Sekterliğin değil, ortak listenin zamanı

31.03.2023 - 16:11
Şenol Karakaş
Haberi paylaş

İttifaklar meselesi siyasette önemli bir yer tutmaya başladı. İktidarın koalisyonlara son vereceğiz diyerek de önerdiği Türk usulü başkanlık rejimi, tam bir koalisyon dönemi yarattı. İttifaklar adını alsa da koalisyon koalisyondur.

Sadece iktidar ittifakı ve ana muhalefet değil, sol muhalefet de koalisyonlar ilişkisini benimsemek zorunda kaldı. Buna bir örnek ulusalcı sosyalistlerin Sosyalist Güç Birliği ittifakı. Bir diğeri ise Millet İttifakı. Son olarak, kısaca üzerinde durmaya çalışacağım ise HDP etrafında kurulan ittifak.

Sosyalist Güç Birliği İttifakı’nı oluşturan partiler, bir ölçüde Millet İttifakı’nın etkisini üyeleri üzerinde azaltmak, bir ölçüde solun bazı kesimlerinin seçimlere dair genel sekter yaklaşımını benimsedikleri için ve bir ölçüde de HDP ile aralarındaki mesafelerini korumak için, özetle kendilerini saydıracakları ve güçlerini ölçecekleri, bu arada sağcı iktidar blokuna karşı diğer sağcı alternatifle mesafelendiklerini söyleyebilecekleri bir tutumu almış oluyorlar.

HDP ile ittifak kuran ve HDP ile ittifak kurmasalar bırakalım seçim barajını aşmayı en fazla birkaç bin oy alacak partilerden bazıları da dahil bir dizi küçük parti ya bazı seçim bölgelerinde kendi logolarıyla seçime girecekler ya da HDP’den en az iki milletvekilliği ister durumdalar. Bu tür partilerin tutumu, seçim öncesi ve seçimlerden sonra politik iklimde birleşik mücadelenin imkanları örmek için doğru bir adım değil. HDP sayesinde barajı geçmeyi garanti altına alıp, HDP listeleri dışında listeler oluşturmanın devrimci dayanışma ve devrimciler arası ilişkiyle alakası olmayan bir pazarlıkçılık olduğunun altını çizmeliyiz.

Bu konunun altını çizmekte fayda var: Bütün ittifak partileri arasında en son EMEP de ittifak listesinden seçimlere gireceğini açıkladı. TİP dışındaki tüm partiler en azından genel yaklaşım açısından, seçime kendi logosuyla, kendi parti listesiyle girmemek anlamında sekter olmayan bir tutum aldılar. TİP ise henüz 41 ilde kendi logosu ve adaylarıyla seçime katılacağı yönündeki fikrini değiştirmedi.

Ana muhalefet içinde Muharrem İnce’nin yaptığından çok da farklı olmayan bu tutumun şöyle bir fırsatçı yanı var: Seçimler bağlamında, TİP barajı HDP sayesinde aşacakken, TİP’in HDP’ye katacağı hiçbir şey olmayacak!

Bu tartışmada sorunun özü budur!

Burada bir yüce gönüllülük var elbette ama bu tek yönlü bir yüce gönüllülük! Genellikle, HDP’den Türk soluna yönelik yüce gönüllülük, dayanışma ve pazarlıkçı olmayan siyasi yaklaşımlar pratikleri yaşıyorduk, yine benzer bir pratiği yaşıyoruz.

Bazıları, “TİP, on binlerce üyesinin sahadan elde ettiği verilerle ve çeşitli araştırmalar sonucunda, partinin ayrı liste olarak girdiği bölgelerde ittifakın lehine fark yaratacağını ön görüyor.” diyor. Bu etkinlik seviyesindeki bir parti, gerçekten de tek yönlü bir fırsatçılık içindeymiş gibi görünmek istemiyorsa, seçimlere tek başına katılmalıdır.

Ya da “biz güçlenen, büyüyen, kitlelerin akın akın katıldığı ama tam ne kadar seçmen gücüne sahip olduğumuzu bilemediğimiz bir evredeyiz, gücümüzü görmek isteriz” denilebilir açık açık. Bu durumda da ittifak gibi büyük kavramlar yerine, HDP’nin desteği istenebilir. Buna, “barajı aşmamıza yardım edin” taktiği adını verebiliriz. Bunun ötesinde, hem bir ittifaka dahil olup hem de kendi listenle seçime katılmanın hiçbir açıklaması yoktur! Laf gevelenmiş olur, o kadar.

Bu tek yönlü yaklaşımın neden yanlış olduğunu ise öncelikle daha teknik bir açıdan 2018 seçim kanunu ile şimdiki seçim kanunu arasındaki en temel farkı göz önüne alarak açıklayabiliriz. Milletvekili dağılımı yapılırken önceki seçimde ittifakların aldığı toplam oya bakılırken 2023 seçimlerinde tek tek partilerin oyuna bakılacak. Bu çok temel bir farklılık önceki seçimlere göre. Artık ittifakların toplam oyunun bir anlamı olmadığı için de, örneğin ortak listeyle seçimlere girmezlerse Saadet-Deva-Gelecek gibi partilerin oyları en çok oy alan partiye katkı yapmış olacak. Ya da TİP gibi partilerin oyları HDP’ye değil, o bölgede birinci ya da ikinci olan partiye yarayacak. Seçim bölgelerinin-Kürt illeri dışında- kahir ekseriyetinde birinci ya da ikinci partinin AKP ya da CHP olduğu çok açık. Görmemenin, görmezden gelmek dışında hiçbir gerekçesi olamaz.

Bu politik tutumu haklı göstermek isteyenler bir dizi simülasyonla bazı gerekçeler öne sürüyor. Bunlardan birisi TİP’in Kürt illerinde seçimlere katılmayacak olması. Bu çok yüce gönüllü bir davranış sayılmaz zira HDP/YSP’nin Kürt illerindeki örgütlenme ve seçmen gücüyle kıyaslanabilecek ana akım partilerden bile söz edemiyoruz. Diyarbakır’da HDP/YSP ile seçim yarışına girmemek bir tartışma konusu değil. Tartışma konusu, örneğin İstanbul’da 2018 seçimlerinde 3. büyük parti olan HDP/YSP ile seçim yarışına girmektir. Bunun, sizleri meclise taşıyan bir partiyle kurulan ittifak ilişkisi içinde anlamlandırmak imkansızdır.

Bazı arkadaşlar, daha dobra bir şekilde, “HDP’nin gölgesinde bir sosyalist muhalefet gelişemez” diyorlar. Belli ki böyle düşünülüyor ama böyle konuşulmuyor. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanında gösterdiği gibi, şahsi görüş/resmi görüş arasındaki fark bu.

Sorunun öncelikle ezen ulus sosyalistlerinin sorumlulukları açısından bir önemi var: Kürt halkının kitlesel dinamikleriyle ilişkilenmek olarak açığa çıksa da ezen ülkenin sosyalistleri, sosyal şovenizme, milliyetçiliğe karşı ezilen halkın mücadelesini koşulsuz desteklerler. Ağırlıkla ezilen halkın mücadelesiyle şekillenmiş bir parti sayesinde meclise girip, ardından bu partiyle seçim ittifakı kurup, sonra seçimde bu partiyle yarışacağını ilan etmek ve bunu da gücünü ölçmek için ya da HDP’ye oy vermesi mümkün olmayan ama kendisine oy verebilecek seçmenlere adres göstermek için yapacağını söylemek çok doğru bir yol olmasa gerek, en kibar tarifiyle söylemek gerekirse.

Bir başka açıdan da şu tartışmanın yeniden tekrarlanması katlanılır gibi değil: Bazı araştırmacılar, TİP’e oy verecek olanların yüzde 50’sini CHP’ye oy veren, Kemalist/Atatürkçü, beyaz yakalı ve “eğitimli” insanlar olduğunu iddia ediyor. Bunun mantıksal sonucu ise şöyle bir formülasyon: Bu kesimler, TİP seçime girmese de HDP/YSP adaylarına oy vermeyebilirler. Bu tıpkı “Kılıçdaroğlu Alevi olduğu için seçimi kazanamaz” iddiasını sahiplenmek gibi bir hata. Bu hatanın özünü, seçmenlerin gerici eğilimlerine taviz vermek oluşturuyor. Kemalizm ve milliyetçilikten kaynaklı bazı hassasiyetleri olan ve bu nedenle HDP adaylarına oy vermeme ihtimali olan seçmenleri kaybetmemek için HDP/YSP listeleriyle rekabet edecek kendi parti listelerini hazırlayıp bu Kemalist ve milliyetçi hassasiyetleri ödüllendirme girişimine sosyalist seçim politikası dememiz bekleniyor.

AKP karşıtı panikle karışık öfkenin yol açtığı aşırılaştırılmış yorumlardan birisi, HDP barajın altında kalmasın diye oy veren bir kitlenin olduğu uyduruk tezidir. Omurgasını Kürtlerin oluşturduğu bir parti seçim barajlarını darmadağın ettiğinde bile bu Kürt halkının kendi başarısı olamaz, batıda yaşayan duyarlı Türklerin nezaket dolu yaklaşımıyla Kürtler barajı geçirtme “müdahalesi” olabilir ancak! 2015’te bu nezaketi gösteren kitlelerin bir kısmı, şimdi TİP’e dönmüş yüzünü. Elbette HDP çevresinde aktif olan insanların bir kısmı yüzünü batıda örgütlü partilere dönebilir ama bunun nedeni, müthiş bir alicenaplıkla HDP’ye barajı aştırıp, şimdi artık politik özlemleriyle örtüşen bir parti ortaya çıktı diye değil, HDP etrafında artan devlet şiddetinin politika yapma ve aktivizm içinde olma alanlarını kısıtlamasıyla açıklanabilir. Temas etmenin ağır bedel ödemeyi zorunlu kıldığı parti dün de omurgasını Kürtlerin oluşturduğu partilerdi, bugün de omurgasını Kürtlerin oluşturduğu partiler. 23 Mayıs 2015’te HDP’nin/Demirtaş’ın İzmir’de düzenlediği miting, söz konusu olan değişimin emanet oy saçmalığına indirgenemeyecek bir kitlesel değişim dinamiği olduğunu gösteriyor. 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde HDP’nin uğradığı saldırının bir eşi benzeri yok. Genel Merkez binasının yakılmasına ve bombalı saldırılara kadar yüzlerce saldırı püskürtüldü ve HDP devletin ödünü patlatan bir şekilde üçüncü parti oldu.

Bu nedenle meclise HDP’den bağımsız milletvekili olarak giren, bu olanağı kullanıp meclis içinde popülerleşen bir siyasi çevrenin “kendi gücünü görmek” iddiası, birleşik mücadeleye arkasını dönmesi anlamına gelir. TİP’in ayrıca vekilleriyle, ayrı listelerle meclise girmesinin ne sakıncası var diye sorulabilir. İttifak mecliste yine güçlü oluyor işte, ne sorun var bunda, değil mi? İlk bakışta haklı bir soru gibi görünen bu yaklaşım bu çevrenin sözcülerinden birisinin “İlk defa sosyalizmi insanlara sosyalistler anlatır hale geldi. TİP bunu başardı. Biz, sosyalizmin değerleri ışığında ülkemizin bugünkü sorunlarına bakıp bunlara ilişkin yanıtlar üretmeye çalıştığımız için insanlar teveccüh ediyorlar” diyebildiğini görmezden geliyor. Sadece bu da değil, şu açıklamalarını da kenara not etmek gerekir: 

“Türkiye’de bir baraj oluşturulmuştu ve özellikle solun toplumsal tabanı olan işçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, gençlerin siyasete katılım kanalları daraltılmıştı. TİP, Gezi’den aldığı güçle bu alanı açtı. En büyük farklılığımız budur. Kitlesel ölçekte işçiler, gençler, aydınlar, sanatçılar siyaset yapabilecekleri bir mecra olarak TİP’i gördüler ve yarattığımız enerjinin temel kaynağı budur.”

Bu sözler hem sol içinde meşhur resmi tarih yazımına bir örnek sunuyor hem de Meclis’te uzun yıllardır  konuşan, tartışan, ister bağımsız isterse Kürt hareketinden milletvekillerinin mücadelesini önemsizleştirip, yeteri kadar sosyalist olmayan bir noktada konumlandırıyor.

Seçimlere ayrı listelerle giren ittifak bileşenlerinden birisinin bu sözlerinin yanına, politik gelişmelerin hızı ve ani tutum almak gereken sayısız başlık eklendiğinde, bir partinin meclisteki varlığının ittifakın güçlenmesi anlamına gelmeyeceğinin sayısız örneğini görebiliriz. Bunlardan birisi, geçtiğimiz aylarda Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği başörtüsü serbestisi tartışmasında Emek ve Özgürlük İttifakı içinde yaşanan net bölünmeydi. Cumhuriyetin kuruluşunun bazı yönlerini bütünüyle benimseyenlerle, Cumhuriyetin kuruluşunun kendilerinin boyunduruk altına alınmalarının başlangıcı olarak görenlerin bir ve aynı siyasi çizgi olmadığını görmek, bu tartışmanın hassas yanlarını kavramak açısından da bir ilk adım olacaktır.

Yoksa, AKP karşıtı öfkeyi mecliste keskin bir şekilde dile getiren solcu milletvekili sayısının artışından kim neden rahatsız olsun. Yeter ki Osman Baydemir’den, Gülten Kışanak’a, Sabahat Tuncel’den, Selahattin Demirtaş’a, Ufuk Uras’tan Levent Tüzel’e, Garo Paylan’dan Sarhan Oluç’a sosyalistlerin zaten Meclis kürsüsünden yeri göğü inlettiklerini unutmayalım. İsterseniz hep birlikte Gülten Kışanak’ın, Roboski katliamı sonrası mecliste yaptığı tarihi konuşmayı hatırlayalım.

Şenol Karakaş 

Bültene kayıt ol