Başkanlık değil demokrasi

17.01.2017 - 10:11
Şenol Karakaş
Haberi paylaş

15 Temmuz darbe girişiminden beri tüm toplum diken üstünde oturuyormuş gibi, her felaket daha büyük bir felaketin habercisi olarak görülürken, TBMM haraç mezat anayasa değişikliği paketini görüşmeye başladı.

Anayasa değişikliğinin temel amacı, “partili cumhurbaşkanlığı” adı verilen bir sisteme doğru değişiklik; ya da başka bir ifadeyle cumhurbaşkanı seçildiği günden beri AKP lideri olarak da davranan Recep Tayyip Erdoğan’ın hemen hemen tek siyasi otorite haline gelmesini sağlamak.

Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından hukukçu Mehmet Uçum, HaberTürk gazetesine verdiği röportajda, “…şu sıralar toplumsal uzlaşıya ihtiyaç olduğunu göz önünde bulundurursak, daha sakin bir ortamda tartışılması daha iyi olmaz mıydı?” sorusuna ilginç bir yanıt veriyor:

“Mümkün değil. Anayasacılık hareketlerini analiz ettiğinizde hiçbir zaman rutinde bu tip reformlar yapılmamış. Türkiye’nin anayasal pratiğine baktığınızda da bu hep rutin dışı dönemlerde gündeme gelmiştir. Dünyada da böyledir. Doğu Avrupa’daki anayasacılık sistemleri Sovyet Sistemi çöktükten sonra gündeme gelmiştir. Yani bu tip sistem değişikliklerini zorlayan rutin dışı ortamlar olmak zorundadır. Steril ortamı beklemek, bir tür mühendislik arayışıdır, olgunlaşmış değişime karşı çıkmaktır. Bu tezi savunanları gericileştirir. Ayrıca şu anki OHAL’i demokratik ortamı ve uygun tartışmayı sınırlayan bir rejim olarak ele almak doğru değil, çünkü OHAL ilk kez halka karşı değil, halk düşmanı yapılara karşı ilan edildi.” Bu yanıt, AKP-MHP ortaklığında sunulan anayasa değişikliği-partili cumhurbaşkanlığı sisteminin neden telaşla gündeme geldiğini açıklamaya yetmiyor. Yetmiyor, çünkü anayasa değiştirmek için ya darbe ya da devrim, yani rutin dışı bir hadiseyi beklememiz gerektiğini vaaz ediyor.

Beka sorunu ve başkanlık

Başkanlık, ulusalcıların iddia ettiği gibi Erdoğan’ın kişisel diktatörlük hırslarının sonucu olarak gelmedi gündeme. Erdoğan memnun ve sessizce bu iddia etrafında dönen tartışmaları izliyor, zira bu tartışmaları yapanlar yel değirmenleriyle dövüşüyor. Başkanlık, bir egemen sınıf ve devlet uzlaşması olarak gündeme geldi. Tersi yorumlar, örneğin Devlet Bahçeli’nin başkanlık konusunda yaptığı U-dönüşünü açıklayamaz. Bahçeli, 20 Ocak 2015 günü şunları söylemişti: “Erdoğan’ın başkanlık isteği, başkanlık hırsı, parlamenter sisteme, yani mevcut devlet nizamına taban tabana zıttır. PKK ve bölücü çevrelerle; ‘Al özerkliği, ver başkanlığı’ mutabakatını sağladığı anlaşılan Erdoğan’ın bundan sonra, ısrarla açıktan siyaset yapacağı ve hatta 7 Haziran öncesi siyasî kampanya yürüteceği güçlü ihtimaldir. Erdoğan, tek adam olmak için bastırmakta, son kozlarını oynamaktadır.”

15 Temmuz darbesinden sonra, Bahçeli aniden, hatta AKP liderliğinin de böyle bir öneri beklediğini gösteren herhangi bir işaret yokken, bugün TBMM’de görüşülen anayasa değişikliğinin kapısını aralayan öneriyi dillendirmeye başladı. Bahçeli, Erdoğan’ın pratik cumhurbaşkanlığının bir fiili durum yarattığını ve bu fiili durumla anayasal durum arasında çelişki olduğunu, bu çelişkiyi aşmak için fiili durumu yasal bir çerçeveye kavuşturmak gerektiğini dile getirdi. Nedense, fiili durumu mevcut yasalara ve anayasa çerçevesine oturtmanın da fiili olanla yasal olan arasındaki uyumu sağlayacağını dile getirmek yerine, “Türkiye’de fiili durumun devamını arzulayanlar, 15 Temmuz’dan sonra çok ciddi olayların yaşandığı bir ortamda kaos, kriz arzulayanlar, ikinci dalga darbecilerdir” çıkışıyla, devletin beka sorunu olarak gördüğü semptomun üzerine kaynağından kaçınarak gitmek için bir hamle yaptı.

Acil, mantıksız, otoriter görülen her uygulamanın, devletin bu beka sorununu gidermek için atılan adımlar ve 15 Temmuz darbe girişiminin bu adımları sadece hızlandırma konusunda tetikleyici olduğu tespiti, Türkiye’de siyasî gelişmeleri kavramak açısından çok önemli. Yerli ve millî vurgusu da bu açıdan bir dizi anlamı aynı anda yükleniyor.

Bu beka algısı ve bu algıya uygun politik tutumlar, iç politikadan kaynaklanmıyor. Bu, bütünüyle Ortadoğu ve esas olarak Suriye politikasıyla alakalı bir kavrayış. Bu kavrayışın kökeninde Rojava meselesinin yattığı artık herkesin malumu. 2015 yılının Temmuz ayı bu açıdan bir dönemeç. Devlet, bu tarihte dış politikasını bütünüyle değiştirdi. İncirlik Üssü ABD liderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyona açıldı, Türkiye IŞİD saflarını vurmaya başladı ve ardından Kandil bombalandı. Bu adımların tümü, devletin tüm katmanları, AKP, MHP, CHP ve hatta ABD uzlaşmasıyla belirlendi. IŞİD’in Suriye üzerinden Türkiye’yi tehdit etmesi ve tüm Suriye sınırı boyunca bir özerk Kürt yönetiminin şekillenmesi ihtimali devletin hem devletlerin hiyerarşik dizilişi açısından sürdürülemez olan hem de beka kaygısı açısından sürdürülmemesi gereken siyasetinin radikal bir şekilde yeniden değişmesine neden oldu. Suriye politikasında son dönemde Türkiye’nin Rusya-İran ve dolayısıyla Suriye rejimiyle konsensüs sağlaması, Irak yönetimiyle uzlaşması, bu beka kaygısının belirleyiciliğinde yaşanan gelişmeler. Bu gelişmelerin en çarpıcısı ise devletin Fırat Kalkanı harekâtı.

Türkiye’nin sınırötesi operasyonları ve Fırat Kalkanı’yla bu operasyonların kalıcılaşması sanki tek başına o belirlemiş gibi tüm sorumluluğu üzerine yıkılan Ahmet Davutoğlu dönemine göre sadece dış siyaset değil iç siyaset açısından da radikal adımların atılmakta olduğunun göstergeleri. Özetle, iç politika dış politikayı belirlemiyor; bir bölgesel mesele haline gelmiş olan Kürt sorununa yaklaşım, iç politikada atılan adımları da belirliyor. Birkaç sene önce İmralı-Kandil ve devlet yetkilileri arasında görüşmeler yapan HDP milletvekilleri ya tutuklandı ya da tutuksuz yargılanıyor. DBP’nin eşbaşkanlarından birisi mutlaka tutuklu kalıyor son bir yıldır. DBP’nin elinde olan belediyelerin otuzuna kayyım atandı, 55 belediye başkanı tutuklandı.

Yaşadıklarımızın nedeni, kuşkusuz, sadece bir bölgesel statüko sorunu halini alan Kürt sorununda devletin refleks ve uzlaşma becerisinin aynı zamanda bir başkanlık üzerinde uzlaşmaya tekabül etmesi değil; diğer yandan, IŞİD ve Kürt kantonları dışında, ABD’nin dünya hegemonyasının gerilemesinden türeyen ABD ve Rusya etrafında yaşanan küresel gerilimin hem küresel hem de bölgesel sarsıntılarına karşı, istikrarlı bir devlet bütünlüğüyle davranma yönündeki güçlü istek, başkanlık etrafında bir istikrar arayışında kristalize oluyor.

15 Temmuz’dan sonra

15 Temmuz’dan sonra, AKP liderliğinin önünde iki yol vardı: Birisi, şimdi hepimizin yüz yüze kaldığı sorunlara neden olan güzergâh. OHAL’in fırsatçı bir şekilde kullanımından kaynaklı olan sorunlar yumağı her yandan fışkırıyor. Başlangıçta Fethullahçı darbecilere yönelen OHAL kısa sürede, hukuksal kuralların kelimenin tam anlamıyla göz ardı edildiği bir uygulamalar silsilesiyle, çok geniş bir muhalif kesimi hedefledi. On üç Kanun Hükmünde Kararname ile OHAL, OHAL sonrasını bağlayan ve devletin OHAL öncesi koşullara geri dönmesini neredeyse imkânsız kılan bir karmaşa ve yıkım yarattı. Bu, OHAL olmasaydı bugün muhatap olduğumuz başkanlık teklifinin aynen gündeme gelmeyeceğini değil, başkanlık teklifinin OHAL’in yarattığı tahribat onarılmadan yürümeyi garanti altına almayı da hedeflediğini gösterir. Yoksa, başkanlık konusunda egemen sınıfın ve devletin en geniş kesimleri arasında bir uzlaşının olduğu, hatta bu uzlaşmanın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği dönemlere kadar gittiği düşünülebilir.

Fakat 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bir başka yol daha denenebilirdi: Bu, demokrasinin sınırlarını genişleterek, 15 Temmuz darbesi gibi gelişmelerin siyasal temelini ortadan kaldıracak, özgürlük alanlarını geliştirecek, hukuku, yasama-yargı ve yürütme alanında denge ve denetlemeyle şeffaflığı hâkim hale getirmek için yol haritası belirleyecek bir başlangıç olabilirdi. Bu fakat, aynı zamanda Kürt sorununda diyalog yönteminin yeniden devreye girmesi anlamına da gelirdi. 15 Temmuz’dan sonra yaşadıklarımızı yaşamak zorunda değildik, hem de bu hükümetle, bu siyasî liderliğin hakimiyeti koşullarında.

Bu yaşadıklarımız bir tercih. Apaçık bir siyasal tercih. Başkanlık, yine gündeme getirilebilirdi, demokratik koşullarda, tartışma ve ifade özgürlüğünün genişlediği koşullarda, başkanlık ve hatta Erdoğan’ın başkanlığı konuşulabilir, demokratik bir yarış ilan edilebilirdi. 15 Temmuz darbe girişimiyle alakası olmayan kamu çalışanlarının, akademisyenlerin KHK’larla işten atıldığı, açığa alındığı, derneklerin kapatıldığı, insanların tutuklandığı OHAL koşulları, anayasa değişikliğinin özgür koşullarda tartışılmasına imkân vermiyor. Oysa referandumun farklı siyasî görüşlerin var olduğu gerçeğinin altının çizilmesi ve son sözün halk tarafından söylenmesi için gündeme geldiği iddia ediliyor. Bu farklı fikirlerden sadece bir tarafın görüşlerini özgürce dile getireceği koşullar, boksörlerden birisinin elleri kollarının bağlandığı boks maçına benzer.

Mecliste görüşülmeye başlayan anayasa değişikliğiyle, bir oldu bitti ya da “ben yaptım oldu” politikasıyla, anayasal bir otoriterlik referandum konusu yapılıyor. Oldu bitti öyle inanılmaz bir siyaset sahnesinde cereyan ediyor ki, başkanlığa karşı çıkan bütün renkler kaçınılmaz bir şekilde birbirine karışıyor. Çok başarılı bir rejimmiş gibi, mevcut parlamenter yapıyı sahiplenen ulusalcılarla, gündeme getirilen paketin anayasal bir otoriterliği, politikanın tek bir insanın elinde yoğunlaşması anlamına geldiği için reddeden ama aynı zamanda sayısını unuttuğumuz kadar çok darbe ve darbe girişimine neden olan siyasal rejimin bir parçası olan mevcut parlamenter yapının da aşılması gerektiğini savunanlar karmakarışık olmuş durumda.

Bu 15 Temmuz şokunun ardından arka arkaya yaşanan şokların yarattığı bir karmaşa ve dağınıklık durumu. Bu nedenle, bu referandumda, “Hayır! Başkanlık değil demokrasi!” demek, hem eski yapının aşılmasını hem de siyasî bir tekel yaratmayı hedefleyen başkanlık önerisine karşı çıkılmasını savunmak için en elverişli yol olarak görülüyor.

Şenol Karakaş

[email protected]

Not: Şenol Karakaş'ın bu yazısı, AltÜst dergisinin yeni sayısından alıntıdır. Cumartesi günü kitapçılarda yerini alacak olan AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari/

Bültene kayıt ol