Hamaset, yönetme yeteneğini kaybeden iktidar ittifakının dört elle sarıldığı bir “yönetme” taktiği. İktidar, Avrupa Birliği’nden yangınla mücadelede destek isterken, Avrupa ülkelerinden destek almak için kampanya yapan sivil girişimleri, “Türkiye’yi acziyet içinde gösterme” girişiminin parçası olmakla suçladı. Üstelik bu girişimler hakkında tehlikeli imalarda bulunarak.
İlk yazıda, azınlık olan ama çoğunlukmuş gibi davranan iktidarın sellerle ve yangın felaketiyle uğraşma kapasitesinin olmadığının altını çizmeye çalışmış ve rejimin karakterinin bürokrasiyi felç ettiğine değinmiştim.
Yine de “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya!” İktidar açısından sel, yangın, deprem, kuraklık, sıcak hava dalgaları gibi felaketlerle baş edememek bir kural haline gelmişken; ekonomik kriz, 128 milyar doların akıbeti, eğitimde müfredatın kaderi, yargıda tüm düzeyler arasında yaşanan kargaşa gibi hemen her konuda derin bir kriz, istikrarsızlık ve çıkışsızlık kural olmuşken; tek bir alan var ki, istikrarlı bir şekilde gelişiyor: İnşaat!
Temel atalım, beton yapalım, satalım!
Akıl almaz inşaat tarzıyla Türkiye’nin tüm kentlerinin tarihi dokusunu allak bullak eden TOKİ yangın birçok ilçeyi ve şehri esir almışken şöyle bir tweet attı.
Bu sosyal medya mesajı, “Yangının etkilerini silmek için seferber olduk. Yöresel mimariye uygun yapacağımız köy evlerinin projelerini hazırladık. Köy evlerimizin; ahırı, deposu ve bahçesi olacak.
1 yıl içerisinde evlerimizi tamamlayarak vatandaşlarımızı yeni yuvalarına kavuşturacağız” gibi laflarla halka proje satmaya çalışıyordu. İnanılmaz. Daha yangınlar başlayalı bir kaç gün olmuşken ve yine insanlar yangınla mücadeleye seferber olmuşken, devletin inşaat kuruluşu, soğukkanlı bir şekilde ev pazarlamaya çalışıyor!
Bir başka gelişme ise ormanlık alanlara tesis, yani inşaat yapılmasıyla ilgili bakan Ekrem Pakdemirli’nin söyledikleriydi. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, yanan ormanlık alanların imara açılıp açılmayacağı tartışmalarına değinerek, "Anayasa'nın 169'uncu maddesi, 'orman alanları daraltılamaz, imara konu edilemez.' Bunlarla ilgili istisnalar vardır. İstisnalar devlet kurumlarınadır. Turizmle ilgili istisnalar vardır. Turizmle ilgili bir tesis yapılacaksa Özal'dan beri bunun şekil ve şartları bellidir. Ormanların yakılmasına ihtiyaç yoktur" dedi.
Burada, neoliberal doğa katliamının başlangıç figürlerinden Özal’a bir selam duruluyor ve bu mirasın iktidarların canı çektiği gibi sürdürüldüğü ifade ediliyor.
Fakat felaketten inşaat devşirme konusunda TOKİ mesajlarından ve Tarım ve Orman Bakanı’nın açıklamalarından daha vahim olanı, Cumhurbaşkanlığının, yine yangın insanları ve tüm canlıları canından bezdirmişken, orman alanlarındaki yapılaşma tasarrufunu Orman Bakanlığından alıp Turizm Bakanlığına devreden kanunu gündeme getirmesi. Mecliste bazı şanlı muhalif vekillerinin de desteklediği ya da hiç beklenmedik bir şekilde bazı muhalefet partisi vekillerinin bir kısmının oylamasına bile katılmadığı Turizmi Teşvik Kanunu Değişikliği ile daha çok orman alanı, köy ve Belediye tüzel kişiliklerine ait meralar turizm yatırımcılarına devredilecek. Kıyı ilçeleri ve Milli Parklarda uygun görülen yerler turizm yatırımcılarına verilecek, kısacası Anayasa ve yasalarla kamuya ait olan ve korunması gereken alanlar, kıyı ilçeleri, devletin hüküm ve tasarrufundaki tescil harici her türlü alan turizm yatırımcısına peşkeş çekilecek.”
TOKİist bir çizgi!
Yıllar içinde iklim krizinin şiddetine bağlı olarak şiddetini, yaygınlığını ve süresini artıran yangınlara karşı tedbir alınacağına, bir günde orman kanunda değişiklik yapıp, yine bir günde TOKİ’nin yangın bölgelerinde yapacağı evleri projelendirmek, iktidarın zihin dünyası hakkında yeteri kadar ipucu veriyor. Bugünlerde yandaş olmayan gazetelere, televizyonlara ya da internet televizyonlarına röportaj veren yangın uzmanları çok net görüşlere sahipler. Örneğin, yangın Risk Uzmanı Cemal Kozakçı, yangın anında kriz yönetiminin nasıl olması gerektiği konusunda basit gerçekleri tek tek sıraladı. Kozakçı, “Havanın rutubeti yüzde 20'nin altına düştüğünde alarm durumuna geçilmeliydi” dedi ve 3 uçakla bu kadar büyük bir yangınla karşı karşıya kalınmasını eleştirdi.
İktidar, nem oranı yüzde 20’nin altına düşünce alarm zilleri çalacak kabiliyete sahip değil, ama yangın sırasında ormanlık alanları ranta açacak vizyona sahip! Haber gereği şirket gelişimlerini, sicillerini yakından izleyen gazeteci Bahadır Özgür, bir görselle birlikte şöyle bir sosyal medya mesajı yolladı: “Burası Bodrum Pina yarımadasındaki Halep çamı ormanıydı. 2007'de yandı. ‘Çivi çakılmayacak’ denildi. Sonrası şöyle: *2012'de La Blanche Island, *2016’da Titanic Deluxe Bodrum, *2018'de Lujo Bodrum kuruldu. Şimdi 80 hektar daha yandı. İki lüks otele daha yer açıldı yani...”
Yangın, sadece iktidarın betona düşkünlüğünü iyice görünür kılmadı, betona düşkünlüğün derecesi öyle ki yapanın utanma duygusunu kaybettirdiğini gösteren ve insanları öfkelendiren açıklamalar arka arkaya geldi. Birisi, inşaat sevdasının şiddetiyle acımasızlığın ve en temel insani değerlerin nasıl yok olduğunu gösteren Antalya'nın Gündoğmuş ilçesi Belediye Başkanı Mehmet Özeren’in açıklamaları. Özeren’in, “Evleri kullanılamaz hale gelen vatandaşlarımız için TOKİ tarafından 20 yıl ödemeli ev yapılacak. Bunu söylemek belki doğru değil ama çok eski evi olanlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecek” açıklaması, içinden geçtiğimiz bu dönemi özetleyecek bir yorum. Hem devletin tedbirleri yetersiz olduğu için evlerimiz yanacak, devlet zamanında müdahale edemeyecek, hem yanan evlerimizin yerine TOKİ ev yapacak ve 20 yıl boyunca bu evlerin parasını ödeyeceğiz, hem de bu sırada aynı bölgede evi yanmamış olanlarımız varsa, TOKİ evlerini görüp, “Ah keşke benim de evim yansa” diyeceğiz!
İnanılmaz değil mi? Malını satmak isteyen tipik bir tüccarın içten pazarlıkçılığı. Evleri yanmış, hayatı kararmış insanlara yapılan teklife bakınca, bu dönemin neden büyük bir halk öfkesiyle el ele gittiği daha net görülebilir. Sosyal medyada, “TOKİ öyle güzel mezarlar yapacak ki keşke ben de ölseydim diyeceksiniz” yanıtını verenlerin, az bile söylediği ortada. Yaptıklarının nasıl bir kötülük seviyesine tekabül ettiğini umursamıyorlar ve hemen hiçbir sorunla baş edememelerinin temel nedeni de bu.
AKP’den yetki hatırlatması!
THK yetkilileri son açıklamalarında yangın söndürme çalışmalarında kullanılamayan 7 THK uçağının bakımı için 4-5 milyon dolar gerektiğini ifade ettiler. İktidarın aşırı merkezileşmesi, sadece bir kaç şirketin vergi borçlarının affedilmesi kadar bir meblağla çözülecek bir sorunun kronikleşmesine neden oluyor. Bunun bedelini, afetlerin şiddetini artıran bu siyasal “mimari” altında imha olan tüm canlı yaşamı ödüyor.
Felaketin ortasında insanların öfke nöbeti geçirmesiyle yetinmeyen yetkililer, yandaşlar ve bazı kurum temsilcileri arka arkaya açıklamalara devam ediyorlar. Devlet, bizzat Avrupa Birliği ülkelerinden yangın söndürme uçağı desteği istemişken, can havliyle yangınla mücadelede uluslararası yardım isteyenler, kökü dışarda ve Türkiye’yi acz içinde göstermekle itham edilmiyorlar sadece, devletin çağrısıyla başka ülkelerden uçak ve insani yardım gelirken bir grup sanatçı, utanmadan, “ormansız yaşarım ama onurum olmadan yaşayamam” gibi saçmalıklara imza atıyor. Milliyetçilik zehrini bolca şırıngalamaktan, dünyayı görme, algılama ve kavrama yeteneği olmayan bu türden insanlar, felaketler karşısında halkların, farklı devletlerin dayanışmasındaki zarafetini silikleştirmeye çalışıyorlar. Devlete yaranma çabasını ise onur gibi kavramlarla sulandırıyorlar. Onurlu olmak, doğayı felaketlere açan ve felaketler karşısında hiçbir hazırlığı olmadan sadece inşaat ve rant düşünenlerden siyasal olarak hesap sormayı gerektirir.
Her şeyi seçim kazanmaya endeksleyenler, yangın görüntülerini yayınlayan TV kanallarını ceza vermekle tehdit eden RTÜK gibi kurumlar, toplumun derinlerinde uzun bir süredir mayalanmakta olan kızgınlığa körükle gidiyorlar.
Erdoğan’ın, Manavgat ilçesinde çıkan yangında hemen hemen yok olan Kalemler Köyü’nü ziyareti sırasında yaşananlar ve burada konuşulanlar çok özel bir öneme sahip. Köy muhtarı Mustafa Cansız Erdoğan’ın kendilerine ne söylediğini şöyle anlatıyor: “Mesela 500 bin liralık masraf varsa, onun 300 bin lirasını biz karşılayacağız. 200 bin lirasını da kredi olarak 2 yıl ödeme yapmadan, 2 yıldan sonra 500-500 kira öder gibi ödeyeceksiniz.” Türk usulü başkanlık rejiminde piramidin en tepesindeki siyasi, yangında tüm hayatları zehir olmuş insanlara, nasıl krediyle borç verileceğini ve bu borcun nasıl taksitlendirileceğini anlatıyor!
Bu konuda, her bir gelişme, iktidarın her bir adımı, en az yangın kadar hızlı bir şekilde öfkeyi de kabartıyor. Bu sıradan bir öfke değil, yangında kaybedilenlerle birlikte kaybolmayı göze alacak kadar derin bir öfke. Kaybolmayı biz sıradan insanlar için sıradan bir iş haline getiren bir öfke kabarması, yaşanan.
AKP’liler, iktidar çevresi, iktidarın çıkarları dışında hiçbir şey düşünemeyenler, her bir açıklamalarıyla, her bir tutumlarıyla, zaman zaman gündemi değiştirmek, zaman zaman da gündemi, dünyadan yardım isteyenleri kökü dışarıda olmakla itham eden açıklamalarda olduğu gibi çarpıtmak için kamuoyu önüne her çıktıklarında öfkenin düzeyini artırıyorlar.
Örneğin, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli; yangınların boyutlanması karşısındaki iktidar vurdumduymazlığını meşrulaştırmak ve öte yandan yangınların yaşandığı bölgelerde yerel yönetimler, AKP dışındaki muhalefet partilerinde olduğu için, şöyle bir açıklama yaptı: “Benim son 5 günlük bilançoda gördüğüm, orman teşkilatı yerleşim yerlerini korumaktan, birinci derecede aslında sorumluluk belediyelerdedir, ormanların yanmasına müsaade etmek zorunda kaldı."
Muhalefet partilerinin kazandığı belediyeleri her türden devlet koordinasyonundan çıkartan bir iktidarın bakanı olduğunu düşünürsek, buradaki çarpıtmanın da bilinçli olduğunu görürüz. Çünkü birincisi, orman yangınlarıyla mücadelede ilk sorumlu Orman Bakanlığıdır. İkincisi, devletin merkezi olarak yangınlarla mücadeleye kaynak ayırmadığını düşünürsek, belediyeler yine de başarıyla direnmeye çalışıyorlar. Üçüncüsü, AKP’lilerin aklına gelen bu yetki hiyerarşisini, halk ekmeğinden hatırlıyoruz. İstanbul’da CHP’li Büyükşehir belediyesi ucuza ekmek satan büfeleri açtığında Ümraniye ve Üsküdar’da AKP’li zabıtalar büfelerin açılmasını engellemişti. Bir başka örnek de İstanbul’da devletin deprem karşıtı koordinasyon toplantısına Büyükşehir Belediye Başkanı’nın davet edilmemesiydi.
Şimdi, birdenbire belediyelerin kıymete binmesinin nedeni, iktidarın felaketin her geçen saniye korkunç bir şekilde kabaran faturasını başkalarına yıkmak istemesi.
Oysa, yangınların ilk anından itibaren, her şey ama her şey halkın gözleri önünde yaşanıyor. Bu dev ekosistem krizinin faturası, mutlaka ama mutlaka krizin sorumlularına çıkacak. Bundan kimsenin kaçma şansı olmayacak.
Afet değil sistematik katliam
Son felaket ve iktidar cenahının sözcülerinin iler tutar hiçbir yanı olmayan (en gerçekçi iki açıklamanın Dışişleri ve İçişleri bakanlarından geldiğini düşünürsek) müdahalelerinin öfkeyi yangın kadar hızlı ve yaygın bir şekilde artırması, insanların aklına, “işin içinde bir iş mi var?” sorusunu getiriyor. Bir başka sorun ise iktidarın beceriksiz olduğu iddiası. Kuşkusuz bir beceriksizlik söz konusu ama sorun beceriksizlikte yatmıyor, beceriksizliğin arkasında, onu da tetikleyen bir başka, daha temel bir sorun var.
Bu sorunun bir adı var: Bu bir ‘sınıfsal tercih sorunu.’ İktidar, sınıfsal bir tercih yapıyor ve bu açıdan yıllara dayanan, yıllar içinde kök salan, Türk usulü başkanlık rejimine geçişle birlikte gizlenemez olan bir davranış kalıbı.
Bu davranış kalıbı, her türden felaketi, önlenemez bir katliama çeviriyor.
Covid-19 salgını böyle. Salgın, küresel düzeyde bir sınıf karakteri kazanırken, Türkiye, hem salgının idaresinde hem aşılanmanın gecikmesi açısından hem de salgının yükünün yoksullara yıkılmasında berbat bir miras inşa etti. DİSK’in 2 Ağustos’ta kamuoyuyla paylaştığı “Dünyada ve Türkiye’de Covid-19’un Sosyal ve Ekonomik Etkileri İçin Ayrılan Kaynaklar (2)” başlıklı raporunda yer alan veriler Türkiye’nin Covid-19 ile mücadeleye oldukça sınırlı kaynak ayıran ülkelerden birisi olduğunu gösteriyor. Türkiye, Covid-19 ile mücadele kapsamında ek harcama ve dolaylı gelir desteği olarak GSYH’nin sadece yüzde 2,7’si kadar nakit destek ayırdı. Bu oran ABD’de yüzde 25,4, Yunanistan’da 21,1 ve Yeni Zelanda’da 19,3.
Üstelik Türkiye bu yardımların ezici çoğunluğunu İşsizlik Fonu üzerinden yapıyor, yani işçilerden kesilen paralar, devletin salgın sırasında yaptığı yardımlar adı altında aktarılıyor. Oysa işçiler doğrudan kendi paralarını kullanıyor. Bu arada tüm pandemi süresince, iktidarın başta bazı inşaat şirketleri olmak üzere sermayeye doğrudan kaynak aktarması gibi gerçekler de kenarda duruyor. Tıpkı salgınla mücadele için halktan IBAN hesabına para yatırmasını isteyen tek ülke olması gerçeğinin kenarda durması gibi.
Bu yüzden, karşımızda beceriksiz olduğu için krizleri idare edemeyen bir iktidar değil, sınıfsal tercihi, alışkanlıkları öyle olduğu, canı böyle istediği için afetlere teğet geçen bir iktidarla karşı karşıyayız. Bunu açıklayan en iyi örnek, Erdoğan’ın, 31 Aralık 2018’de, partisinin il başkanları toplantısında, “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı. Şimdi grevler yok. Grev olmuyorsa işçinin hakkını veriyorsun, hukukunu gözetiyorsun demektir” demişti. Ondan önce 12 Temmuz 2017'de sermaye gruplarına seslenirken, olağanüstü hal uygulamasının patronların rahatça faaliyet sürdürmesi için önemli olduğunu vurgulayarak, "Biz göreve geldiğimizde Türkiye'de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifade ederek anında müdahale ediyoruz" demişti.
Türk usulü ve neoliberal başkanlık rejiminin ekosistemle savaşı
Bu, nasıl bir sınıfsal tercihle karşı karşıya olduğumuzu gösteren net bir örnek. Grev konusuna yaklaşımın yangınlar sırasında yaşanan vurdumduymazlıkla benzerliği, afetleri katlanılmaz hale getirenin bizzat siyasal yapı olduğunu da gösteriyor. Bu yüzden, yangınla mücadelede koordinasyonsuzluk, dağınıklık, karar alma konusunda gösterilen acizlik, örneğin Yunanistan’ın yangının başında yaptığı yardım teklifinin kabul edilmemesi, bu neoliberal sağ siyasal mimarinin kaçınılmaz sonuçları.
Daha önceki bir yazıda, bu mimarinin bir alışkanlık yaratması konusunu açmaya çalışmıştım. Bu alışkanlıkların oluşum sürecini şöyle özetleyebiliriz: 1. AKP çok uzun bir süredir, artık bir dava partisi değil, 2. Tersine, Türkiye’de ekonomik kaynakları nasıl paylaştıracağı konusunda siyasal karar alan asli merkez, 3. AKP büyüyüp merkeze çöreklendikçe, çıkar odakları da AKP’de daha sağlam konumlar etme peşine düştüler, 4. 15 Temmuz girişimi sonrası devlet iktidarının tek bir kişinin elinde toplanması, partinin ileri kadrolarının bütününe yanaşmanın hiçbir anlam taşımadığı yeni bir iklim yarattı, 5. Ekonomik büyümenin sonuna gelindiği ve sert bir kaynak krizinin yaşandığı koşullarda, davadan geriye kalan, “dava” diye sürekli yüksek sesle bağırmak ve içeride ve dışarıda sürekli düşman aramak anlamına gelen, gerçekçi hiçbir temeli olmayan bir beka kaygısı anlatısı oldu, 6. Türk usulü başkanlık rejimiyle liderlik merkezi bu konuda açıklama yapana kadar bürokrasi paralize oluyor ve yetki devri ve kurumların sürekli yapboz tahtasıyla oynar gibi birleştirilip bölünmesi her hangi bir koordinasyonu imkânsız kılıyor, 7. Bu, bürokrasinin her kademesinde benzer bir kilitlenmeyi yaratıyor. Anlık kararlar genel stratejinin yerine, bir partinin seçim propagandasının ihtiyaçları devletin genel işleyişinin yerine geçirilebiliyor, 8. Bu gelişme, bağımsız bir denetim yapısını ortadan kaldırdığı ve siyasetin odağındaki bir ya da birkaç figür karar verene kadar cezalandırma hemen hemen mümkün olmadığı için kuralsızlığı ‘özendiriyor’, 9. devlet kaynaklarının daralması, sermaye gruplarıyla kaynakların dağıtımı fonksiyonunu üstlenen Türk usulü başkan arasındaki ilişkiyi bir alışkanlık ve giderek bir zorunluluk haline getiriyor, 10. Ekonomik kriz şiddetlendikçe, karar alma mekanizmaları tümüyle tasfiye edildiği, AKP’nin liderinin kamuoyu yoklaması aracına indirgendiği koşullarda, inşaat, madencilik gibi alanlar ilk elden kaynak aktarımı ve geçici de olsa ekonomik canlılık için tek çıkış yolu olarak görülüyor, 11. 15 Temmuz darbesine karşı bir devlet refleksi olarak kurulan, kamuoyunun ayrıntılarını asla öğrenemediği iktidar koalisyonu, tüm bu gelişmeleri ne engelleyebilecek ne de soğurabilecek bir kapasiteye sahip.
Yangın felaketinden önce, çoktandır, iktidar ittifakı, çözülen-çürüyen bir mecburlar koalisyonu halindeydi. Şimdi, sayısı 150’ye yaklaşan yangınlar karşısında milliyetçi bir hamaset dışında hiçbir somut yanıt üretemeyen ve ekolojik bir felakete dönüşen bir siyasi iltihap haline gelmiş durumda.
Tüm bu dağınıklık içinde bir gazetecinin de altını çizdiği gibi asla giremedikleri bir seçim yarışını başlatmış, her gelişmeyi varlık yokluk meselesi haline getirdikleri seçimleri kazanmaya endekslemiş, yangına da böyle baktığı için, yangın söndürme uçaklarının neden çalıştırılmadığı sorusuna yanıt vermek yerine, paralize olmuş bir şekilde seçim propagandası yapmaya başlamış vaziyetteler.
Türk usulü neoliberal umursamazlık, bir beceriksizlik değil, Türkiye tarihinin en vahim yangınını bir seçim sürecinin sahası olarak görmenin sonucunda, Erdoğan’ın gazetecilere yanıt verirken, "Yangın olur da ormanda canlılar yanmaz mı? Hemen tedbirlerimizi aldık. 'Bütün bu canlıların defnini yapın' dedik. Canlıların sahiplerine bu canlılar kadar ödeme yapacağız. Büyükbaşsa büyük baş, koyun, beyaz et hepsinin ödemelerini yapacağız" diyebilmesinin nedeni budur. İnsanlar koyunları, inekleri, tavşanları, tavukları, köpekleri, kedileri kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atıyorlarken, sorunu ölen hayvan başına verilecek paraya indirgemek ve canlılara beyaz et diye seslenmek, bu özetlemeye çalıştığım çerçevenin bir sonucu.
Seçim telaşı içindeki iktidarın siyasal ufku, neoliberal alışkanlıkları, ekosistemi bir rant alanı ve kaynak dağıtımı için hazır bir kullan-at alanı olarak görmesi ve sınıfsal tercihleri, iklim krizinin tetiklediği yangını büyük bir felaket haline getirdi, getiriyor. Bu satırlar yazılırken, yangın termik santrale sıçramak üzereydi, Milas’ta termik santral civarından patlama sesleri geliyordu.
Tartışma başlıkları çoğaldığı için, bu yazıda yapmaya çalışacağım tartışmayı bir sonraki yazıda yapmayı deneyeceğim. Artık elle tutulur hale gelen toplumsal öfkeye, bu öfkeyle bu ana muhalefetin sağcılığı arasındaki mesafeye ve ekosistemi korumak için verilen mücadelenin ırkçılık ve göçmen düşmanlığıyla da bir hesaplaşmayı içermek zorunda olduğuna değinmeye çalışacağım.
Şenol Karakaş