Suudi Arabistan’da olaylar çok hızlı gelişti ve durulacak gibi görülmüyor. Aynı anda bir kaç önemli hadise yaşandı. Önce Lübnan başbakanı Hariri Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da yaptığı bir basın açıklamasıyla istifasını sundu. Hayati tehlikesi olduğunun altını çizdi. Aynı sırada Suudi Arabistan Kralı Salman’ın kurduğu ve geniş yetkilerle donattığı “Yozlaşma Karşıtı Kurul” 11 prens ve onlarca bürokratı tutukladı.
Bundan bir hafta önce ise Kral Salman’ın veliaht olarak atadığı Prens Muhammed bin Salman ‘ılımlı İslam’a geçiş yapılacağını açıklmaıştı.
Suudi Arabistan’da ahlak polisinin önüne geleni tutuklama yetkisinin elinden alınması ve bazı şartları yerine getiren kadınların araba kullanma ve futbol stadyumlarında maç izleme hakkının tanınması tutuklama ve 800 milyar dolara yaklaştığı ilan edilen servete el koyma hamlesinin öncesinde geldi.
Gelişmeler her şeyden önce Suudi Arabistan’da derin bir istikrarsızlığın başladığını gösteriyor. Arap Yarımadası’nda zorbalığın kalesi olan bu ülkede petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte başlayan sıkışmışlık, tahminlerin çok ötesinde. Mühdan Sağlam’ın Gazete Duvar’daki yazısında belirttiği gibi, Suudi ekonomisi 2016’da yüzde 13’lük bütçe açığı verdi ve düşük düzeyli büyüme gösterdi. Benzer biçimde enerji gelirlerinden oluşan 2 trilyon dolarlık ulusal refah fonunun 250 milyar dolarlık bölümü, Ağustos 2015’ten 2016 sonuna kadar ekonomiyi onarmak ve çeşitlendirmek için harcandı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC) Eylül 2016 verilerine göre Suudi Arabistan, dünyada kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 18’ini elinde bulunduruyor. Varil petrolü en ucuza üretebilen ülkede ekonomi bütünüyle petrole bağımlı. Günlük 10.5 milyon varil petrol üretimiyle dünya lideri. Petrol gelirleri bütçe gelirlerinin yüzde 87’sini, ihracatın yüzde 90’nını ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yaklaşık yarısını oluşturuyor. Nüfusu 30 milyon olan ülkede 6 milyon yabancı işçinin ezici çoğunluğu petrol ve petrole bağımlı sektörlerde çalışıyor. Petrol fiyatlarının düşmesi bu nedenle Suudi Arabistan’da şiddetli bir sarsıntıya neden oldu.
Rejimin Arap Yarımadası’nda zorbalığın kalesi olması gibi, tüm dünyada katliamcılığın ve işgallerin kalesi olan ABD’yle de kopmaz bağlara sahip. Stratejik öncelikleri çoğu kez ABD’nin stratejik önceliklerine bağlı olarak gelişiyor. ABD son 35 yıldır İran’a, yaklaşık son 20 yıldır da “radikal İslam”a karşı mücadeleyi küresel hegemonya stratejisinin merkezine koyuyor. Suudi rejimi de Ortadoğu’da en büyük düşmanı olarak İran’ı görüyor. Bir yandan İran, Türkiye, Mısır ve İsrail gibi askeri güce sahip olan ülkelerle doğrudan çatışmadan kaçınıyor ama öte yandan İran’ı bölgesel gücüne yönelik en büyük tehdit olarak görüyor.
Suudi Arabistan krallığı 2011 yılında başlayan Arap Baharı’nda kendi varoluşuna yönelik devasa bir tehdit algıladı. Seçim, meclis, partiler gibi kavramlara bütünüyle yabancı olan ve bu türden demokratik yapılarda kendi yokoluşunun işaretlerini gören rejim, üstüne üstlük bir de aşağıdan halk inisiyatifinin ve diktatörlüklere karşı kitle eylemlerinin zirve noktalarından birisi olan Arap Baharı’nın ima ettiği tüm gelişmelere düşman. Bu nedenle Arap Baharı’nın frenlendiği en önemli karşı hamle olan Mısır darbesi Suudi rejimince desteklendi. Mısır’da darbecilerin “demokrasi, demokratik seçimler” gibi kavramları baş tacı eden ABD ve uygar dünya tarafından meşru kabul edilmesi sadece küresel kapitalizmin ideolojik iki yüzlülüğünü kanıtlamakla kalmıyor, Suudi rejimine de petrol fiyatlarının artmasının yarattığı siyasal sıkışmışlıktan kurtulmak için zaman kazandırıyor.
İngiltere’de yaşayan Lübnanlı sosyalist aktivist Jad Bouharoun’un dediği gibi birkaç bin soylunun devletin bütün servetini kontrol ettiği bir devlette, yozlaşma karşıtlığı kelimesinin ağza alınması dahi komik. Gerçekte bu olaylar, bütün gücü elinde toplamayı amaçlayan Kral Muhammed bin Salman tarafından yönetilen bir iç tasfiye süreci. Kadınların araba kullanması, ahlak polisini yetkilerinin azaltılması gibi adımlar ise her yönüyle yozlaşmış rejimin “Yozlaşma Karşıtı Kurul” gibi yapıların oluşturulması, rejimin korktuğu Suudi Arabistan yoksullarının tepkisini yumuşatmayı ve aşağıdaki politik eğilimleri devletin zirvesi tarafından kavrandığını gösteriyor. Veliaht Prensin ilan ettiği “Ilımlı İslam”a geçiş vurgusu ise rejimin sadece batıyla değil tüm dünyayla geliştirmek istediği ekonomik ve diplomatik ilişkilerin sürdürülebilmesi ve geliştirilmesi için atılan bir adım olarak görülmeli.
Suudi Arabistan, petrol fiyatlarındaki düşüşün yarattığı ekonomik sarsıntıyla, bu sarsıntının yarattığı taht oyunlarında açığa çıkan devlet yönetiminde yaşanan istikrarsızlık ve bölünmeyle, ekonomik krizin vurduğu kitlelerin tepkisinden duyulan devlet korkusunun yarattığı sarsıntıyla, bu korkunun bir ifadesi olarak önerilen “ılımlı İslam” gibi açıklamalarla pandoranın kutusunun yavaş yavaş açılmasıyla ve Arap Yarımadası’nın ve Ortadoğu’nun hegemonik gücü olma özelliğini kaybetme korkusuyla, özellikle Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan ve krizden etkilenen Şii kitlelerin harekete geçme korkusuyla hareket ediyor. Buna tahtı kaybetme korkusu da eklenince, Suudi rejiminin bütün bu korkuarıyla aynı anda başa çıkamayacağını söylemek aşırı bir iddia olmaz.
Yemen’de gıda ve ilaç ambargosuyla on binlerce insanın ölümünden ve Ortaçağ hastalıklarının yayılmaya başlamasından, 7 milyon insanın ölümle yüz yüze kalmasından sorumlu olan, Lübnan’ın içişlerine doğrudan müdahale eden, bölgede en çok sikah satan rejim olan Suudi Arabistan veliaht prensi, tutuklama dalgasına başlamadan önce Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner ile saatlerce görüştü. ABD’yle Trump’ın son ziyaretinde en az 110 milyar dolarlık anlaşma imzalayan Suudi Arabistan bölgede en çok silah satan güç aynı zamanda. Bu gücün istikrarsızlığı, bölgedeki tüm ezilenler için yeni fırsatların gündeme gelmesi demektir.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)