Cezaevindeki arkadaşlarımızla, yoldaşlarımızla tartışmak çok zor. Hele Selahattin Demirtaş gibi, önce “hukuksal numaralarla”, sonra bu numaraların yetersiz kaldığı yerde, doğrudan baskıcı-hukuk dışı taktiklerle uzun bir süredir tutuklu olan bir arkadaşımızla tartışırken çok dikkatli olmak gerekiyor. Ama söz konusu olan Demirtaş. Benim de aralarında olduğum birçok antikapitalistin 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçilmesi için kampanya yaptığımız (“Oyumuz umuda-oyumuz Demirtaş’a kampanyası”) ve milyonlarca insanı etkileme, harekete geçirebilme şansı olan bir sosyalistten söz ediyorsak, tartışma kaçınılmaz oluyor.
Demirtaş cezaevinden yazdığı bir yazıda “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisini dile getirdi ve bu önerinin alt başlıklarını ayrıntılanırdı.
Yazıda tüm muhalif partilerin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’i savunduğunu ama bu konuda bir açılım yapmadığını dile getiren Demirtaş, biraz da “iş başa düştü” mesajı vererek, bu öneriyi şöyle formüle ediyor: “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, adı üstünde, bir yönetim sistemidir ve doğal olarak bu sistem sadece parlamentodan ibaret değildir. Bu tanımlama, kamunun bütün karar alma, uygulama ve denetleme çalışmaları ile toplumun ve bireyin bu çalışmalara katılmasının en demokratik şekilde düzenlenmesini ifade eder.”
Özetle sadece meclis ve hükümetten değil, toplumun aktif katılacağı bir sistemden söz ediliyor: “Bu sistemin meclis (yasama) ayağı kadar yürütme (hükümet), yargı, bürokrasi, medya, sivil toplum, yerel yönetimler ve ekonomik model ayakları da son derece önemlidir. Zaten bu alanların tümü Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'e göre düzenlenmeden yeni bir sistemden söz edilemeyeceği gibi, bu alanların tamamı demokrasiyle buluşturulmadan da sistemin demokratikliğinden söz edilemez.”
Daha sonra yazının bütününde meclisten sivil toplum örgütlerine kadar yaşanması gereken düzenlemeleri başlıklar halinde sunuyor. Buna göre, siyasi partiler, seçim sistemi, medya bağımsızlığı ve özgürlüğü, sivil toplum, yerel yönetimler, TBMM ve hükümet, yargı, ekonomi ve bürokrasi başlıklarında kısaca önerilerini toparlayan Demirtaş, bu gelişmelerin yaşanması için bir anlayış devrimi gerektiğini de vurguluyor:
“Fakat her modelde olduğu gibi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'de de gerçek ve kurumsal bir demokrasinin gelişmesi, öncelikli olarak anlayış devrimine bağlıdır. Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı, hedefi, hırsı ve gündemi olmayan siyasi aktörlerin öncülüğünde ve tüm toplumsal kesimlerin el ele vererek oluşturacakları demokrasi ittifakının gücüyle başarılı olunabilir.”
Yazının bütünü okunup önerilere yakından bakılınca, geçen yıllarda gündemi bir ölçüde meşgul eden “radikal demokrasi” tartışmasında dile getirilen önerilerin, mevcut “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ni aşmak için somut bir biçime kavuşturulması çabası olduğu görülüyor. Öte yandan önerilerin ruhu, HDP’nin son birkaç seçimde içinde olduğu eğilimi de daha anlaşılır kılıyor. (İttifaklar meselesi) Buraya en sonda değinmek üzere, bu “radikal demokrasi” zemininde geliştiği düşünülen önerilerin en temel sorununa değinmeye çalışacağım. Bu öneri, “devrimi” elimizden alıyor. Denilebilir ki, siz devrim yaptınız da Demirtaş mı “yapmayın!” dedi. Bu öneriler, milyonlarca genç aktivisti etkileme potansiyeline sahip.
Aktivistler, bir sosyal devrimi, sosyal devrim için bir hazırlığı değil de mevcut küresel kapitalist üretim ilişkileri ve dünya pazarıyla organik ilişkiler bağlamında şekillenen Türkiye kapitalizmini, radikal demokratik tedbirler zinciriyle dizginlemek gibi, ilk bakışta daha mümkün görünen ve böyle göründüğü ölçüde de daha cazip gelen bir yaklaşımı tartışıyorlar.
Bu değişiklikler için ise bir “anlayış devrimi” gerektiği söyleniyor.
Oysa bize “anlayış devrimi” değil, kitlesel eylemlerin doğrudan bir ürünü olan devrimci bir anlayış, devrim anlayışı gerekiyor. Bunu güzel söz olsun diye söylemiyorum. Gerçekten de bize lazım olan “radikal demokrasi” anlayışına sahip bilinçli siyasi aktörlerin öncülüğünde kurulacak demokrasi ittifakları değil. Ya da ihtiyacımız Demirtaş’ın şu sözlerinde öne çıkan öge değil: “Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı, hedefi, hırsı ve gündemi olmayan siyasi aktörlerin öncülüğünde ve tüm toplumsal kesimlerin el ele vererek oluşturacakları demokrasi ittifakının gücüyle başarılı olunabilir.”
Bu cümleyle biraz zorlayarak da olsa cebelleşince, “siyasi aktörlerin öncülüğünde” tüm toplumsal kesimler var. Galiba “radikal demokrasiyle” bizim aramızdaki ilk büyük ayrım burada. “Halkın demokratik ihtiyaçları dışında hiçbir hırsa sahip olmayan” siyasi aktörlerin değil, bizzat halkın en örgütlü, en mücadeleci, en kolektif kesimi olan işçi sınıfının doğrudan demokrasi mekanizmaları bizim ihtiyacımız olan. Çünkü, öncülük yapan siyasi aktörlerin nasıl hırslara sahip olduğu konusu sübjektif bir meseledir ve bu türden hırsları devre dışına itecek olan, karmaşık devlet makinesinin reforme edilmesini amaçlayan karmaşık bir başka mekanizma değil, işçi sınıfının doğrudan, aşağıdan yukarıya işleyen, kadın erkek işçilerin kendi eyleminin ürünü olan bir devrimci anlayışın sürekliliğinin sağlanmasıdır.
Bu ise demokrasinin değil, bir adım daha geriye çekilip toplumsal sınıfların tartışma ve önerilerin merkezine alınmasını gerektiriyor. Yani tartışılması gereken demokrasinin radikal mi uzlaşmacı mı olacağı değil, hangi sınıfın demokrasisi olacağı.
Üst kattakiler, alt kattakiler
Kuşkusuz bu ne yerel ne de sadece Demirtaş’ın yaptığı bir tartışma. Daha önce de tartışmaya çalıştığım gibi son 20 yılda küresel hareketin her bir evresinde aktivistlerin karşılaştığı ve tartıştığı bir sorun olmaya devam ediyor. Bunu, “mevcut devleti ne yapacağımız sorunu” olarak ele alabiliriz. Sadece Türkiye gibi, sadece tuhaf olarak nitelenebilecek Türk tipi başkanlık rejimi gibi rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde değil, düpedüz demokratik diye bildiğimiz ülkelerde de mücadele eden aktivistlerin özellikle eylemleri yaygınlaştığında ve devletin şiddet uygulayan ve suç işlemeye meyilli yüzüyle karşılaştıklarında sorduğu bir soru bu.
Bu yüzden, Demirtaş’ın yaptığı tartışmayı daha güçlü bir zeminde ele alabilmek için Lenin’in devlet tartışmasına yaptığı katkıya bakmakta fayda var. Zira örneğin bürokraside yaşanan çürümeden çıkış yolu, Demirtaş’ın önerdiği gibi “üst düzey bürokratik atamalarda liyakat dışında hiçbir kritere yer” vermemek ve “bunu sağlayacak düzenlemeler” yapmak mı, yoksa bürokratik aygıtın çözülmesini sağlamak mı tartışması, kitabi, saf teorik değil güncel bir tartışma. Bugünler de, Demirtaş’ın da elinden geldiğince yakından ve heyecanlanarak izlediğinden emin olduğum ABD’de “Siyahların Hayatı Önemlidir” hareketi aktvistleri, ABD eyaletlerinde polis teşkilatlarının ırkçı-rüşvetçi-katliamcı yapısı nedeniyle, tam da böyle bir tartışmayı, tam da bugün yapıyorlar.
Bir devletin, dolayısıyla bir devlet yönetim sisteminin ne ölçüde reforme edilip edilemeyeceği Lenin’in geçen yüzyılın başında yaptığı tartışmayı çok anlamlı kılıyor. Lenin, toplumsal işbölümü, toplumsal artığın korunması için örgütlenen gelişiminden, bu artığın özel mülkiyete dönüştürülmesi ve korunması için örgütlenen karmaşık bir işbölümü halini aldıkça, devletin nasıl geliştiğini Marx’ın devlet üzerine yaptığı tartışmalardan yola çıkarak güncellemişti. Doğrudan üretim sürecinden kopuk bir profesyonel yöneticilerin ve hem üretim sürecinde kullanılan üretim aletlerini, hem de üretilen artık ürünü korumak üzere örgütlenen silahlı birliklerin varlığı, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş hâline gelmesine yol açtı. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet nüfusun ne kadar küçük ve üretimden kopuk bir kesiminin elinde birikiyorsa, siyaset alanındaki karmaşa, profesyonelleşme, uzmanlaşma ve yoğunlaşma da o kadar şiddetle artıyordu. Kapitalizm bu yoğunlaşmanın zirvesini temsil ediyor. Kapitalist devlet, işte bu zirvenin örgütsel ifadesi.
Üretim ve hizmet üretimi kitlesel ve kolektif bir karakter kazandıkça, farklı sermayelerin organik bileşimi anlamına gelen küresel piyasalarda oluşan karmaşa, tek tek her sermaye grubunun ulusal ölçekte korunması için güçlü bir itki yarattı. Tepede, sermayelerin korunması için politik iktidarın merkezîleşmesi ve hızlı kararlar alan baskıcı bir devlet iktidarı şeklinde örgütlenmesi için basınç oluşurken, aşağıda, kitlesel olarak üretim sürecinde yer alan mülksüzler arasında kendi sınıf çıkarlarını, yaşam standardını ve güvenliğini sağlama almak için iktidarı etkilemek yönünde bir başka basınç hissediliyordu. Bu basınç, sadece toprak ve mülk sahiplerinin oy verebildiği seçimlerden, önce erkek mülksüzlerin, sonra bütün kadınların oy verme hakkının garanti altına alındığı “genel oy” hakkı için mücadeleye dönüştü. Bu mücadele sürecinin her bir evresi mülksüz çoğunluğun siyasî iktidara etki etme düzeyinde belirleyici oldu.
Tartışmamıza gelirsek, bu etkinin en güçlü olduğu parlamenter demokrasi, aynı zamanda sınıf hiyerarşisinde en alt katta duran mülksüz büyük çoğunluğun politik iktidarı etkileme yeteneğinin sınırlarını da kesin çizgilerle tayin etti. Genel oy hakkının kazanıldığı her ülkede, demokrasi seçim dönemlerinde seçim kampanyası yapmak ve oy vermek özgürlüğüne indirgendi. Kapitalist demokrasinin en gelişkin biçimlerinde bile, politik iktidarın işleyişinde görev almak ayrıcalıklara sahip profesyonel bir yönetici olmak demekti. Üstelik devlet örgütlenmesi, seçimle tayin edilen hükümetlerden daha farklı bir sürekliliğe sahip olduğu için, seçimler, sürekli faaliyet halinde olan bir profesyonel yöneticiler ordusuyla uyumlu çalışacak bir profesyonel seçilmişler grubunun belirlendiği anlara indirgenmiş oluyordu. Üretim süreciyle siyasal alanın birbirinden kopması, siyasal alanın kendi içinde karmaşıklaşması, sayısız ve farklı örgütlerin toplamından oluşan devlet örgütlenmesinin sürekliliğinin sağlanması, politik iktidarı sıradan fanilerin erişiminin imkânsız olduğu bir zirveye dönüştürdü.
“Askerlik bir sanattır”, yargı muazzam bir uzmanlık ister, polis kolejleri, meclis iç tüzüğü, hapishaneler, yüz binlerce askerin yönetilmesi, özel kuvvetler, mavi bereliler, özel timler, yüksek yargı, danıştaylar, sayıştaylar, meclis grupları, bakanlıklar, müsteşarlar, milletvekilleri ve milletvekili danışmanlar ağları, önergeler, valiler, kaymakamlar, hakimler, savcılar ve başsavcılar. Devlet, her biri nesnel olarak egemen sınıfın egemenliğinin yeniden üretimini garanti altına almak için çalışan bir komite gibi hareket eden bu bölümlerin oluşturduğu karmaşık bir organizma. Sahip olduğu bu karmaşıklığın, demokrasinin düzeyini de belirleyen temel nedeni ise toplumun küçük bir azınlığını oluşturan bir sınıfın iktidar aracı olması.
O yüzden, bir rejime, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adını vermeden önce sorulması gereken soru şu: Bu devlet, hangi sınıfın devleti? Sınıfsız bir devlet kavramı kendi içinde çelişkili olacağına göre, “devlet egemen sınıfın bir komitesidir” sözünü ister çok indirgemeci bulalım isterse gerçeğin merkezini işaret ettiğini düşünelim, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”de devlet hangi sınıfa hizmet edecek, egemen sınıflara mı yoksa işçi sınıfına mı? Yoksa bu sınıfların aynı anda ortak, bir uzlaşma üzerinde her toplumsal kesimin çıkarlarını garanti altına alan bir devlet mi olacak? Ya da toplumsal kesimler yerine hukuk karşısında bireysel hakları koruyarak insanları birey olarak mı eşitlemeye çalışacak? Böyle yaptığında, gerçek hayatta eşit olmayan, yani birisi zengin milyonlarcası fakir olan insanlar nasıl eşitlenmiş olacak? Ordu, polis, istihbarat faaliyetleri, silahlanma yatırımları ve tüm bu alanlardaki uzmanlığın hizmet ettiği unsur hukuk karşısında eşitliği garanti altına alınmış bireyler mi olacak?
Bu sorular, Demirtaş’ın yaptığı önerinin bu sistemi veri aldığını ve bu verinin bir demokratik terbiyeden geçmesi için önerildiğini gösterme umuduyla dile getiriliyor. Devlet, her şeyi kabul edebilir ama sınıfsal belirsizliği asla kabul edemez. Devletin doğası için geçerli olan, demokrasi için de kaçınılmaz olarak geçerli olmak zorunda. Demokrasi ne devlet örgütlenmesinin niteliğinden ne de sınıflardan ayrı düşünülebilir.
Şenol Karakaş