(Yazı dizisi 2. bölüm) Laikliğin bekçisi olan zinde güçleri unutmayın!

08.10.2022 - 21:48
Şenol Karakaş
Haberi paylaş

"Başörtüsü tartışması, sağ ve sol kemalizm" başlıklı yazının devamı:

Başörtüsü ile ilgili açıklamalar yapan sol, sosyalist partilerin; Kılıçdaroğlu’nun, daha da önemlisi bu kadar sağ eksende cereyan eden sınıf mücadelesi sahnesinde tüm toplumun fersah fersah gerisine düşmesi akıl alır gibi değil.

Başörtüsü özgürlüğünün laiklikle hiçbir ilgisi yok. Başörtüsü ya da mini etek, fark etmeksizin, sorun, özgürlüklerle ilgili. Sorun demokrasiyle ilgili.

Başörtüsü, başörtüsü takanların değil, kadınların nasıl giyineceğine karışanların baskısı nedeniyle gündeme geldi. Hatırlamakta fayda var, başörtüsü, bir paket programın konusuydu, bu paketin içinde Cumhuriyetin kuruluş prensiplerine dair ne aarsanız vardı: 2002’den 2010 yılına kadar kabaca şu olaylar yaşandı. Darbe günlüklerinde 27 Mayıs darbesinden sonra, askerin siyasal alana müdahalesini, neredeyse adı konulmamış bir parti gibi çalışmasını gayet normal karşılamaya başladığını anlatan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek, bir dizi başlıkta ordu üst kademesinin siyasete müdahalesinin boyutlarını ifşa etti. 28 Şubat darbesi Refah Partisi’ni kapatmıştı, RP’nin ardından kurulan Fazilet Partisi de RP’nin devamcısı olduğu gerekçesiyle kapatıldı. RP’nin kapatılma gerekçesi “laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu”ydu.  Fazilet Partisi de RP’yle aynı yolun yolcusu olmakla suçlandığı için kapatıldı.

Laik görünenlerin, muktedirlerin fabrika ayarları: Başörtüsüne, Orhan Pamuk’a, Kürt partilerine ve özgürlüklere düşmanlık

AKP, iktidarının her bir günü kapatılma korkusunu hissederken, devreye siyasi kargaşa çıkartmak üzere siyasi cinayetler, suikast girişimleri girmeye başladı, AB reformlarına karşı çıkan milliyetçi güçler gemi azıya aldılar, azınlıklar zaten birkaç yıldır MGK kararlarının da gösterdiği gibi devletin mücadele etmesi gereken güçler arasına alınmıştı. MGK “Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyonu” oluşturdu. Bu koordinasyonun da faaliyetleriyle bir süre sonra 301. Madde devreye girecekti ve Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılamak suçlamasından çok sayıda gazeteci, yazar ve aktivist yargılanacaktı. Orhan Pamuk, Hasan Cemal, Murat Belge, İsmet Berkan, Haluk Şahin, Erol Katırcıoğlu ve Elif Şafak gibi yazarlar yargılanıp beraat ederken, Hrant Dink ve Eren Keskin gibi yazar ve aktivistlere ceza verilecekti. 301. Madde bir devlet şiddeti aygıtı haline gelmişti.

9 Kasım 2005 yılında Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalandı. Bombacılar suçüstü yakalandı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, suçüstü yakalanan bombacı astsubaylardan birisi olan Ali Kaya için, “tanırım, iyi çocuktur” demişti. PKK’nin 1999’dan 2005 yılına kadar sürdürdüğü ateşkes, Haziran ayında sona ermişti. Çatışmaların ve ölümlerin yeniden başlaması, ordunun siyaset üzerindeki ağırlığını da artırmaya başlamıştı. Bu arada EMASYA Protokolü’nden sık sık söz edilir olmuştu. 1997 yılında yürürlüğe giren Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü 27 maddeden oluşuyordu ve orduya şehirlerdeki toplumsal olaylara müdahale imkânı tanıyor, terör şüphesi durumunda olaylara el koyabiliyordu. Her bir sorun havada korkunç bir elektriklenme yaratıyor, Kıbrıs konusunda, Kürt sorununda, demokrasi konularında yaşanan gelişmeler milliyetçi bir hezeyanla büyük siyasal sorunlar haline getiriliyordu. Bu koşullarda Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 5 Şubat 2006’da Oğuzhan Akdin tarafından Trabzon’da öldürüldü. Bu saldırıdan bir süre sonra Danıştay saldırısı gerçekleşti ve bir Danıştay Daire üyesi öldürüldü, dört üye yaralandı. 

Eşi başörtülü birisi Cumhurbaşkanı olabilir mi?

2007 yılının 19 Ocak’ında ise Hrant Dink öldürüldü. 2007 yılı Türkiye açısından sanki bir tarihsel dönemin hızlı ve yeniden çekimi gibiydi. Hrant Dink öldürüldü, TBMM cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle kilitlendi, dev bayrak mitingleri örgütlendi, cumhurbaşkanlığı krizi ve meşhur 367 vakası nedeniyle AKP erken seçim kararı aldı, AKP oylarında patlama yaşandı ve Cumhurbaşkanını halkoyuyla seçme fikri gündeme geldi.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolduğundan Mayıs ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi derin bir siyasi krize neden oldu. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 26 Aralık 2006'da Cumhuriyet'te yayımlanan yazısında, anayasada belirtilen 367'nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu ortaya attı.  Bu görüşe göre oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi. CHP cumhurbaşkanlığı adayının Tayyip Erdoğan olma ihtimaline karşı Kanadoğlu’nun görüşlerine sarıldı. Baykal, AKP’nin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkartmasını yanlış bulduğunu 367’ye atıf yaparak ilan etti. Abdullah Gül Erdoğan tarafından aday gösterildi, ilk oylama 27 Nisan’da yapıldı, aynı gün Genelkurmay Başkanlığı hükümete muhtıra verdi, CHP Abdullah Gül’ün 357 oy aldığı seçimleri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü, Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs’ta 367 tartışmasını haklı buldu ve Abdullah Gül ikinci oturumda 367 oya ulaşamadığı için Cumhurbaşkanı seçilemedi. Hükümet erken seçim kararı aldı.  Cumhurbaşkanının halkoylamasıyla seçilmesi ve görev süresinin beş yıla indirilerek iki kez üst üste seçilmesinin önünün açılması, yine, ulusalcıların AKP’ye karşı sürdürdükleri deli saçması mücadelenin sonucu oldu. AKP’li birisinin cumhurbaşkanı olmasını engellemek için kapıldıkları histerik kriz, politik olarak düşünmek bile istemedikleri bir sonuca yol açtı!

Bu arada sokaklarda Nisan ayının ortalarından itibaren dev Cumhuriyet mitingleri örgütleniyordu. Bu mitinglere yüz binlerce insan katıldı, mitinglerde ordu güzellemesi yapıldı ama öne çıkan vurgu, cumhurbaşkanlığı makamına siyasal İslamcı gelenekten gelen birisinin oturmasını protesto etmekti. 

Nisan ayı ortasında Zirve Yayınevi katliamı gerçekleşti. Yayınevi Hıristiyanlık öğretisiyle ilgili kitapların dağıtımına odaklanmıştı. 

DTP kapatılırken AKP direkten döndü

2008 yılında ise yeniden parti kapatmalar gündeme geldi.

Cumhuriyet Başsavcısı AKP’nin 14 Mart 2018’de yine “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle dava açtı. Kapatmanın yanı sıra Erdoğan ve Gül’ün de içinde olduğu 71 kişinin siyaseten yasaklanması talep edildi.  

HEP, DEP, HADEP, DEHAP birbirini takip eden Kürt partileri, hiçbirisi 10 yıldan çok açık kalamadı.  2007 yılında DTP hakkında kapatma davası açılmıştı. 2009 yılında DTP PKK’yi desteklediği gerekçesiyle kapatıldı.

Meclis’te 9 Şubat 2008’de başörtüsü yasağına karşı bir Anayasa düzenlemesi gerçekleştirildi. Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran düzenlemeye 518 milletvekilinin 411’i ‘evet’ oyu vermişti. Hürriyet gazetesi ertesi gün ‘411 el kaosa kalktı’ manşetiyle çıkmıştı.   Cumhurbaşkanının AKP ve MHP milletvekillerinin imzasıyla geçen başörtüsü düzenlemesini kabul etmesiyle CHP ve DSP milletvekillerinin Anayasa Mahkemesine anayasa değişikliğinin "iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması" için başvurması bir oldu. Anayasa Mahkemesi 5 Haziran’da anayasa değişikliğini iptal etti.

Başörtüsü sorunu bir oyuncak değildir

Erkan Baş’ın gümbür gümbür “AKP’nin oyuncaklarıyla oyun olmaz”, “Türkiye’de kadının başörtüsü üzerinden siyaset devşiren tek adam ve onun türevleri aynıdır” dediğinde, akla ister istemez, “En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,/Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” dizeleri geliyor. Başörtüsü sorununu Erdoğan’ın elinde oyuncak haline getiren, askeri vesayet/darbeci gelenek günlerinin puslu havasıdır.

Ama başörtüsü sorununun Erdoğan’ın elinde oyuncak haline geldiğini söylemenin, şöyle kestirmeci bir yanı daha var: Başörtüsü taktığı için mahvolan on binlerce kadının varlığının yok sayılması! Sorunun özneleri, kadınlar yok. Sorunu iktidarı için değerlendiren bir erkek var sadece.

Başörtüsünü bir özgürlük meselesi olarak ele alan ve düpedüz bir devlet karşıtı “ilerici” evet ilerici, giyimine kuşamına karışılmasına karşı çıkması anlamında, özgürlüklerini savunması anlamında ilerici eylemler örgütleyen, gaz bombası, işkence, polis şiddeti, idamla yargılanmalara maruz kalan ve eğitim hakları gasp edilen kadınlara söylenen tek şey, Erdoğan’ın oyuncağı olan bir konuyu ısıtıp ısıtıp gündeme getirmiş olmaları!

Kılıçdaroğlu solladı geçti!

Kılıçdaroğlu’na da “gericiler türban üzerinden oyalanırken, sen Erdoğan’ın oynadığı alana geriliyorsun” demiş oluyorlar. Böylece birkaç adımı birden atıyorlar: Öncelikle, toplumun arkasında bıraktığı, aştığı bir konuyu aşamayarak ne kadar gerici olduklarını, toplumun ne kadar gerisinde kaldıklarını kanıtlıyorlar. Öte yandan, tartışmalarda kullandıkları kavramlarla, Türkiye’nin bir zamanlar laik olduğu yönünde bir illüzyon yaratıyorlar. Çiçeği burnunda bir Troçkist’ken katıldığım Uğur Mumcu’nun cenaze yürüyüşünde, “Mollalar İran’a” sloganının hemen ardından, “Türkiye laiktir laik kalacak!” sloganı atılıyordu. O gün bugündür bu yalan tekrarlanıyor. Türkiye laik değildi, bu konuda daha da berbat bir yere doğru savruldu, ileride, mücadelemiz başarı kazanırsa laikleşecek. Bugün cumhurbaşkanının tehlikeli bir şekilde camilerde konuşma yapması ve Sezen Aksu’nun doğrudan tehdit edilmesi gibi olgularla, devlet laikliğinin arkasına gizlenen askeri darbe geleneğinin politik alanı istediği gibi biçimlendirmesi aklanamaz.

Attıkları bir başka adım ise başörtüsü özgürlükleri için mücadele eden kadınların eylemini, hareketini, taleplerini küçümsemek. Bu hareketin gerici olduğunu savunmak.

Yaptıkları son büyük hata ise bu çevrelerin, Kılıçdaroğlu’nun manevra alanlarını tıkamaya çalışmaları. Ama arkaik fikirler, CHP liderinin kendisinden beklenmeyecek kadar gelişkin bu adımlarının gölgesinde kalıyor.

Biz biliyoruz ki başörtüsü özgürlüğüne gericilik yaftasıyla karşı çıkanlar, örneğin Kılıçdaroğlu yarın, “Erdoğan, evet, 24 Nisanlarda bir taziye yayınlıyor ama bu taziyeler çok büyük bir anlam ifade etmiyor, gerçeklerin üstünü örtüyor, ben Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum, 1915’le yüzleşmemiz lazım” diyerek bir adım atsa, Kılıçdaroğlu’nu tek adam rejiminin oyununu oynamakla, liberal açıklamalar yapmakla, şanlı cumhuriyet tarihinden kopmakla suçlayabilirler.

Şenol Karakaş

Sonraki yazı: İran’da kadınlar ayaktayken sırası mı?

 

Bültene kayıt ol