Sermaye sahibi sınıf, toplumun bütün ezilen kesimlerinin, bu arada bizzat emeğini sömürdüğü işçi sınıfının desteği ile toprak sahiplerinden iktidarı aldığı günden itibaren bir “pazar” kaygısı yaşıyor.
İktidarı devraldıkları imparatorlukların yönettiği toprakları bir anda kalın çizgilerle çizilmiş burjuva devletlerine dönüştüren kapitalistler, bir yandan bu devlet şemsiyesi altında kendileri adına sömürü düzeninin devamını sağlayan politik liderliklerin (bazen en koyu askeri diktatörlük, bazen de eşitlik-kardeşlik-özgürlük sloganının arkasına gizlenen burjuva demokrasisi biçiminde) pekişmesi için eski dönemin ideolojik aygıtlarını, isimlerini değiştirmeden, kendi sınırsız kâr güdülerinin hizmetine soktular; bir yandan da bu kalın çizgilerin, burjuva devlet sınırlarının bekası için askeri aygıtları güçlendirdiler. Tarih sahnesine ilk çıkmanın avantajını kullanan kapitalist devletler, kapitalist sınıfın sermaye birikimini arttıracak “yeni pazarlara” yöneldi.
Kapitalistler bu yeni pazarları denetimlerine almak için devasa askeri güçleri seferber etmek zorundaydı, ama öncelikle bu askeri seferberliğe kendi sınırları içerisinde yaşayan işçileri ve diğer ezilen sınıfları ikna etmeleri gerekiyordu. Hem kendi devletlerinin sınırları içindeki hem de kendileri gibi dış pazar arayan diğer kapitalist devletlerdeki “sınıf üyeleri” ile acımasız bir rekabet halindeki kapitalistler, bu rekabetin doğrudan sonucu olarak asgari ücrete mahkum ettiği işçileri ikna etmek için “milliyetçiliği” keşfetti. İmparatorluk-krallık-beylik düzeninde üzerinde yaşanılan yer olmaktan öte bir anlamı olmayan toprak kapitalist devlette artık kutsal bir kavram olmuştu. Patronu ile aynı dili konuşması işçi için “eşit yurttaşlık” yutturmacasının bir aracına dönüştü. Milliyetçiliğe göre patron da işçi de “tarihin derinliklerinden gelen” ulusun birer ferdiydi ve çıkarları ortaktı. Bu ortak çıkarların başka uluslara karşı korunması gerekiyordu.
Milliyetçilikten şovenizme
Kapitalist sınıfın en büyük ideolojik başarısı olan milliyetçilik zamanla hem işçi sınıfına hem de ona önderlik etmeye çalışan politik akımlara sirayet etti ve küçük bir sömürücü azınlığın büyük çoğunluğu sömürmesinin en önemli silahlarından biri olarak kapitalist dünyanın olmazsa olmazları içinde en ön sıralara yerleşti. Milliyetçiliğin savaş çığırtkanlığı, şiddet çağrısı ve kışkırtmacı yanlarının birleşik ve en azgın biçimi olan şovenizm; büyük kitleleri kapitalistlerin yeni pazarları ve yeni egemenlik alanlarını zor yoluyla denetimlere alma aracı olan emperyalist paylaşım savaşının haklılığına ikna etmek için pompalandı. Bu savaş çığırtkanlığının basıncından işçi sınıfının örgütleri de nasibini aldı. Egemen sınıf tarafından hainlikle damgalanmaktansa başka ülkelerde yaşayan sınıf kardeşlerine silah doğrultma alçaklığına kapı aralayan bir “sol” ortaya çıktı. Öyle ki, “İşçilerin vatanı yoktur, zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil” diyen Marks ve Enlgels’in göz bebeği gibi baktıkları Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), kendi egemen sınıfının isteği doğrultusunda savaş kredilerine oy verdi. Bu en büyük işçi partisindeki şovenist eğilim dönemin bütün sosyal demokrat partilerini etkiledi ve Birinci Dünya Savaşında milyonlarca işçinin kapitalistler yerine birbirleriyle çarpışarak ölmesine neden oldu.
Diğer taraftan, emperyalist paylaşım savaşına katılan emperyalist ve alt emperyalist ülkelerin açık işgali altında kalan ülkelerde farklı bir milliyetçilik yükselmeye başladı. İşgalci devletlerin küçük görmek, dili yok saymak, doğal kaynakları merkezi devlete aktarmak, merkezi devlette uygulanan asgari ücretten ve çalışma şartlarından daha aşağıda çalışmaya zorlamak, gibi ulusal baskılarına karşı ezilen ulus fertlerinin milliyetçiliği. Ezen ulusun milliyetçileri sömürgelerdeki ulusal uyanıştan nefret ettikleri kadar başka hiç bir şeyden nefret etmezler. Bu noktada radikal sağcı burjuva partilerinin taraftarları ile SPD benzeri örgütlerin üyeleri aynılaşır. O güne kadar işçi sınıfının haklarını savunduklarını iddia eden sol maskeli şahıslar bir anda ne kadar da yurtsever olduklarını toplumun bütün kesimlerine kanıtlamaya çalışırlar. Yurtseverlik yarışının sağcılarla, hatta faşistlerle yapılıyor olması, topluma “asıl yurtsever biziz” mesajının ezilen ulusa “bir tokat da benden” şeklinde verilmeye çalışılması aslında sağın, hatta faşistlerin elini güçlendiriyor, şovenist propagandanın yayılmasına hizmet ediyor.
İşçilerin dünya çapında birliği
Sağı ve “soluyla” şovenizm zehiri enjekte edenlere karşı işçi sınıfının gücü, sadece ulusal düzeyde değil bütün dünya üzerinde, birliğinden geçiyor. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da yazdıkları gibi “Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta. Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse ileri ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır. Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.”
Komünist Manifesto’ya sadık kalan devrimci enternasyonalistlerin günümüzden yüz üç yıl önceki çaresizlik görüntüsü veren yalnızlıkları ile sadece üç yıl sonraki muhteşem kitlesellikleri çok şeyi açıklıyor aslında. En zor şartlar altında, farklı ülkelerden işçilerin birbirlerini boğazladığı Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında ısrarla işçi sınıfının asıl düşmanının “içeride” olduğunu söyleyerek örgütlenen sosyalistler; 1916 yılından itibaren artan ve savaşın son bulmasını talep eden işçi sınıfı hareketinin parçası haline gelmeyi başardılar.
Dünya halklarıyla kardeşlik, burjuvaziyle asla!
Uzun ve sabırlı bir faaliyet sürdürdükleri, işçi sınıfı ile bağlarının en güçlü oldukları yerde, Rusya’da ise tarihin akışını değiştirdiler. Bir taraftan Marksist enternasyonalizmin ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalan, diğer taraftan işçi sınıfının öncülerinin dinamizmini kendi bünyesine katma becerisini gösteren Bolşevik Partisi 1917 yılında dünya işçi sınıfının önderliğini üstlendi ve işçi sınıfı tarihte ilk kez bir ülkede iktidara geldi.
Ulusal düzeyde işçi sınıfı ve ezilen uluslar üzerindeki baskıların artması ve otoriterleşme eğiliminin yükselmesi, bölgesel düzeyde savaş çığırtkanlığının artması ve küresel düzeyde emperyalistler arası gerginliğin giderek su yüzüne çıkması daha da azgın bir sağcılığa alan açıyor. Yüz yıl önceki fikirdaşları gibi günümüz sosyal şovenleri de bu sağcılığa meyilli iklimin yaratılmasında pay sahibi. Ama, yine yüzyıl öncesinden biliyoruz ki, koşullar ne kadar ağır olursa olsun, işçi sınıfının başta ulusal olmak üzere her türlü bölünmüşlüğüne karşı birliği için mücadele eden, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz olarak destekleyen, asıl düşmanın, başka ülkelerin halkları değil, kendi ülkesindeki savaş kışkırtıcıları olduğunu söyleyen enternasyonal sosyalistler zor olanı başarabilir.
Kemal Başak
(Sosyalist İşçi)