Geçen hafta vurguladığımız, “Erdoğan’ı yenmek mümkün” perspektifini geliştirmeli, daha etkin bir şekilde tartışmalı ve muhalefet içinde hegemonik bir fikir haline gelmesini sağlamak üzere çabalamalıyız. Bunu 14 Mayıs-28 Mayıs seçimleriyle de bağlantılandırmalıyız. Zaten ana muhalefet ve sol muhalefette yaşanan moral bozukluğu seçim sonuçlarına bağlı karamsar bir siyasetsizlik olarak derinleşiyor.
Seçim sonuçlarının Erdoğan’ın gidişinin cepte olduğunu düşünenler açısından yarattığı yıkım, AKP’nin seçimlerin en büyük kaybedeni olduğu gerçeğini de Erdoğan’ın ilk turda kazanamadığı gerçeğini de ve muhalefetin yüzde 48 oy galdığı gerçeğini de görünmez kılıyor.
Oysa AKP kuruluş dönemine geriledi. Hatta Hüda-Par’ın oyları çıkartılırsa daha da gerilediği söylenebilir. Bunun muhalefet açısından yaratacağı avantajın görülmesi için önce bu gerçeğin bilincine varılması gerekiyor. Bir kitle partisi olarak AKP, giderek bir devlet aparatı ve AKP ve devlet yönetici elitinin çıkarlarının kurumsal ifadesi halini alıyor.
Mücadelenin keskinleştiği, sınıf mücadelesinin boyutlandığı ve yönetici güçler arasında gerilimin tırmandığı koşullarda AKP’nin gerilemesinin ne anlama geldiği daha iyi görülecek. Şimdi daha sessiz sedasız yaşana parti içi çatışmalar, örneğin Akar ve Soylu gibilerin tasfiyesinin, daha açık ve gürültüyle yaşanması olası olacak.
Seçimlerin dışında, seçim öncesi dönemde biriken, şekillenen tüm sorunlar Erdoğan iktidarının cebelleşmek zorunda olduğu, altından kalkmasının çok zor olduğu politik alanlar olarak duruyor.
Bir de ekonomist olmasaydı!
Birisi ekonomik alanda yaşanan çalkantı: Çalkantı diyoruz zira, son yıllarda bir ekonomist olmasıyla övünen Erdoğan’ın “faiz/enflasyon” “teorisi” ekonomik alanda yıkım yarattı. Elbette bu politikanın arkasında gerçek ücretler üzerinde baskı kurmak, liranın değersizleşmesini sağlamak yatıyordu.İhracatta rekabet etmenin bir yolu olarak şekillenen bu politika, egemen sınıfın bu kesimlerinin sınıf çıkarına denk düşüyordu. Bir iktisatçının altını çizdiği gibi, Erdoğan’ın “dahiyane” ekonomi politikasının arkasında “iktidarın siyasi öncelikleri ile rekabetçi kur talep eden sermaye kesimlerinin çıkarlarının uyumlanması yatmaktadır.” İktidarın bu yıkıcı politikasının yoksullar açısından aşırı bir gelir adaletsizliği anlamına geldiği, barınamama, beslenememe gibi sorunların çığ gibi büyümesi olarak toplumsal ifadesini bulduğu çok açık. İktidar kendi hatalarını başka hatalarla örtmeye çalışıyor ve her seferinde fatura işçi sınıfı ve yoksullara çıkartılıyor. Kur Korumalı Mevduat (KKM) meselesinde olduğu gibi. KKM’nin ödemelerini yasayla Merkez Bankası üstlendi. “KKM için Hazine ve TCMB’den bu yıl yapılacak toplam ödemelerin 600 milyar TL’yi aşacağını tahmin etmek mümkün. KKM ödemeleri için 387 milyarlık artış olduğu tahmin ediliyor.”
Bu ödemelerin kaynağı ise ya para basmak ya da halkın sırtına yeni vergilerle yüklenip kaynak yaratmak! Kendi tetiklediği krize çarelerden birisi olarak KKM’yi gündeme getiren iktidar şimdi de kamuya ağır bir yük anlamına gelen KKM’den kurtulmak için hareket ediyor. Hiçbir adım, Türkiye kapitalizminin bizim kaynak krizi olarak tarif ettiğimiz yapısal sorunundan kurtulmasına kapı aralayamıyor. Böylece, “Gıda ile birlikte diğer zorunlu harcamaların bir hane için maliyeti, yani yoksulluk sınırı ise 39.733 TL'ye ulaşıyor ve bekâr bir çalışanın ‘yaşama maliyeti’ de aylık 15.813,15 TL’ye yükseliyor.” Asgari ücretin ise 11 bin 402 lira 32 kuruş olduğunu düşünürsek, özellikle metropollerde bir haneye üç dört maaş girmeden kira bile ödemenin imkansız olduğu ortaya çıkıyor. Bu, iktidarın ekonomik sarsıntıyı ve enflasyonu tam bir sınıf savaşı meselesi olarak ele aldığını gösteriyor. Faturayı sürekli şişirip işçilere kesmenin dışında bir çözüm yöntemi yok. Bu ise bir sınıfsal kapışmanın zorunlu olduğuna işaret eder. Yüzde yüz bir büyük kapışma olmayabilir ama iktidar yarattığı yıkımın altında kalmamak için yoksullara yüklendikçe ekonomik temelli bir sınıfsal öfkenin birikmesi de kaçınılmaz.
İklim canavarı AKP!
İktidarın çözemeyeceği, çözmek istemediği, tersine derinleştirdiği bir diğer başlık ise iklim krizi:Erdoğan hükümetleri verdiği hiçbir sözü tutmadı bu konuda. Hiçbir tedbir almadı, almıyor. Tersine, AKP bir iklim canavarı gibi! Bu canavarlık iklim değişimiyle baş etmekte giderek zorlanıyor. Yangın sel orman kesimi köylülerin yaşam alanlarına doğrudan müdahale ederken iklim felaketlerlerini tırmandırıyor. Bunun, tıpkı küresel düzeyde yaşandığı gibi bir dizi sonucu oluyor: Kuraklık, gıda fiyatlarındaki artış iklim kriziyle bütünüyle tetikleniyor ve başka alanlardaki problemlerle birleşiyor. Hayatını inşaata adamışların iktidarının ise iklim krizi meselesinde olumlu adım atılmasını sağlayacak hemen hemen hiçbir enstrümanı yok. Hatta, Akbelen’de işlenen suç, iktidarın, iklim kriziyle mücadelede ne yapılması gerekiyorsa tersini yaptığının bir kanıtı. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de devlet frene basamıyor. İklim kriziyle mücadeleyi sadece ertelemekle yetinmiyor iktidar, bu mücadeleye karşı çıkıyor. O yüzden daha doğru ifade şu: sermaye ve devlet frene basmak istemiyor, doğaları gereği, kapitalist üretimin rekabetçi işleyişi ve kılcal damarlarında akıp duran fosil yakıt nedeniyle frene basamıyorlar, ama basmak isteseler de görülmesi gereken şu ki fren çoktan patlamış vaziyette.
Erdoğan iktidarı ise freni onarmaya çalışacağına tersine gaza basıyor. Her geçen gün, bu iktidarın altından kalkamayacağı iklim kriziyle yansımalarıyla, doğrudan sonuçlarıyla boğuşacağız. İki yaz önceki yangında olduğu gibi, iktidar yangını sadece izlemekle yetinecek, söndüremeyecek ve bu sefer krizin şiddeti nedeniyle çok daha sert bir şekilde siyaseten etkilenecek.
Küresel kapitalizm ve emperyalist kamplar arasında gerilim
Üçüncü etken ise dünya ekonomisinin sınırlamaları ve kendi kırılganlığı. Küresel kapitalizm kendi haline yanarken Türkiye’ye yatırım yapmakla ilgilenmiyor elbette.
“Dünya nüfusunun büyük bir kısmı için bankacılık krizinden daha önemli olan Küresel Güney ekonomilerinin karşı karşıya kaldığı baskıdır. Kolay para döneminde finans bu ülkelere yoğun bir şekilde akmış ve onları uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmaya teşvik etmiştir. Niceliksel gevşeme gibi politikaların sona ermesi ve faiz oranlarının yükselmesi, sermayeyi tekrar ABD'ye doğru çekmektedir. Birçok Küresel Güney ülkesinin para birimleri değer kaybederek dünya piyasalarındaki satın alma güçlerini azalttı. Aynı zamanda bu ülkeler, özellikle dolar cinsinden borçlandıkları durumlarda, borçlanma maliyetlerinde bir artışla karşı karşıya kalmaktadır.” (J. Choonora)
Faiz oranlarının yükselmesi küresel para akışını ABD’ye doğru çevirirken, Erdoğan’ın tezlerine karşıt tezlerle işbaşı yapan Mehmet Şimşek ve ekibi faizleri ne kadar yükseltse de bu ekonominin toparlanmasına yardımcı olmuyor. Akın akın yurt dışı sermaye gelmedikçe ekonominin kaynak krizini çözemeyeceğini bilen iktidarı, ayrıca, emperyalist kamplaşmada gücünün çok ötesinde politikalar uygulamaya çalışması da zorluyor.
Emperyalist kamplarla olup ama değilmiş gibi yapmanın sınırları
Türkiye Mavi Vatan teziyle tırmandırdığı askeri açıdan bölgesel müdahaleleri hedefleyen politikasında adı konmamış bir geri çekilme taktiğini savunmaya başlasa da “Ne ABD-ne Rusya, aslında hem ABD hem Rusya” politikasında her geçen gün daha fazla sıkışıyor.
Son olarak Kıbrıs’ta BM ile yaşanan problem bunun göstergesi. Son beş yıldır tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülen batı, şimdi yeniden sağlam ittifak kurulacak asıl güç listesinin başına alınsa da ve batı ülkeleri de hem göçmen meselesinde göç edenlerin Türkiye sınırında tutulmasını sağladığı hem de askeri açıdan bir başka kampa geçme ihtimalini gereksiz gördüğü için Türkiye’yle ilişkileri bir dengede tutmaya çalışıyor.
Ama batı düşmanlığı yıllarca işlenen bir politika olduğu için ve iktidar daima bir korkutucu düşmana ihtiyaç duyduğu için ipler hızla geriliyor. Optimar’ın son anketine göre AKP’ye neden oy verdin sorusuna yanıt verenlerin yüzde 6,6’sı ülke bekası için diyor. Erdoğan’a oy verenlerin yüzde 9,7’si ise ülke bekası için yanıtını veriyor. Bu “dış güçler” korkusunun hızla düzeltilemeyecek bir taban bulduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin askeri ve ekonomik gücü emperyalist bloklarla gerilim politikasına izin vermese ve Türkiye egemen sınıfı ve devleti zaten böyle bir gerilime ihtiyaç olup olmadığı konusunda çelişkiye düşse de milliyetçi hamaset yüklü batı düşmanı politikaların devleti köşeye sıkıştırdığı sayısız gerilim alanı önümüzdeki dönemde de daha görünür olacak.
Kürt halkının gücü
Bir başka etken ise Kürt sorunu. 2015 yılında çözüm sürecinin askıya alınmasından beri Kürt sorunu devlet açısından askeri yöntemlerle halledilecek bir sorun olarak kodlandı. Fakat 14 Mayıs seçimlerinde tüm baskılara rağmen Kürt halkı yüzde 8’lik oy oranıyla devlet açısından “sorun olmaya” devam edeceğini, haklı taleplerinden bir an bile vaz geçmeyeceğini gösterdi.
Kürt sorunu uzun süredir yerel bir sorun olmanın ötesinde. Kelimenin tam anlamıyla bölgesel bir etki alanına sahip olan Kürt aktivizmi, Kürt halkının hakları tüm düzeylerde tanınıp yasal olarak garanti altına alınıncaya kadar devam edecek.
İktidar ana diline sahip çıkmaktan ve haklı taleplerini dile getirmekten bir an bile vaz geçmeyen bir halkın mücadelesiyle sık sık karşı karşıya kalacak.
Bütün bu sorun başlıklarına, iktidarın göçmenlerin hayatını cehenneme çeviren göçmen politikası, milyonlarca göçmenin yaşam koşullarındaki gerileme, demokratik tüm alanlarda iktidar blokunun uyguladığı baskı, eğitime sağcı yoğun müdahale, TTB’nin düşmanlaştırılması, içki yasağı girişimi gibi toplumsal ve siyasal kutuplaştırmayı derinleştiren müdahaleleri de eklediğimizde sorunun diğer boyutunu görmeliyiz: Tüm bu alanlarda direnişe geçmeye kararlı, hazır güçlerin varlığını göz önünde tutmalıyız. İktidar hiç de mecbur olmadığı açık alanda içki yasağı tartışmasıyla toplumsal alanı bütünüyle kutuplaştırmaya ve mücadelenin eksenleriyle oynamaya çalışıyor.
Tüm bu hamlelerin ne kadar büyük bir öfkeyi biriktirdiğini ise tüm muhalefetten çok daha iyi bilen, iktidar bloğu sözcüleri. Bahçeli’nin sık sık sokak gösterisi ihtimallerini düşmanlaştırmasının nedeni de bu.
Ya bizim safların sorunları
Bizim saflarda da elbette, iktidarın seçimlerin ardından muhalefetsizmiş gibi bir rahatlıkla hareket etmesine neden olan sorunun yanı sıra bir dizi esaslı sorun var. Bunların en başında işçi sınıfı saflarındaki kutuplaşma geliyor. İşçi sınıfı içinde mavi yakalı/beyaz yakalı, laik/dindar, şu partiden/bu partiden, Kürt/Türk ve yaşam tarzı farklılığı gibi alanlarda bölünmüş olması geliyor. Hatta bu alanlardaki bölünmesi kutuplaşma halini almış durumda ve en temel meseleler etrafında hızla birleşmek çok kolayken, birleşik mücadelenin inşa edilmesi bu kutuplaşma nedeniyle büyük bir zorlukla karşılaşıyor.
Elbette mevcut ekonomi politika reel ücretleri baskılarken işsizliği dengede tutarak, çalışanlar üzerinde işsizlik nedeniyle korkunç bir baskı yaratıyor. Bu koşullarda ayda 24 bin lira maaş alan bir işçi için işten atılmak en korkunç kabuslardan bile daha kötü görünüyor.
Seçimlerin ardından başlayan politikadan kaçış şeklinde yansıyan ve muhalefeti paralize eden meselelerin yanı sıra Mart 2024’te yapılacak yerel seçimler tartışmaları, yine tüm mücadeleleri seçimlere endeksleme potansiyeli taşıyor.
Son olarak, toplumsal mücadelenin dinamik güçlerinden birisi olan Kürt hareketinde yaşanan kriz, kongre süreçleri ve içe kapanıklık iktidarın işini zorlaştıran politik öğelerin dengeleyici unsurlarından birisi olarak öne çıkıyor.
Şimdi son bir buçuk ayda süren işçi eylemleri, bu eylemlerin bazılarının kazanımla bitmesi, sayısız işyerinde süren, başlayan ve bir çoğu kazanımla biten direnişler, metal iş kolunda toplu sözleşme döneminin başlamış olması, Eğitim Sen’in eylem hazırlıkları gözümüzü nereye dikmemiz gerektiğini de gösteriyor.
Antikapitalist bir odağı bu irili ufaklı eylemler içinde inşa edeceğiz. İktidarın karşısındaki sorunları derinleştiren direnişlerin çağrıcısı, birleştiricisi olacağız. Kimi dışlıyorsanız hepimiz oyuz demeye devam edeceğiz ve tüm mücadele başlıkları arasında işçi sınıfının kitlesel ve birleşik mücadelesinin tüm ezilenler için kapıyı aralayan gücüne vurgu yapacağız.
Biz Erdoğan’ı yenmek mümkün derken, bir seçim tartışmasından söz etmiyoruz. Erdoğan’ın ve iktidar blokunun anlattığı istikrar vurgusunu darmadağın edecek ve gerçekte bu iktidarın tam çaplı bir istikrarsızlık kaynağı olduğunu gösterecek dev bir mücadeleden, işçi hareketinin birleşik, yığınsal toplumun tüm ezilenlerini bir anafor gibi içine çekme potansiyeli taşıyan mücadelesinden söz ediyoruz.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)