kapitalistin, onun güdümündeki devlet aygıtını işleten kamu görevlilerinin ve pek çok durumda devlet iktidarını şahsında cisimleştiren tek adamların kişilik hakları olacaktı.
Batıdaki tarihsel seyri pek çok açıdan gecikmeli takip etse de Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye’de yaşanan süreç de farklı değildi. Tarihe biraz merakı olanlar, bir süredir mevcut iktidarın pek öykündüğü Sultan II. Abdülhamit’in gündelik pek çok sözcüğü kendisini ima ettiği gerekçesiyle yasaklayıp ihlal edenleri ağır biçimde cezalandırdığı meşhur sansürcülüğünü bilirler. 1908 Devrimi ile Abdülhamit’in devrilmesi, tüm bu sansür ve yasaklamaların ortadan kalktığı bir özgürlük döneminin kapılarını açar ama fazla sürmeden önce İttihatçılar, ardından da Kemalist yeni rejim, kendi hakaret ve onur kırıcı yayın yasalarını yürürlüğe koyar. “Modern” Cumhuriyet rejimi, modern öncesi “karanlık” dönemin egemenleri korumaya dayalı mantığını da, diğer pek çok kurum ve anlayışla birlikte devralmıştır.
Cumhuriyetin tek adamı Mustafa Kemal’in ölümünün ardından “ölümsüz” bir varlık, bir kült olarak inşası hız kesmeden devam ettiği için onun korunması adına yapılan yasal düzenlemeler özel bir önem taşır. Ne hoş bir tesadüftür ki 5816 sayılı “Atatürk’ü koruma kanunu”, 1951 yılında, kendisini Atatürkçü olarak adlandırıp ona yönelik eleştirilere on çok öfkelenen muhaliflerin “Atatürk devrimlerini yıkan karşı devrimciler” olarak gördüğü Adnan Menderes’in Demokrat Parti iktidarı döneminde çıkarılmıştır. Burjuva hukukunun temel nosyonlarına aykırı biçimde belirli bir şahsa özel, onu koruma amaçlı bu garip yasanın hâlâ aktif biçimde yürürlükte olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.
Öte yandan bireysel yurttaştan çok devleti “hakaret ve küçük düşürme” adı altında eleştiriden korumaya, muaf kılmaya dönük tek yasal düzenleme bu değil elbette. Zira Türk Ceza Kanunu’nda basitçe manevi tazminat konusu olmayıp hapisle cezalandırılabilen “Cumhurbaşkanına Hakaret” (299), “Devletin egemenlik alametlerini aşağılama” (300) ve “Türk milletini ve anayasal kurumları aşağılama” (meşhur 301) gibi “suçlar” da mevcut. Bunlardan özellikle 301. maddenin nelere yol açabildiğini biliyoruz. Hrant Dink bu maddeden yargılanmış, hedef gösterilmiş ve sonunda öldürülmüş; yine bu madde ile yargılanıp hedef hâline getirilen pek çok gazeteci, düşünür ve yazar da ya ülkeyi terk etmek ya da koruma ile gezmek zorunda bırakılmıştı. 299. Madde de bir süredir 301 kadar, belki ondan daha da meşhur zira “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlamasıyla 2015’te 1953, 2016’da ise 38215 soruşturma açılmış. Bunların çoğunun ceza ile sonuçlandığını ve aralarında çocuk yaşta kişilerin de yer aldığı binlerce insanın bu yüzden hapis cezası aldığını, almaya da devam ettiğini biliyoruz.
Yazının başındaki vakanın üreteceği yegâne sonuç, işte bu akıl almaz yargılamaları meşrulaştırmak olacaktır. Fakat bu çok muhtemel sonuçtan bağımsız olarak devlete veya onun (ne demekse) büyüklerine hakaret suç olamaz. Zira bir ülkeyi yönetme konumunda olan veya bu konuma/kudrete bir zamanlar sahip olmuş olan kamusal kişilikler, almış oldukları kararların sonuçlarından etkilenen veya etkilendiklerini düşünen tüm yurttaşların, şok edici de olsa en ağır eleştirilerini kabullenmek durumundadır. Açık bir tehdit, ırkçılık ve cinsiyetçilik içermediği sürece hakaret, haksız, ölçüsüz, kaba ve düzeysiz de olsa bir eleştiridir. Temel bir demokratik ilke olarak bu önermenin kabul edilip içselleştirilmesi, eleştirinin hedef aldığı kişiden bağımsız bir değerlendirme yapabilmeyi gerektirir.
Bunlar genel ve asgari demokratik doğrular. Daha özel olarak da şunu söylemek şart gibi. Devletin, güç sahiplerinin veya özünde onları temsil eden güç sembollerinin korunmasını amaçlayan hakaret yasaları, muktedir olanın güçsüzlere savurduğu bir sopadan başka bir şey değildir. Son tahlilde sınıf karakteri taşıyan, dolayısıyla ezenler lehine şekillenmiş eşitsizliklerin muhafazasına dayalı, tarihi boyunca baskıcı, katliamcı ve asimilasyonist bir devlet aygıtının geçmişteki veya günümüzdeki "reis"lerini dokunulmazlık zırhıyla donatmak, en azından kendisine sol diyenlerin işi değildir. Mutlaka birilerini veya bir şeyleri dokunulmaz kılmak istiyorsanız, bu devlet iktidarının güçsüz kıldıklarının, mülksüzleştirdiklerinin, ezilenlerin hakları ve özgürlükleri olabilir. Biraz alfabe anlatır gibi oldu ama sanırım (en azından bir kesim için) hâlâ buradan başlamak gerekiyor.
Sinan Laçiner