Pazarcık merkezli deprem, 10 ilde büyük yıkım yaratmışken, 20 Şubat akşamı Hatay'da iki büyük deprem daha gerçekleşti. Sismik hareketlilik devam ediyor.
An itibarıyla can kaybının 40 bini aştığı (Koordinatör vali kayıpları görünenin dört beş katı olarak tahmin etti), 100 binlerce insanın ve canlının öldüğü, yaralandığı ya da kaybolduğu bir felaketi yaşıyoruz. Bu yüzden sadece felaketin değil yarattığı sorunların da benzersiz olduğunu görmeliyiz. 1999 Marmara depremi sonrası biriken öfke, ardından gelen iki ekonomik krizin yarattığı fakirleşme ve dönemin hükümetinin yolsuzluklarına duyurulan kızgınlıkla birleşmişti. Bu toplumsal öfke, 2002 seçimlerinde sandıkta patlamıştı. O günlerin iktidarı yerle bir olmuştu. İktidar partisi yok olmuş, koalisyon ortakları meclise dahi girememişti. Milyonlarca insan depremin ve yoksulluğun hesabını sandıkta sormuştu.
Bugün ise yaşanan büyük felaketin ve devasa sorunların karşısında iktidarın pişkince açık ettiği vurdumduymazlığın sonucu olarak bildiğimiz Türkiye’nin sonuna geleceğimizi net bir şekilde söyleyebiliriz. Her açıdan bildiğimiz Türkiye’nin sonu bu. Siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, yerleşim ve mimari açıdan, kentlerin inşası açısından, öfkenin büyüklüğü anlamında bildiğimiz Türkiye geçmişte kaldı.
Depremden önce Türk usulü başkanlık rejimi her açıdan dökülmekte ve toplumdaki kızgınlık tırmanmaktaydı. Son iki yıldır doğrudan bu rejimin ürünü olan ekonomik kriz zaten yoksulluğu yaygınlaştırmış ve kızgınlığın ölçeğini genişletmişti. Kayırmacılıkla, kaynakları sürekli olarak sermayeye aktarmasıyla, özgürlükleri kısıtlamasıyla, her yeri betona boğmasıyla, kendisini hukuksal kuralların üstünde görmesiyle, halkın acılarına her açıdan yabancı bir yönetici elitin insanları hakir gören yaklaşımlarının günlük rutin haline gelmesiyle birlikte bu rejim her yönde bir öfke birikimini neden oluyordu. Fakat Türkiye ve Suriye depreminin çapı ile oluşan tahribatın büyüklüğü daha önceki felaketlerle kıyaslanabilecek gibi değil. Fakirlerin boğazındaki son lokmaya da gözünü dikmiş olan AKP-MHP koalisyonuna karşı kızgınlık, depremle beraber başka bir boyuta sıçradı. Bu boyutta eski Türkiye’nin yaşama şansı yok.
Sosyalistler, öncü işçiler, aktivistler eski Türkiye’ye karşı patlamaya hazır olan bu öfkenin bir parçası olmak zorunda. Artık her bir gün bu öfkenin sirayet edeceği alanların açığa çıkması ile tanımlanacak. Büyük tsunamiler tek bir dalganın gelip geçmesi ile değil sessiz ve derinden gelen su baskınının şiddeti ve büyüklüğü anlaşılana kadar her yeri yıkıma uğratması ile belli olur. İşçi sınıfı ve yoksulların önüne konan bentlerin tek tek yıkıldığını göreceğimiz günlere girdik.
AKP’siz Türkiye…
Bir başka açıdan daha bildiğimiz Türkiye’nin sonuna geldik. Artık, AKP’siz bir Türkiye’ye geçiş yaşanıyor. Böyle bir felaketin ardından tek bir üst yöneticinin bile istifa etmemiş olması, enkazın altında kalan insanlar için, canlılar için, toplum için devletin üzerimize çökmüş olması anlamına gelir. Oysa bu depremin cinayete dönüşmesinin siyasal bir sorumlusu var: AKP ve iktidar ortakları. Sorumluluklarını kabul edip istifa etmemeleri milyonlarca insanın gözünde yok hükmünde oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Şimdi AKP-MHP liderliğinin aşıldığı başka bir döneme girildi.
Çöken merkez sağdır
Türkiye kapitalistleri arka arkaya gelen sağcı iktidarlarla, devleti sadece yoksullara eziyet etmekte kullandıkları bir araç olarak ele almalarıyla, kamusal yarar diye bir dertlerinin olmamasıyla, devlet ve hükümetlerle beraber Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan felaketlerin sorumlusudur. AKP-MHP koalisyonu, sağdaki merkezi aşırı sağa çekerek demokrasi düşmanı bir OHAL rejimi inşa etti.
Deprem öncesi, deprem anı ve deprem sonrası aldığı tutumlarla bu sağcı merkez öyle değilmiş gibi davransa da siyasal olarak çöktü.
Sermayesiyle, yöneticileriyle, inşaatçısıyla, kolluk kuvvetleriyle, bütün bürokrasisiyle bu sağcı merkez halkı zerre kadar umursamadığını göstermiş oldu.
Türkiye’de merkez sağ aşırı sağdadır, merkez sol ise sağdadır. İktidarda ya da muhalefette olsun bu sağcı merkezle ilişkili olan her şeye karşı öfke daha da büyüyecek. Kemal Kılıçdaroğlu bunu anladığı için muhtemelen depremin ardından iktidarın yanında durmamaya özel bir önem gösterdi.
Yaratıcı bir mücadele
İktidarın ne kadar kural tanımaz olduğunu biliyoruz. Kendi çıkarları için hızlı ve çok esnek davranabiliyor. Toplumsal muhalefetin de bu yüzden daha yaratıcı, daha kolektif, daha esnek ve kararlı olması gerekiyor.
Deprem bir tartışmayı nihayete erdirdi. Bizi kurtaracak olan devlet değildir, bizi kurtaracak olan sermaye değildir. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır, işçi sınıfıdır. Arama kurtarma çalışmalarına katılan madenciler, belediye çalışanları, itfaiyeciler, ambulans şoförleri, hemşireler, cankurtaranlar, sağlık çalışanları, doktorlar, kepçe operatörleri, havaalanı çalışanları, karayolları çalışanları, kurtarma ve dayanışma örgütlenmelerinin çalışanları… Yani işçi sınıfı bu toplumdaki gerçek gücün nerede olduğunu dayanışma ağlarını örerek gösterdi. Evet, felaket ve yöneticilerin vurdumduymazlığı büyüktü ama ondan büyüğü işçi sınıfı aktivistlerinin, sendikaların her düzeyde inşa ettiği dayanışmaydı.
Bu dayanışma bugün de hala sürüyor.
Bu dayanışma, işçi sınıfı hareketinin merkezi koordinasyonu halini alırsa, mevcut muazzam öfkenin, sadece kayıplarımızı onarmaya yönelmesini değil, Türkiye kapitalizminin kendi yarattığı enkazın altında kalmasını sağlaması işten bile değil. Bu aynı zamanda yaşayanların kaybettiklerine saygısını göstermesinin de yolu.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)