“Doğrusunu isterseniz, dünyayı hiç de siyah-beyaz görüyor falan değilim. Siyah-beyaz gördüğüm tek mesele iklim krizi.”
Yönetmenliğini Nathan Grossman’ın yaptığı, iklim aktivisti Greta Thunberg’in dünyayı yerinden oynatan girişimini konu alan ve bilhassa da bu gencecik insanın taşımak zorunda bırakıldığı yüke tanıklık etmemizi hedefleyen “I am Greta” isimli belgeseli izlerken gözlerim yaşlı, yüreğim buruktu belki ama umudum da boldu.
Gerçekliği, bir türlü kuramadığımız hakiki bağların yerine ikame edilen sahte ihtiyaçlara indirgediğimiz, baskıcı ve otoriter rejimlerin bizi yıkıma sürüklediği bir dünyada ara sıra da olsa otoriteye böylesi kafa tutabilen “aykırı” bireyler de çıkmıyor değil neyse ki. Aslında sayıları hiç de az sayılmaz, hatta son yıllarda katlanarak arttığı da ortada. Bir tanesi bile ordulara bedel olan bu insanlar tarihin gidişatını değiştirme gücüne de sahip.
Yakıcı sıcaklar, eriyen buzullar, yükselmekte olan denizler, kasırgalar, asitlenen okyanuslar, yoksul tarım toplumlarını yerlerinden eden sel felaketleri ve bunlarla eşzamanlı yaşanan kuraklık krizi, türlerin yok oluşu, toprağın aşınması, gıdaya erişimin giderek zorlaşması, kimyasal kirlenme, çölleşme, aşırı yoksulluk ve dahası ile var gücümüzle mücadele etmeye zorlanıyorduk ki 15 yaşında biri çıkıp tüm dünyayı yakasından yakaladı ve aklımızı başımıza getirene kadar silkeledi. Şaşılacak şey, ama gerçekten birkaç gün boyunca sessizce oturması yetmişti; küresel acil durum zilleri çalmaya başladı.
Vicdanlı, tutkulu, adalet duygusu gelişmiş, diğerkâm, kararlı, hatta çokça da inatçı ama tam olarak da bu nedenle kitleleri harekete geçirmeyi başaran, cesur, açık sözlü, bilgiye hâkim, insancıl bir lider Thunberg. Öncü yerine lider demeyi tercih ettim çünkü bir liderde bulunması gereken tüm vasıflara sahip. Hatta COP25 İklim Zirvesi’nde “Bu ne cüret?!” diyerek kafa tuttuğu tüm diğer liderlerden çok daha vasıflı.
Vicdan, birbirinden tamamen farklı iki olguyu birden ifade ediyor aslında. İlki, Erich Fromm’un ‘otoriter vicdan’ dediği, adından da anlaşılabileceği üzere, kızdırmaktan imtina ettiğimiz akıldışı bir otoritenin – akıldışı, çünkü köle-efendi ilişkisiyle şekillenmiş güç dengelerine ve telkine dayanıyor - bireyde içselleştirilmiş ses olarak kabul gördüğü bir itaat türü. Freud’un ‘süper ego’ dediği şeye karşılık geliyor bu; korkuyla kabullenilen “baba yasalarına” uyum. Onun kendi vicdanımız olduğuna inanıyorken aslında gücün ilkelerini sineye çekmiş bulunuyoruz. İkincisi ise dış yaptırım ya da ödüllerden bağımsız çalışan, yaşam için neyin gerektiğini fısıldayan, neyin yıkıcı olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde bilmemizi sağlayan bir çağrı niteliğinde. İşte bu sese kulak vermek cesaret gerektiriyor; doğrudan sapmama, daha fazla konfor uğruna bir otoritenin bizi “kabul edilebilir” seviyede sömürmesine izin vermeme cesareti. İtaatsizlik etme cesareti.
Tarihin büyük bölümünde yaşamın tüm güzelliklerini kendisi için isteyen az sayıda seçkinlerden oluşan bir grup, kendisinden geriye kalan kırıntıların sunulduğu çoğunluğa hükmetmek istedi. Günümüzde bu alışılagelmiş düzenin sırf alışılagelmiş olduğu için devam etmesi gerekmediğini görenlerin sayısı çığ gibi arttıkça, böylesi bir hakimiyeti sürdürebilmenin tek yolunun çoğunluğun itaati olduğunu bilenlerin panikle bir oraya bir buraya saldırdıklarına, gün geçtikçe daha da yıkıcı olabildiklerine tanıklık ediyoruz. Deyim yerindeyse, artık gözleri hiçbir şeyi görmüyor.
Kapitalizm, sermayeyi yani nesneleri yaşamdan üstün tutarken bu irrasyonel yönelimi ancak ve ancak kendisiyle iş birliği yapacak çok sayıda insanla devam ettirebileceği için, ikinci türden vicdana sahip özgür ruhlara tahammülü yok. Nesnelere tapmıyor, “rekabet” yerine “dayanışma” diyorlar. Otoriteyi sorguluyor, gerçeğin peşine düşüyorlar. Akılcı düşünceye karşı körleşmemişler ve yaşama saygı duyuyorlar. En önemlisi de KORKMUYORLAR! Tek bir bireyden yükselen cılız bir seste bile tüm insanlığın, insanın insanla ve doğayla, barış ve uyum içinde kalmasını talep eden haykırışı duyuluyor.
Koca koca dünya liderlerinin karşısında dimdik durup korkusuzca “Sivil itaatsizlik zamanı! İsyan zamanı!” diye haykıran Thunberg, olağanüstü fotografik hafızaya sahip Aspergerli bir birey. Asperger geniş bir yelpazeye yayılan bir sendrom. Aspergerli bireylerin ortak özelliklerini genellemek, net bir çerçeve sunmak pek doğru bir girişim olmaz. Bireylerin birinden diğerine değişiklik gösterebiliyor bu sendrom. Fakat hepsinde ortak olan birkaç özellik var; sisin ötesini görebiliyor, yani aldanmıyorlar. Antenleri gerçeğe ayarlı olduğu için insanları okuyabiliyorlar. Çağrıyı duydukları yerde, önlerinde duran o şey her ne ise, ona tutkuyla adanıyorlar ve bu neredeyse her seferinde son derece insani bir şey oluyor.
“Bazen, karmaşanın ötesini görmenin yalnızca biz Aspergerliler ve otizmlilere özgü olduğunu düşünüyorum” diyor belgeselin başlarında Thunberg; “İklim krizine dikkat çekmek için protesto ediyorum, çünkü bundan daha önemli ne olabilir ki? Gelecekteki nesillerin, şu anda yapmakta olduğumuz şeyi [gezegenin ve yaşamın canına okunuyor olmasını kastediyor] değiştirme şansı kalmayacak. Ama kimse bir şey yapmıyor. Hiçbir şey değişmiyor. Fakat bu başarılmak zorunda. Öyleyse ben yaparım.”
Greta’nın, başlattığı hareketi konu alan bu belgesel için BBC ekibine onay verdiği haberi üzerine kaleme aldığım yazımda dile getirmiştim; Her şey yolundaymış gibi davranmaya devam ettiğimiz için gelecekleri çalınan bu gençlerin Joker maskelerini takıp öfkeyle dünyayı ateşe vermeye hakları vardı. Ama çok daha zekice bir tutumla “Yaşamak istiyoruz” dediler; dünyayı değiştirmemiz gerek artık, siz beceremiyorsanız biz yaparız!
20 Ağustos 2018’de, elinde “Skolstrejk för klimatet” (iklim için okul grevi) yazan bir pankartla İsveç parlamentosunun önüne gidip tek başına oturdu. Yanına yaklaşıp “Neden buradasın? Gerçek değişimi okula giderek yaratabilirsin” diyenlere “O kadar vaktimiz yok” yanıtını veriyordu. Haklıydı… O günlerde henüz, kısa süre sonra milyonlarca insanın kendisine katılacağından habersizdi. Altı gün sonra başka öğrenciler de oturdu yanına ve sadece bir ay sonra, yani Eylül 2018’de kitlesel okul grevleri başladı. Parlamento binasının karşısında bağdaş kurduğu o ilk günün üzerinden sadece üç ay geçmişti ki 24 ülkede 17 bin öğrencinin katıldığı İklim İçin Okul Grevlerine şahit oldu tüm dünya. Şubat 2019’da grevler 30’dan fazla ülkeye yayıldı, bir ay sonra dünya genelinde 2 milyon öğrencinin katılımıyla muazzam bir küresel eyleme ve 20 Eylül’ü takip eden haftada 169 ülkede, 6100 noktada, 73 sendika, 820 sivil toplum örgütünün destek verdiği, 7 milyon kişinin katıldığı benzersiz bir harekete dönüştü.
Küresel iklim grevleri, umutları tazeleyen olağanüstü bir mücadelenin yükseldiğini gösterdi.
Bunu, okuldaki eğitimine sadık kalarak başarabilir miydi?
Bir iklim OHAL’i yaşanıyor
Ekim 2018’de Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli bir rapor sundu: 1,5 Derece Raporu.
Bu rapor, ekolojik felaketlerin önlenebilmesi için, küresel ortalama sıcaklık artışını 1,5C’de sınırlandırmamız gerektiğini ve bunu başarabilmek için yalnızca 12 yılımız kaldığını gösterdi. Artık 12 yılımız da yok. Zaman çerçevesi giderek daralıyor. Yalnızca 9 yılımız kaldı bunu başarabilmek için.
IPCC Raporları, fosil yakıtların kullanımına hemen son vermeliyiz, diyordu özetle. Fakat yapmıyoruz. Çünkü kapitalist üretim modeli dediğimiz şey tam olarak fosil yakıt endüstrisi üzerinde yükseliyor. Dolayısıyla bu krizi kapitalizmde çözemeyeceğimiz ortada.
1,5C’lik hedefte ısrar ediyoruz. Çünkü, 1,5 dereceyi aşarsak ekosistemler geri dönülemez şekilde yıkıma uğrar, ısınma artar, 1,5C’lik hedef tutturulsa bile yaz aylarında 3C’lik ısınmaya hazır olması gereken orta kuşak enlemlerde yaşam kökten değişime uğrar, ekvatora uzak enlemlerdeyse etkisi kış aylarında 4,5C’yi bulabilir. Isınmanın etkisi kutuplara yaklaşıldıkça arttığı için, sürecin hızlanmaya devam edeceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.
2C’yi görürsek, bu 3,5C’lik bir ısınmaya yol açar. İşte bunun sebebi, az önce bahsettiğim o hızlanma. Isınan okyanuslar daha az CO2 absorbe eder, atmosfere karışan CO2 miktarı artar. Yani ısınma artar ve hızlanır. Isınmadan en çok etkilenen yerlerin başında yağmur ormanları geliyor. 2C’de Amazonların yüzde 40’ı ölür, bu durum toprağın karbon tutma oranını düşürür ve atmosfere karışan karbon yoğunluğu ikiye katlanır. Isınma daha da artar... Isınan toprakta bitki örtüsünün de ölmesiyle, hiç hesaba katılmayan yeni bir karbon salım mekanizması oluşur; çürüyen bitki örtüsü. Çürüme, fazladan karbon salımı demek. Isınma biraz daha artar... Ve artık öyle hızlanmıştır ki 3C’den kaçış da mümkün olmaz. 3C’lik ısınma, bitkilerin CO2’yi absorbe edememeye başladıkları sınır. Sırf bu nedenle 3’ün yanına hemen bir 0,5C daha eklemek zorunda kalırız. Şimdi 3,5C’nin içindeyiz... Kasırga ve tayfunlar öylesine yıkıcı etkiye sahip ve öyle sık yaşanıyorlar ki kıyı bölgelerini terk etmek zorunda kalıyoruz. Dağlardaki karlar da eriyip gidiyor. Bu, nehirlerin de kurumaya başlaması demek. Tuzlu deniz suyu karaları ele geçirmeye başladığı için yeraltı suları da zehirlenmeye başladı. Ve tüm bunlar çok hızlı gerçekleşti. Süreç, geri çevrilemeyecek kadar hızlandığı için, kutuplarda buzul bırakmayan, deniz seviyesini metrelerce yükseltecek, okyanus ekosistemlerini çöküş noktasına getirecek olan (yeterince şanslıysak bile sadece 1 milyar insanın hayatta kalabileceği) 4C de kapıyı çalıyor.
Böyle bir dünyada, alışkın olduğumuz türden bir yaşamı sürdüremeyeceğimiz ortadayken “Geleceğimizi çaldınız” diyen gençlere kulak vermek yerine fosil yakıt endüstrisine destek vermeye devam eden dünya liderlerinin boş vaatlerine terk edildik.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) paylaştığı Emisyon Açığı (Emission Gap) ve Üretim Açığı (Production Gap) raporları tüm ülkelerin fosil yakıtlara dayanan planlarını değerlendirdi ve 1,5C hedefiyle örtüşmek şöyle dursun, ısınmayı 1,5C ile sınırlandırmak için aşılmaması gereken fosil yakıt kredilerini %120 aştıklarını ortaya koydu. Diğer bir deyişle; olması gerekenden %120 daha fazla fosil yakıt var!
Mevcut hedef ve taahhütlere güvenirsek, en ılımlı tahminle, yüzyılın sonunu göremeden 3,5C’lik ısınmayı göreceğiz.
UNEP raporları, bu işi fosil yakıtlara veda etmeden başaramayacağımızı söylüyor ama Paris Anlaşması ülkeleri fosil yakıt yatırımları ve sübvansiyonlarına devam ediyorlar. Yani bu krizin asıl sorumluları aklanıp korunuyor, emisyonlar artıyor, ‘üretim açığı’ derinleşiyor.
İklim değişiminin, özünde sınıfsal eşitsizlik meselesi olduğunu gören iklim aktivistlerinin talepleriyse çok açık. İklim adaletini de ekonomik ve sosyal adalet meselesi olarak ele almak gerekir. Bu üçünün birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği gerçeğiyle harekete geçen genç aktivistler, sadece fosil yakıtlara son verilip karbon salımlarının hızla azaltılmasını yeterli bulmayıp, bunun da ötesine geçerek ekonomik ve sosyal anlamda küresel bir dönüşüm talep ediyor.
Okyanusu tekneyle aşmak mı..? Çıldırmış olmalısın!
Greta Thunberg, bu yok oluş krizinin ortasında, mücadeleyi erteleyebileceğimiz bir dakikamız bile kalmadığını fark etti. Ve bunu anladığında iki elin parmaklarıyla gösterilebilen bir yaştaydı henüz.
Ufacık bir çocuğu hazırlıksız yakalayıp duvara yapıştıran bu bilgi önce onu birkaç yıl sürecek majör depresyona sürükledi ama hâlâ çocuk sayılabileceği bir yaştayken ayağa kalkmayı da başardı. Çünkü bunu durdurmak için bir şeyler yapması gerektiğini, aksi halde bir geleceği olamayacağını anlamıştı.
Filmde, tekneyle gerçekleştirdiği için haftalar süren, hani şu çok tartışılan okyanus ötesi seyahatinin yürek burkan ayrıntılarına da tanık oluyoruz. Kabul edelim, hiçbirimiz en ufak bir konfor alanı sunmayan bir teknede, hiç dinmeyen sarsıntılara dayanmak zorunda kalacağımız son derece zorlu koşullarda geçmek istemezdik okyanusu. Ama o, bunu bile göze almak zorunda kaldı çünkü COP25’e katılması gerekiyordu. Madem bu ağır yükü sırtıma aldım, öyleyse bu adımı da atmaktan kaçınamam, dedi ve her zamanki gibi tek başına hazırladığı, kılıç kadar keskin kaleminden dökülen konuşma metinlerinden biriyle koyuldu yola. Bu yolculuk, sesini tüm dünyaya duyurup hareketi büyütme fırsatı sunuyordu. Okyanusu tekneyle aşmak çılgınca bir fikirdi elbette; “Söyledikleriyle çelişen davranışlar sergileyenlerden biri olmak istemiyorum. Sırf daha konforlu olacağını bildiğim için uçakla seyahat etmeyi kabul edemezdim.”
Onun bu girişimini birbirinden vasat argümanlarla küçümseyenleri de şöyle yanıtlıyor; “Tekneyle seyahat etmeye kalkışmak, günümüz dünyasında sürdürülebilir bir yaşamın esasen hiç de mümkün olmadığının ispatıdır.”
Her saniye dalgalar tarafından dövülüp durmakta olan ve her seferinde metrelerce ileri zıpladığı için insanın tahammül sınırlarını katbekat zorlayan bu dayanılmaz yolculuğu ona yükünün ne kadar ağır, yolunun ne kadar uzun olduğunu hatırlatıyor. Evini, annesini, köpeklerini nasıl da özlediğini görüyoruz. Sınırda duruyor… Pes etmenin sınırında. Bunun getireceği konforun, Aspergerli bir bireyin olmazsa olmazları listesinde başı çeken rutinlerine dönüşün, bu yaştaki bir insanın yaşaması gereken türden bir hayatın özlemiyle sırtındaki yükü “ne haliniz varsa görün” diyerek atıp rahatlamanın, çekip gitmenin bir anlık ışıltısı görülüyor gözlerinde. Ve hemen sonra bu hayalin gözlerinde sönüşü…
“Tehlikenin ne kadar büyük olduğunu, bunun ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Fakat bu çok büyük bir sorumluluk… Tüm bunlara katlanmak zorunda kalmak istemiyorum. Bu ağır bir yük…”
Geçenlerde, dünyanın en dayanıklı canlılarından biri olarak ünlenen tardigratların daha önce bilinmeyen yeni bir türünü keşfeden araştırmacılar, bu yenilmez miniğe, Thunberg’den esinlenerek Xerobiotus gretae adını verdiler. Cesareti, dayanıklılığı, direnci ve diğerkâmlığını ne kadar övsek azdır elbette ama unutmayalım, bu yaştaki insanların omuzlarına yüklediğimiz krizlerin sorumluları orada duruyor ve gülüyorlar bizlere. Her yıl milyonlarca aşırı yoksul yarattıkları bir düzende, sahip oldukları muazzam konforu ne pahasına olursa olsun korumaya ve gezegeni, bizleri, kısacası her şeyi bir yok oluş krizine sürüklerken ceplerini doldurmaya devam ediyorlar.
Eşitlik yoksa rekabet vardır. Rekabetin olduğu yerde çatışan çıkarlardan bahsedilebilir ancak. Yani bir kazanan olacaksa birçok kaybeden olmak zorunda. Rekabet yasası, kazanmak için kaybedenlerin omuzlarında yükselmemiz gerektiğini vazediyor ne de olsa: Dünyanın dengesi buna bağlı, oyunu kurallarına göre oynamalısın. Oysa temeli sağlam olmayanın dengede kalması beklenemez. Ve eşitlik yoksa barıştan da söz edilemez.
Artık üretim sistemlerimizi yeniden ele alıp dönüştürmeye mecburuz. İnsanlık bu kararı vermek zorunda olduğu sınır çizgisinde duruyor.
Kimi savunacağız? Fosil yakıt şirketleri ile onları el üstünde tutan siyasi iktidarları mı, yoksa yaşamı mı?
Ve hangisini güvence altına alacağız; kapitalizmi mi, çocuklarımızın geleceğini mi?
Ama umut var… Bunu gördüm. Devletler ya da şirketlerden gelmeyecek bu umut. Bizzat biz insanlardan doğuyor!
Özgür bir dünyanın yönetimi bizde. Beklemek zorunda değiliz! Değişimi hemen şimdi başlatabiliriz. - Greta Thunberg, COP25 konuşması
Tuna Emren