Senelerdir ne zaman yeni bir Yetmez ama Evet hezeyanı patlak verse, sinirimin tepeme sıçradığı bir anda bir şeyler yazmaya karar veririm. Ama sonra söylenmesi gerektiğini düşündüğüm şeylerin önemli bir kısmının yazıldığını görüp biraz sakinleşir ve bir şey bir kere söylenir laf kalabalığı etmeyeyim diye düşünüp vazgeçerim.
Nasip bu yıla imiş, malum bu sene iyi YAE yaptı. Geleceği görmek gibi doğaüstü olaylara da değinen bir yazı olacağından, nasip kısmet gibi kavramları yakışıksız bulmadığımı da ayrıca ifade etmek istiyorum.
Komploculuk ve YAE
Komplo teorileri, her daim ortalıkta olmakla birlikte var olan sorunlara hiçbir siyasi kampın çözüm üretemediği tıkanıklık dönemlerinde popülerlik kazanan olgulardır. Adına bir sebepten ötürü “teori” denilmiş ama aslında bunlar kimi zaman teori gibi görünen dipsiz bağlantılar üretseler de teori filan değillerdir elbette; bunların esas amacı ve işlevi dünyaya ve siyasi olaylara nasıl bakmak gerektiğine dair bir ideolojik çerçeve çizmektir.
Yani çok meraklı ve mutsuz bir avuç insan safsatanın tüm detaylarını ezberleyecektir belki ama esasen, örneğin “küreselciler” veya “Yetmez ama Evet’çiler” denildiğinde kötü birilerinden bahsedildiğinin anlaşılması yeterlidir. Ve tabii yalnızca kötü değillerdir bu kimseler, daha önemlisi, göründükleri gibi değillerdir; yüzünüze gülerken arkanızdan mezarınızı kazmakla meşgullerdir, bu yüzden herkese her şeye kuşkuyla ve korkuyla bakmak ve yakaladığınız anda kötülerin alnına işaret koymaktan başka seçeneğiniz yoktur.
Bu sonu gelmeyen maske düşürme operasyonu teker teker kişilerin işledikleri suçlarla ilgili değildir, çok daha büyük ve habis bir tertibin maşası olmalarıyla alakalıdır. Kişileri açık etmek bu tertibin arkasına gizlendiği paravanı zayıflatmak anlamına geldiği için gereklidir. Hatta bu tertip öylesine habis öylesine şeytani bir şeydir ki pek çok zaman kişiler ona hizmet ettiklerini bilmeden onun faydasına çalışır, yazar, çizerler. Bu gibi durumlarda itirafçı olmaları ve özür dilemeleri koşuluyla merhamet gösterilebileceği ima edilir; tıpkı engizisyon yargıçlarının, mealen, “ne zamandır cadılıkla meşgulsünüz?” sorusunun işleyişine benzer bu da.
YAE hezeyanlarının seçtiği ifadeler de bana ciddi şekilde komplo teorilerinin diliyle akraba geliyor. Bir zamanlar YAE’cilerin AKP’den ve cemaatten para aldığını ispatlamaya çalışanlar bile vardı aslında zaten; ama en yaygın olan hali, komployu “teorize” etmek yerine, “pişman mısınız?” diye sorarak ima etmek daha ziyade.
İlk taşı günahsız olanınız atsın
Gerçekten de Yetmez ama Evet’çilerin neyle suçlandıklarının net bir şekilde ifade edildiğine ben henüz rastlamış değilim. (Açıkça devleti, orduyu, Türklüğü yıkmakla filan itham edenleri tenzih ederek söylüyorum bunu tabii, onlarla bir alıp veremediğim yok.) Tek bir yerde bile “bugün gelinen baskı ortamı 2010 referandumunun sonucudur veya referandumun mühim katkıları olmuştur, çünkü…” diye kusurlu da olsa bir açıklama görmedim, “bu da mı yetmez” denilip göz kırpılıyor veya suçun ne olduğu izah edilmeden nedamet getirilmesi isteniyor.
Aslında mantık ortada: bugün olanları AKP yapıyor, Yetmez ama Evet diyerek AKP meşrulaştırıldı, demek ki bu gün olanlar YAE yüzünden oluyor. Ve anlaşılan bu mantık, sahiplerinin aklında o denli sarsılmaz bir mantık ki, Yetmez diyenlerin de pekâlâ anladıkları, ancak suçlarını örtmeye ve unutturmaya çalıştıkları düşünülüyor.
Bu öyle kesif bir şey ki, esasen YAE’cilere küfür edenlerle tartışma niyetinde olan ancak YAE’cilerle kendine mesafe koyma ihtiyacı hisseden bazı yorumcuların ifadelerinde de bunun tortusuna denk gelmek mümkün.
Örneğin Kemal Can bile, bence lüzumundan fazla soyut bir dille de olsa hala YAE avcılığı yapanları eleştirdikten sonra YAE’cilere de diyor ki “uyarılara rağmen bunun nereye varacağını neden görmek istemediniz?” fakat nelere yol açtığı (ve açacağının ta o zamandan aşikâr olduğu) söylenilmiyor, belli ki zaten anlaşılacağı düşünülüyor; hatta o kadar barizmiş ki baksalar YAE’ciler bile görecekmiş ama görmek istememişler.
Daha öncelerinde Ruşen Çakır da yine esasen YAE’cileri linç edenlere hitaben yaptığı bir konuşmanın önemli bir kısmında, DSİP’in de adını vererek “bir kullanılma durumu olduğu aşikârdı”, “12 Eylül’cüleri yargılama meselesi besbelli kandırmacaydı” gibi ifadelerle, YAE’cilerin göremeyecek kadar sarhoş olduğu fakat geri kalan herkes için apaçık ortada olan bir takım gerçeklerden dem vuruyordu. Daha da tuhafı, bir taraftan “…ama evet” deyip azla yetinerek solun sakil duruma düştüğünü söylerken öte yandan, “Yetmez…” diyerek, evet diyen halka yukarıdan bakıldığı gibi bir tespitte bulunuyordu.
Nice başka ‘Yetmez Ama Evet’ler
Bir yandan da YAE düşmanlarının akıl dışılığına işaret ederken, aslında tüm basgeç ve ilkesiz koalisyon taktiklerinin de birer Yetmez ama Evet olduğuna işaret eden bir okumayla karşılaşmaya başladık, Kemal Can’ın yazısında da bu mevcut.
On küsur sene önce AKP’nin tasarısı olan bir referandumda evet diyenleri cehennemin kapılarını açmakla suçlarken, eski ülkücü belediye başkan adayları ile kurtuluşa kadar savaşma sözü vermenin, göçmen düşmanı eski içişleri bakanına da hendek savaşları döneminin eski Başbakanına da prim vermekte sakınca görmemenin tutarsızlığının yüzlerine vurulması hoşuma gidiyor elbette.
Ama hayır, Türkiye için tarihsel önemde bazı reformları, daha fazlasını istediğini net taleplerle belirterek kabul etmek ve bunun etrafında geniş bir cephe örmek için kampanya yapmak ile AKP gidene kadar karşısındaki her güce koşulsuz destek veren ve “ama…” diyen herkesi suyu bulandırmakla suçlayan eğilim aynı şey değil.
Ne yazıldıysa o…
Ve elbette bu suçlamaların hiçbir yerinde doğru tutumun ne olması gerektiği ile veya o doğru tutum alınmış olsa bugün nasıl güzel günlere gelmiş olacağımız ile ilgili bir açıklama bulmak da mümkün değil; zira geleceği görme yeteneği bahşedilmiş bu insanlardan Yetmez ama Evet rezaleti ile kirletilmemiş ikbalimiz neye benzeyecekti sorusuna da cevap beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum.
Netlikle vurgulamayı önemli buluyorum: Kemal Can da Ruşen Çakır da darbelere karşı ve demokrasiden yana insanlardır. Fakat tutarsız, muğlak ve neredeyse mukadderatçı bir hava taşıyan bu gibi yorumlar “ne yapılmalıydı?” sorusuna sistemli bir cevap arayışını içermediği zaman benim aklıma ancak iki olası seçenek geliyor açıkçası:
Birincisi, bugünün merceğinden bakınca, ordunun, muhtıra veren Genelkurmayın, HSYK’nın, 367’nin veya Cumhuriyet mitinglerinin o günler görüldüğü kadar kötü görülmemesi gerektiği inancı olabilir. Başka bir deyişle “askerleri AKP’ye yedirmeyecektik, onlar ne yapacaklarını bilirlerdi” mealinde bir sonuca varmaktır. Buna retrospektif hayırcı tutum diyebiliriz.
İkincisi ise, yine bu günün gözünden, iki kutba da ait hissetmeyen demokratların, özünde yapılmak istenen reformları doğru bulup, fiilen evde oturup bireysel olarak “ne AKP, ne ordu” tutumu alarak, daha kibar insanların hükümet olduğu bir gelecekte bu reformların yeniden gündeme geleceği günün hayalini kurması gerektiği düşüncesi olabilir. Bu da retrospektif boykotçu tutum oluyor sanırım.
Bu ikincisi, bugün bakınca AKP’nin bu reformları zaten yapmayacağını o günden görmüş olmak gerektiği gibi tuhaf bir düşünceye dayanıyor. Hatta işte zaten herkes görüyormuş, uyarmışlar da ama YAE’ciler dinlememiş.
Ben o zamanlar hem epey gençtim hem de görece apolitiktim (sandığa gidip kasten geçersiz oy kullanacak kadar kafam karışıktı, beni en iyi Ruşen bey anlar.), hatırlamadığım bir uyarı olmuştuysa bana büyüklerim hatırlatsın; ama benim hafızamda kalan ve bugün aklıselim uyarılar olarak anımsatılmaya çalışılan şeyler, bunlar İslamcı, şeriat getirecekler ile Amerikancı emperyalistlerle yatağa giriyorsunuz türünden şeyler ve bunların çeşitlemeleriydi.
Ayrıca niyet okuyarak geleceği görmek diye bir siyasi strateji olamaz. Sosyalistler zaten referandumla dünyanın değiştirilebileceğini düşündükleri için değil, demokratikleşmenin ve dolayısıyla işçi sınıfının önünü açacak talepler etrafında geniş kitleleri mobilize etme fırsatı olarak gördükleri için böyle süreçlere müdahil olurlar.
Reformlar bir bir geri sarılmaya başladığında da “o günden bunları görmek lazımdı” diye düşünmezler, sistemin sınırlarını ve ikiyüzlülüğünü teşhir ederler.
Ve sosyalistler “ne istiyoruz, nasıl alırız?” diye sorarlar, “bunu yaparsak birilerinin maşası olur muyuz?” diye değil.
Kullanışlı aptallar?
AKP’nin 2010 referandumu ile gerçekleştirdiği reformları içtenlikle yaptığına, özü gereği dahasını da yapmaya devam edeceğine canı gönülden inanan insanlar var mıydı? Elbette. Bu insanların bazısı bu beklentiyle AKP’nin kimi suçlarını yumuşatmaya çalışmış mıdır? Tabii. Etkili olmuşlar mıdır? Kısmen, herhalde.
Ama yanılgıya düşmeyelim, itham edilen “AKP’nin suçlarını örtbas edenler, AKP’nin ilerici bir güç olduğuna inanan aklı evveller” değil, Yetmez ama Evet’çiler, yani o dönülmez akşamda o malum gaflete ortak olanlar işaret ediliyor.
Peki, AKP bunca senedir dilediği gibi at koşturabilmesini saftirik liberallere ve demokrat görünümlü apolojistlere mi borçlu?
Hayır.
AKP her iktidar gibi çevresinde kendine güzel bir kozmetik görüntü sağlayacak aydın ve uzman takımına ihtiyaç duydu, duyuyor. Ama Erdoğan da AKP de, esas olarak suçlarını gizleyerek değil karşı tarafın kendinden daha suçlu olduğunu anlatmasını sağlayan laik-dindar yarılmasını kullanarak yönetti bu güne kadar. Gerek çözüm sürecinde, gerek Gezi’de, gerek yolsuzluklarda, gerekse darbede emekçilerin bu yarılmayı aşarak birleşip AKP’yi sıkıştırma potansiyeline ot tıkama gücünü Erdoğan’ın eline verenler ise sürekli kaşla göz arasında bir delikten fırlayıp “pişman mısınız?” diyenlerin temsil ettiği siyasi eğilimdir.
Tarihi, mücadelelerin şekillendirdiği bir süreç olarak değil bozulması gereken bir komplo olarak okuyanlar kendilerini de başkalarını da bir komplonun figüranı olarak görürler; tarihin öznesi olmak istiyorsak bu eğilimle mesafemizi devamlı kontrol etmeliyiz.
Deniz Güngören