Türk Lirası’nın dolar karşısında yaşadığı hızlı değer kaybının neden olacağı ekonomik yıkımın büyüklüğünü zaman gösterecek. Fakat geçtiğimiz bir haftada yaşanan yüzde 27 değer kaybının şakaya gelir bir yanının olmadığının altını çizmek bugün özel bir öneme sahip. Bu nedenle sosyal medya şakalaşmalarına bir son vermek ve Türk Lirası’nın değer kaybının bugünkü hâlinin sonuçlarına ve gerçekten bir ekonomik durgunluk yaşanması ihtimaline karşı sınıf mücadelesi için hazırlanmak gerekiyor.
Bu yüzden şimdi yaşanan “krizin” nedenlerinin altını çizmekte fayda var. Birincisi, bu bir borç krizi ve bu krizle Türkiye ilk kez karşılaşmıyor. Türkiye kaynak sorununu her ülkede olduğu gibi iç ve dış borçlanma yoluyla karşılıyor. 2001 Şubat krizinin ardından uygulanan IMF politikaları, 2008 yılında patlak veren küresel finans krizine kadar AKP hükümetinin üzerinde sörf yapabileceği gerekli dalgayı yarattı. 2008’e kadar IMF’yle Kemal Derviş arasında imzalanan anlaşmanın ürünü olan ekonomi politikalar tam anlamıyla şu sonucu yarattı:
“Enflasyonu kontrol altına alma adına yüksek tutulan faizler, sermaye girişlerini canlandırdığı için TL değerlendi. Değerli TL, bir yandan enflasyonun düşmesine katkıda bulundu ve daha düşük enflasyon sayesinde daha düşük faizlerle parasal disiplin sağlanabildi. Diğer yandan da değerli TL ithalatı kolaylaştırdığı için üretim maliyetleri aşağı çekilebildi. Böylelikle yüksek, ancak enflasyondaki gerilemeye paralel olarak gerileyen reel faizler ve süren yabancı para girişi sayesinde kredi genişlemesi ile canlı bir ekonomik büyüme dönemi yaşandı.” (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/31/istikrar-programi-yapisal-krizi-asabilir-mi/)
Kaynak sorununun bu ekonomi modeliyle çözümü çabası, bugün neredeyse benzersiz kur şoklarında açığa çıkan sarsıntılarda ve kurun ve faizin el ele arttığı koşullarda, dolarla borçlananlar ve kaynak sorununu dolar karşılığı borçlanarak çözmeye çalışanlar açısından altından kalkılması hemen hemen olanaksız bir ekonomik koşul yaratıyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti de, tek tek vatandaşların bir kısmı ya da sermaye grupları gibi, toplam kaynak sorununu karşılamak ya da teminat altına aldığı özel sermaye gruplarının ve bankaların borçlarına karşılamak için dev bir dolar borcuna sahip. Türkiye'nin brüt dış borç stoku 466 milyar dolar. Ekonomist Mahfi Eğilmez, yazdığı bir makalede ekonominin dış finansman ihtiyacını şu sayılarla ortaya koymuştu:
“Türkiye’nin dış borç toplamı 466 milyar dolar ve önümüzdeki bir yıl içinde bulması (yenilemesi) gereken döviz ihtiyacı (cari açık dahil) yaklaşık 240 milyar dolar.” (http://www.mahfiegilmez.com/2018/08/turkiye-sabit-kur-rejimine-gecebilir-mi.html#more)
Kaynak sorunun çözümü, bir şekilde borç bulabilme yeteneğine bağlıdır. Borçlanma ise borcunu ödeyebilme yeteneğine sahip olanların başarabildiği bir kaynak bulma yöntemidir. İster şirketleri isterse devletleri mercek altına alsın, kredi değerlendirme kuruluşlarının işlevi, bir devletin borç verilirse bu parayı geri ödeme ve hangi faiz oranıyla geri ödeyebileceği ihtimalini ölçmektir. Bir ülkeye yapılacak ticaret, yatırım ya da belirli bir faiz karşılığında para aktarma, o ülkedeki siyasal koşullar, hukuksal ilişkiler, güvenceler, jeopolitik ilişkiler ağında tuttuğu konum ve her düzeyde ne ölçüde istikrarlı olduğuyla belirlenir. Türkiye, bütün bu açılardan, borcunu ödeme yeteneği giderek düşmekte olan bir ekonomi manzarası sunuyor.
Türkiye’de ekonominin kaynak krizinin altında yatan bir neden ithalata ve TL’nin değerlenmesine bağlı yüksek döviz girişine dayalı ekonomi modeliyse, bir diğer neden de son iki üç yıldır ama özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından tercih edilen otoriter siyasal yönelimdir. Bu yönelimin küresel sermayeyi ilgilendiren kısmı, siyasal demokrasinin alanının ne kadar daraldığı değil, tek tek her emperyalist ülkenin kendi iç kamuoyunu da etkileyecek ölçüde çıkarlarının zarar görüp görmediğidir. Rahip Brunson, Türkiye’de demokrasinin ya da yargı sisteminin durumundaki garip keyfilik nedeniyle değil, bir ABD vatandaşının bu kadar uzun süre hangi hakla tutuklandığı ve bunun ABD’nin güvenliğine yönelik bir tehdit olduğu gerekçesiyle bir tartışma ve restleşme konusu olabiliyor.
Kaynak krizinin bir borç sarmalı şeklinde son bir ayda tetiklenmesinin bir başka nedeni de kuşkusuz Trump’tan sonra bildiğimiz dünyanın sonuna gelinmiş olması. Trump ABD’de politik merkeze yerleştikçe, sadece ABD politikasında değil, küresel politik iklimde ciddi bir sarsıntı yaşanıyor. Fakat Trump’ın ABD politikasını sağa kaydırma hızı, sadece emperyalizmin çoklu krizini derinleştiriyor. Bu kriz, bir yandan ABD’nin nobran, ırkçı ve maço bir lider etrafında tüm dünyaya meydan okuması kadar, daha önce düşünülemeyecek şekilde bölgesel güç olmak isteyen İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerin beklenmedik siyasal hamlelerine de tanıklık ediyor. Türkiye’de krizi tetikleyen konulardan birisi de işte bu: Türkiye, ABD’nin Suriye’deki politikasında kendi bekası açısından ölüm kalım meselesi görürken askeri açıdan ABD’yle kurulmuş olan ittifaka anlam vermekte zorlanıyor ve ABD’nin onaylamadığı bir dizi askeri hamle yapıyor. Siyasi olarak ise anlam veremediği ittifakın yanı sıra, daha anlamlı gördüğü ve merkezinde Rusya’nın olduğu bazı işbirliklerini zorluyor.
Son olarak AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın tercihleri, TL’nin yaşadığı değer kaybını etkileyen en önemli faktörlerden. İngiliz Marksist Michael Roberts’ın altını çizdiği şu nokta bütünüyle doğru:
“2016’da gerçekleşen ve oldukça kötü şekilde organize edilmiş olan askeri darbe girişiminden sonra, Erdoğan bir yandan binlerce insanı hapse atıp ondan daha fazla sayıda akademisyeni ve kamu görevlisini işten atarken, diğer yandan da ekonomiyi canlandırmak için kredi dağıtmaya başladı. Faiz oranlarını ‘bütün kötülüklerin anası ve babası’ olarak tanımlayarak faiz oranlarını düşük tutmakta ısrar etti ve Türkiye Merkez Bankası’nın enflasyonun hızlı artışını durdurmaya yönelik her tür eylemini engelledi. Tam da ABD Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırmasının ardından, doların yeniden güçlenmeye başladığı bir zamanda Türkiye’nin kapitalist ekonomisi bu durumla baş edemedi.” (https://marksist.org/icerik/Teori/10061/Tamamen-erime-Ingiliz-marksist-iktisatci-Michael-Roberts,-Turkiye-ekonomisini-yorumladi)
Bu, siyasal tercihlerin bugünkü yoksullaşmada yaşanan etkisini açıklıyor.
Erdoğan kabinesinin açıkladığı ve bütünüyle faiz oranlarının düşük tutulmasına göre planlanan orta vadeli ekonomik projeler gösteriyor ki, siyasal iktidarın amacı, bu yollarda beraber yürüdüğü sermaye gruplarının çıkarını ve böylece kendi sınıfsal temelini ve içine girdiği koalisyonu koruma altına almak.
Bu ekonomik şok mutlaka sınıfsal, siyasal ve ideolojik şoklarla el ele gidecek. “Aynı gemide” olduğumuz bu yüzden dile getirilmeye başlandı. Kim aynı gemideyiz diyorsa, bir sonraki cümlesi “faturayı birlikte ödeyelim, birlikte kazanalım” olacaktır.
Çok açık ki, TL’nin dolar karşısında yaşadığı hızlı değer kaybının, fakirleşmenin, kurdaki oynamaların sorumlusu işçiler değildir. Bu, faturayı neden birlikte ödemeyeceğimizi ve aynı gemide olmadığımızı gösteriyor. Cirosu 53 milyar 948 milyon 110 bin TL olan TÜPRAŞ’la 1063 TL asgari ücret alan bir işçi neden aynı faturayı ödesin ki?
Bir başka sorun da solun bazı kesimlerinin yeniden IMF’nin devreye girmesini önermeye başlaması. IMF ile anlaşma kaynak sorununu geçici olarak çözebilir ama zaten bugün yaşanan neoliberal ekonomik çöküntü IMF programlarının bir sonucu. Üstelik IMF eğer kaynak krizinin çözümü için hükümete yardım edecekse, kemer sıkma, işten çıkartma ve işçilerin kazanılmış bir dizi hakkının gasbedilmesi gibi yaptırımlar karşılığında bu kaynağı aktarır. IMF ile anlaşma, faturanın emekçiler tarafından ödenmesi anlamına gelir. Bu öneriyi sağ ideologların önermesi neyse de sol adına böyle bir önerinin dile getirilmesi utanç vericidir.
Yapılması gereken, patronların vergilendirilmesini savunmaktır. Türkiye dolar milyarderi kaynamaktadır. Kazancına göre bu milyarderler vergilendirilmelidir. Birlikte kazanmadık, aynı miktarda ise hiç kazanmadık. Onlar milyar dolarlar biriktirirken işçiler asgari ücretle geçindi. Faturayı krizin sorumluları ödemelidir. Herkes kazancına göre vergilendirilmelidir.
Yapılması gereken, demokrasinin sınırlarının genişletilmesi için mücadeledir. Düşünce, gösteri, örgütlenme ve ifade özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılmasını savunmaktır.
Yapılması gereken, işçi sınıfının her kesiminin her düzeyde birliğinin sağlamaktır ve krizin bedelini krizin sorumlularının ödemesi gerektiğini savunan çizgiden bir adım gerilememektir!
Şenol Karakaş