Milliyetçilik, herkesin kendi politik meşrebine göre farklı maskeler takıp karşımıza çıkabiliyor.
Türkiye’de faşist hareketin tercihi “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” olmak iken, Kemalizm için milliyetçiliğin makbul biçimi Türk kimliğine asimile olup, üstüne bir de bundan mutluluk duymaktır. Bu bahtiyarlığı tatmaktan imtina edenlere bizzat Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Nisan 2007’de verdiği muhtırada şöyle seslenmiştir: “Ne mutlu Türküm diyene anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır”. Muhafazakâr milliyetçilik ise Necip Fazıl’ın “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizelerindeki mağdur Müslüman Türk’ten, Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiirindeki “Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım/Seni selâmlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım” agresyonuna kolaylıkla geçiş yapabilen bir hâldedir. Günümüzde ise Tayyip Erdoğan’ın “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” şeklinde ifade ettiği yerli-millî koalisyonun önemli bir parçası olmayı başarmıştır. Buraya kadar sayılanlar milliyetçiğin neden tehlikeli bir ideoloji olduğunu göstermeye yeterli gibi görünüyor ancak milliyetçilik her zaman yukarıdaki gibi saf bir şekilde işlemiyor, geniş kitleler tarafından son derece doğal görülen bir olgu. Hatta zaman zaman kendisini milliyetçilikle tanımlamayan unsurlar bile bir düzeyde vatan-millet sevgisine sarılabiliyor. Sol içinde kendini yurtseverlikle tanımlamak çok ilginç karşılanmıyor mesela…
Elbette milliyetçiliğin biçimleri farklı içeriklere, farklı ulus tahayyüllerine ve farklı dünya görüşlerine sahip olabilirler, hatta farklı milliyetçilik anlayışlarının çatışmasına sık sık tanıklık ederiz ancak kökende hepsini birleştiren dünyayı uluslar ve çoğu zaman o ulusların sahibi olduğu zannedilen devletler arasındaki mücadeleler ile okumaları, zenginiyle fakiriyle ulus (veya millet) üyelerini aynı gemide olduğuna dair bir anlatıyı devreye sokmalarıdır. Irkçılığa kadar uzanabilecek bu anlatı pek çok tehlikeyi içinde barındırır. Milliyetçilik bir egemen sınıf ideolojisidir, işçi sınıfını uluslara çoğu zaman ise ırklara böler, hâkim ulustan olmayan halklar ulusal baskıya maruz kalır, savaşların ve ırkçılığın en temel besin kaynağıdır ve her tür adalet talebinin karşısına “ulusal çıkar” miti ile dikilir.
Milliyetçilik ve burjuvazi
Milliyetçiliğin ve ulus-devletlerin gelişimi kapitalizmin gelişimi ile el ele gitmiştir. Dünyanın ulus-devletlerden değil de çoğunlukla monarşik yönetimlerden oluştuğu bir çağda ortaya çıkan burjuvazi, güvence altına alınmış bir pazar ve politik olarak da genişleyen bir nüfuz alanı istiyordu. İngiltere gibi ülkelerde bu, aşamalı bir geçiş ile sağlanırken, Fransa gibi ülkelerde burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi bir devrim sonucu oldu. Ancak sanıldığı gibi burjuvazi her zaman monarşiye karşı devrimci bir rol üstlenmedi, pek çok ülkede kârlarını güvence altına almak için soylular ile beraber davrandı. Eski egemen sınıf ile varlıkları birbirlerine tezat oluşturmaya başladığı anlarda ise diğer halk sınıflarına yaslanarak burjuva devrimleri denilen devrimlerde yer almak zorunda kaldı. 1789 Fransız Devrimi’nin politik liderliği burjuvaziyse de, asıl gücü Baldırıçıplaklar olarak bilinen yoksullardı. Ulus-devletlerin doğumunda yurttaşlık fikri de ortaya çıktı, modern demokrasiler ile ulus-devlet beraber gelişti ancak burjuvazi bu yurttaşlığı tüm sınıflara genişletmekte hiç de istekli değildi. Demokrasiyi alt sınıflar kendi elleriyle kazandılar. Ancak milliyetçilik, burjuvaziye işçi sınıfını kontrol altında tutmakta da yardımcı oldu. Dünyanın çıkarları ortak olan uluslardan oluştuğu fikri ile işçi sınıfı, pazarlarını yaymak için rekabet eden farklı uluslardan burjuvaların çıkarları için cephelere sürüldü. Milyonlarca işçi cephelerde öldü. Demokrasi ile milliyetçilik aslında birbirlerinin karşıt kutuplarındaydılar.
Milliyetçilik, kapitalizmin kendisini en küresel, en uluslararası sunduğu zamanlarda bile egemen sınıfın ideolojisinin temel bileşenlerinden birisi olageldi. I. Dünya Savaşı’nda dönemin sosyalist hareketi önemli bir bölünme yaşadı. Kitlesel sosyal demokrat partiler savaşta kendi “ulusal çıkarları” doğrultusunda tutum aldılar. Farklı ülkelerin işçilerinin birbirlerini öldürmesinden yana tutum alan Sosyal Demokrat partiler sadece cepheye yollanan askerlerin ölümüne onay vermiş olmadı, aynı zamanda yoksullar ve ezilenler için gerçek bir adaleti burjuvazinin çıkarları için feda etmiş oldular. Lenin, Luxemburg, Liebknecht, Troçki gibi sosyalistler milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi, savaşa karşı barış ve ekmek talebini savunarak sosyal demokratlarla yollarını ayırdılar.
Çoraklaştırmanın ideolojisi: Türk milliyetçiliği
Türkiye’de bir kapitalist devlet yaratılmasının ideolojisi olan Türk milliyetçiliği de başlangıcından itibaren son derece dışlayıcı bir milliyetçilik olarak gelişmiştir. Fransız Devrimi’nin “Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik” sloganının yanına bir de “Adalet” sözcüğünü ekleyerek 1908 yılında Osmanlı’da anayasanın yürürlüğe girmesini, meclisin açılmasını sağlayan devrime tüm halklar katılmıştı. Ancak devrimden kısa bir süre sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi, 1915 yılında Anadolu’daki Ermenilerin ve Süryanilerin varlığına bir soykırım ile büyük oranda son verdi. 1923’te kurulan Cumhuriyet rejimi de Anadolu’yu gayrimüslimizleştirmeye dönük bu hamleyi sürdürdü, mübadele, pogrom ve sürgünlerle Rumlar da gitti. Gayrimüslimlerin el konulan malları Türk sermaye sınıfı ve bürokrasisi tarafından Türkiye kapitalizminin inşasında kullanıldı.
Kürtler ve Aleviler gibi yeni devletin ulus tanımı içinde yer almayan tüm topluluklar asimile edilmeye çalışıldı, asimile edilemedikleri için katliamlara maruz bırakıldılar. Bugün hâlen Kürtler üzerinde süren ulusal baskı ve Aleviler üzerindeki mezhep baskısı bu milliyetçiliğin sonucu. Ulusal ve mezhepsel baskı aynı zamanda işçi sınıfının birleşik mücadelesini de engelliyor, işçi sınıfını bölüyor ve bir bölümünü diğerlerine karşı kışkırtıyor. Türk milliyetçiliğinin son hedefi ise savaştan kaçarak hayatlarını Türkiye’de geçirmek zorunda kalan Suriyeli mülteciler oluyor.
Bayrağın gölgesi
Milliyetçilik, adalet talep edenler için her zaman tehlikeli bir ideoloji oldu. Egemen sınıflarla, biz ezilenler, işçiler, baskı ve zulüm görenler aynı gemide değiliz. Bir bayrağın gölgesinde durmamız da gerekmiyor.
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)
Fotoğraf: 19. yüzyılda kabaran milliyetçi akımların eseri, milyonlarca insanın öldüğü 1. Dünya Savaşı