Emin olalım ki dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfına acımayacaklar. Salgın karşısında işçilerin durumu, sağlığı, koşulları önemli değil egemen sınıflar ve onların hükümetleri için. Onların önemsedikleri, “üretimin çarklarının” dönüp dönmediği.
Önemsedikleri, sermayenin kâr yapmaya devam edip etmeyeceği. İşçileri önemseyen yok!
İş cinayetleri salgınla elele
Covid-19 kuşkusuz çok ölümcül. Ama yoksullar için ölümcül olan tek bela bu virüs değil. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi düzenli olarak iş cinayetlerini, kaç işçinin çalışırken öldüğünü raporluyor. Meclis’in Mart ayı iş cinayetleri raporuna göre en az 113 işçi yaşamını yitirdi. İşçi ölümlerinin yüzde 15’i ezilme ve göçükten kaynaklanırken, yüzde 13’ü Covid-19 nedeniyle yaşandı. İşçiler virüsü ekseriyetle güvencesiz koşullarda çalıştıkları için kaptıklarından, Covid-19 nedeniyle yaşanan işçi ölümleri de iş cinayetleri kapsamına giriyor.
“Evde kal” ama nasıl?
Salgının Türkiye’yi etkisi altına aldığı anlaşıldığında başlayan “Evde kal” kampanyası, işçi sınıfını görmezden gelen, tek başına hiçbir anlamı olmayan, çalışmadan evde kalmaya parası yetmeyecek olanları anlamayan bir kampanyaydı.
İşçilere kimsenin acımadığının bir kanıtıydı o slogan. Önce 65 yaş ve üstüne koyulan sokağa çıkma yasağı şimdi de 20 yaş ve altını kapsadı. Fakat İçişleri Bakanlığı, 18-20 yaş aralığındaki gençlerin sokağa çıkması yasağına bir genelgeyle ek düzenleme yaptı. Bunun nedeni, 18-20 yaş arası genç işçi sayısının 811 bin olması. Sokağa çıkma yasağı, bu genç işçileri kapsayamıyor. Çünkü resmi yetkililer “Evde kal” derken, işçilerin evde kalmasını sağlayacak parasal desteği sunmuyor.
811 bin genç işçi virüs tehlikesi altında mecburen işe gidecek. Oysa bu genç işçilere üç ay boyunca asgari ücret desteği sağlansaydı 5,5 milyar TL yeterdi. Hükümet 17 şirketin toplam 3 milyar 206 milyon TL olan vergi borcunun yüzde 97.6’sını silmemiş olsa 811 bin gencin asgari ücretinin ezici çoğunluğunu tutmuş olurdu.
Yaşatacak olan dayanışmadır
Ama olmaz. İşçilere acımayanlar, sermayenin en küçük gözyaşında insafa geliyorlar. Sermaye ise sınıflı toplumlar tarihinin en ağlak sınıfı! Yoksulların tüm kanını emse de daha fazla kan bulmak için mızmızlanan bir toplumsal grup. Halktan aldıkları oyları genellikle bu sermaye sahiplerinin programını hayata geçirmek için bir toplumsal destek olarak kullanan hükümetler, daima patronları tercih eder. AKP hükümetinin, bu konuda kendisinden önceki hükümetlerden hiçbir farkı yok. Bir fark varsa, bu, sermayeyi içinden geçmekte olduğumuz felaket günlerinde bu kadar açıktan kollamaya, tüm enerjisini patronları mutlu etmeye adamaya önceki hükümetlerle kıyas götüremeyecek kadar hevesli olması.
Kimse, ne patronlar ne de onların hükümetleri, işçi sınıfına acıyacak. İşçi sınıfını koruyacak olan, kendi arasındaki dayanışmadır. “Dayanışma ezilenlerin nezaketidir” sözü çok alıntılanır, hoş bir sözdür. Ama eksiktir. Dayanışma, ezilenlerin yaşamsal zorunluluğudur. Dayanışma yaşatır, ayakta tutar, hakları korur, hakları genişletir.
Dayanışma, örgütlenmek demektir. Örgütsüz dayanışma enerjik ölüden söz etmek kadar gereksizdir. İçinden geçtiğimiz salgın süreci, sadece Türkiye’de değil, gezegenin her köşesinde, Korona kelimesini yasaklayarak hastalığa yasak koyduğunu sanan Türkmenistan’daki rejimden Trump’ın Amerika’sına kadar her ülkede salgının tahribatıyla kapitalizmin ölümcül etkisi arasındaki bağlantıyı gözler önüne seriyor.
Şimdi, nerede, nasıl, ne zaman açığa çıkacak bilmiyoruz ama tüm dünyada ezilenler, kendi hükümetlerine, “Ya patronları vergilendirirsiniz/Ya da onların hükümetisiniz!” demeye başladılar. Şimdilik içten içe söylenen öfkeli bir söz bu. Zamanı gelince kapitalizme meydan okuyan küresel hareketin ezberi olacak!
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)