İlk yazıda CHP’nin sosyal şoven olmadığını, zira sol olmadığı için sadece sosyal şoven denilerek geçiştirilmesinin mümkün olduğunu yazdıktan sonra, CHP’nin solunda yer alan sol ile bu solun da solunda yer aldığını sananların durumuna değinmiştim. Özetle, sorun ne olursa olsun, birbirilerini her daim affetme, kazanma, dostlukları sonsuza kadar sürdürme konusunda bir anlayış birliğine değinmiş ve Kürdistan’daki bağımsızlık referandumuna dair açıklamaların sosyal şovenizmin şanından olduğunun altını çizmeye çalışmıştım.
Sosyal şovenistlerin üç gerekçesine değinmiştim. Irak’ın birliğini savundukları için referanduma karşı çıkanlara, “Ne birliği?” yanıtı verilebilir. Kürtleri emperyalizmin kuklası olmakla suçlayanlara, bu suçlamayı yapmanın Türkiyeli bir sosyalistin üzerine vazife olmadığı yanıtı verilebilir. Geçen yazıda, Kürdistan referandumuna karşı çıkma hakkını, yetkisini kendisinde bulan bir sosyal şovenistin esas olarak egemen sınıf milliyetçiliğine güç kattığını da eklemiştim.
Şimdi, bir de Katalonya’da bağımsızlık referandumu eklenmişken Kürdistan referandumun üzerine tartışma başka bir boyut daha kazandı. Fakat, hem Kürdistan referandumu konusunda bir sosyal şovenistle konuşmanın neden zor olduğuna dair maddeleri hem de Katalonya referandumuyla bunun neden daha da zor hâle geldiğini Çarşamba günü ele alabileceğim. Şimdi, kısaca solun içindeki derin arkadaşlık duyguları hakkında, özellikle sosyal şovenizmin kibarca eleştirisi üzerinden ilerleyerek kısaca durmakta fayda var. Bu yazıda, sosyal şovenistlerin affedilme hızına dair bir iki noktaya parmak basamaya çalışacağım.
Kendileri sol milliyetçi oldukları için liberal sandıkları ama özgürlüğü savunan sosyalistlere karşı amansız bir şekilde tartışanlar, sıra sosyal şoveniste geldiğinde, hala kazanmaya, çok kırmamaya, üzerine titreyerek en uygun kelimeleri yan yana getirerek gönül çelmeye çalışan bir üslubu tercih etmektedir. Bunun nedeni, muhtemelen, bir kişi, grup ya da parti sosyal şovenist görüşleri savunsa da devrimci kalmaya devam edebilir düşüncesine sahip olmalarıdır. Öyle ya, önümüzde 2019 cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi, aramızdaki her türden ayrımı bir kenara bırakmak zorunda olduğumuz düşünülen bir süreç varken, bugünün sosyal şovenistinin üzerine o kadar da gitmek doğru olmaz!
HDP’li vekillerin ve Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasına neden olan tezkere meclisten CHP’nin de aktif desteğiyle geçmişti. Hem Berberoğlu’nun tutuklanması hem de Adalet Yürüyüşü’nün kapsayıcılığı, mesele Kürt sorunu olduğunda CHP’nin en az AKP-MHP kadar yerli ve milli olduğu gerçeğini unutturmuştu. Fakat, Kürdistan referandumunda caydırıcı olmak adına çıkartılan askeri müdahale tezkeresine CHP yine aktif bir şekilde destek verdi. Dünyanın herhangi bir bölgesindeki Kürt sorununda CHP son derece yerli-milli son derece bıçkın bir milliyetçilikle tutum alıyor. Ve ne yazık ki, cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyor! Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimlerine endekslenmiş her türlü demokrasi platformunda, birlik platformunda, “nereden çıktı bu tezkere, CHP nereden bulaştı bu süreçlere” dertleri dillendiriliyordur. Bir halkın kendi kaderini belirlemesine karşı askeri seçeneği masaya yatıran bir partiyle Türkiye’de halkların daha özgür bir seçeneğe yönelmesi için örgütlenecek bir seçim kampanyasında yan yana gelmenin zorunlu olduğu hangi teorik-tarihsel gerekçelerle haklı kılınacak bakalım?
Fakat tüm bu gelişmeler insanı öfkelendiriyor. Ben bir DSİP üyesi olarak, 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, bir halkın kendi kaderini belirlemesine katkıda bulunmak için, demokrasi ve özgürlükleri savunmak için, haksızlıkları teşhir edecek bir kampanya olacağı için, HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın aday olması gerektiğini düşünüyorum. 2014 seçimlerinde Demirtaş yüzde 10’a yakın bir oy almıştı. 2015’te gerçekleşen iki seçimde Demirtaş’ın apaçık katkısıyla HDP yüzde 10 barajını rahat bir şekilde aşmıştı. Alınan oylar kadar önemli olan, özgürlükçü bir kampanyanın adaleti her düzeyde savunabileceğimiz kanallarının açılmasında Demirtaş ismi etrafında bir araya gelen aktivistler oldukça belirleyici olmuştu. Ne yazık ki soğukkanlı bir şekilde CHP’yi kapsayan bir kampanyanın aritmetik planlamalarını yapanlar açısından ne politik bir seçim kampanyasının en önemli öğelerinden birisi olan teşhir yanı, ne sosyal şovenist bir eğilimle birlikte yapılacak kampanyaların yarattığı bulanıklığın ürünü olacak politik belirsizliğin vereceği zarar önemli görülmüyor. Sadece kazanmaya kilitlenmek ve kazanmak için bir halkın kendi kaderini belirlemek istemesine gerekirse askeri müdahaleyle engel olmak isteyeninden bu bağımsızlık girişimine şu ya da bu sosyal şovenist gerekçeyle karşı çıkanına kadar geniş bir koalisyonla birlikte hareket etmek neye hizmet edecek?
Neye hizmet edeceği belli. Merak edenle Ataol Behramoğlu’nun Meral Akşener güzellemesini okuyabilir. Irak tezkeresine hararetle destek veren CHP’yle sorunsuz bir ittifak hayalleri kuranlarla düne kadar faşist partinin önde gelen bir üyesi olan Akşener hareketine ilişkin solun nasıl yaklaşması gerektiğini şöyle toparlıyor Behramoğlu:
“Asıl önemli olan bütün kanatlarıyla ‘sol’un bu hareketi nasıl görüp değerlendirdiği.
Hiç kimse bu soldan kendi hedeflerinden vazgeçerek Akşener hareketinin kuyruğuna takılmasını istemiyor ve beklemiyor.
Bunu Akşener’in kendisi de istemez ve beklemez.
Fakat iktidarı gasp etmiş olan despotik gücü, en zayıf yanından vurarak alt etmek için bu hareketi desteklemek, yanında yer almak gerektiğini görmemek için de siyaseten kör olmak gerekiyor…”
Şenol Karakaş
Bir önceki yazı için: