Her yıl 10 milyon insanın açlıktan öldüğü, 1,2 milyar insanın temiz suya ulaşamadığı, savaşlardan ve katliamlardan oluşan kapitalizme karşı kitlesel mücadelelerin sayısı hızla artarken, başka bir dünyanın mümkün olabilirliğini ve bildiğimiz dünyanın alternatifini nasıl yaratacağımıza ilişkin sorunun yanıtını işçi sınıfının mücadelesi oluşturmakta.
İşçi sınıfının kolektif üretimi sermayenin temelini oluşturur. İşçiler her gün faturalarını ödemek, beslenmek, giyinmek, kısacası yaşamlarını sürdürmek için işe giderler. Patronlar ise işçi sınıfının her gün rutin olarak sürdürmek durumunda olduğu kolektif faaliyetleri sayesinde kâr eder. İşçilerin yaşam mücadelesiyle patronların kâr hedefi, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki çatışmaların temelini oluşturur. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki bu çatışma, hem günlük mücadelenin nasıl kazanılacağına hem de geleceğin nasıl inşa edileceğine verilen yanıtı da temelini oluşturmaktadır.
Etkili bir mücadele yöntemi olarak grev
Grev, sermayeye karşı işçi sınıfının gündelik mücadelesinde kullandığı en etkili mücadele yöntemidir. İşçiler çalışmadıklarında, grev yaptıklarında üretim durur, eğitim aksar, ulaşım durur, patronlar bir anda kâr olanaklarını yitirirler.
Bu nedenle patronlar grevleri bertaraf etmek için tüm imkânlarıyla işçilerin üzerine gider. Grev öncesinde işçileri caydırmak için çeşitli baskı mekanizmalarını kullanan patronlar, grev esnasında da grevin etkisini azaltmak için her türlü yöntemi kullanırlar. Metal ve cam iş kolunda gördüğümüz grev yasakları devreye girer. Devletin kolluk kuvvetleri askerler ya da polisler, hatta bazen bu da yetmez paralı hizmetkârları grev çadırlarına saldırırlar. Grev yapan işçileri toplumdan yalıtmak için medya harekete geçer, grev aleyhinde propaganda yaparak grev yapan işçiler üzerinde psikolojik bir savaş sürdürür.
Siyasal bilincin oluşumunda grevlerin rolü
Grev sürecindeki tüm bu yaşananlar, işçi sınıfının siyasal bilincinin oluşmasında önemli bir rol oynar. Grev yapan bir işçi, karşısında sadece patronu görmez. Polisi, orduyu, medyayı egemen sınıfa ait tüm kurumları görür; burjuva partilerinin, hukukun, hepsinin bağımsız kurumlar olmadığını ve aslında hepsinin sömürü mekanizmasının bir parçası olduğunu mücadele içinde gayet iyi anlar. İşçi sınıfı hafızasında en kalıcı olan ve bu nedenle de en değerli olan grev sürecidir. İşçi sınıfı grev sürecinde “kendi içinde sınıf” olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf”a dönüşür. Patrona karşı mücadele ederken, sistemle birlikte tüm sömürü düzenine kafa tutar. Bu durum işçi sınıfına sistemle birlikte bütün zorlukları yenmenin gücünü ve güvenini kazandırır.
Devrimin kalp sesleri
Tek tek işyeri bazında ya da iş kolu bazında meydana gelen grevler, zaman zaman büyük kitle grevine dönüşebilir. Küçük bir zam mücadelesi büyük bir sınıf çatışmasına dönüşebilir, hareket hızla devrimcileşebilir. Ekonomik taleplerle başlayan kitle grevleri hızla siyasallaşarak büyük bir devrimin de tetikleyici gücü olabilirler. Başlangıçta grevleri koordine etmek için iş yerleri bazında kurulan grev komiteleri, milyonlarca işçiyi harekete geçiren, işçilerin parlamentosuna dönüşebilir.
Polonyalı devrimci Rosa Luxemburg, 1905 devrimi sonrasında kaleme aldığı Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı kitabında kitle grevlerini “devrimin kalp sesleri ve aynı zamanda en güçlü çarkı” olarak tanımlar. Gerçekten de hareketin her bir unsurunu oluşturan kadın ve erkek işçiler, yukarıdan herhangi bir siyasi grubun çağrısı ya da yönlendirmesi olmaksızın kendiliğinden harekete geçerek eski düzene ait ne kadar pislik varsa siler süpürür. Kapitalist devlet mekanizmasını parçalayarak yeni bir topluma giden yolu kendi eylemleriyle inşa eder.
Tıpkı Rusya’da 1917 devriminde yaşandığı gibi: Rusya’da ücret artışı ve sekiz saatlik işgünü etrafında başlayan kitlesel grevler, Şubat’ta Dünya Kadınlar Günü kutlamaları sırasında Çar’ın devrilmesine yol açtı. Devrim, Bolşevikler için bile tam bir sürprizdi. Hareket kendiliğinden patlak verdi. Ekonomik taleple harekete geçen kitleler hızla siyasileşerek, mücadeleyi savaşa karşı genelleştirdiler, fabrikaları ele geçirdiler, darbeyi durdurdular ve iktidarı ele geçirdiler.
Sadece Rusya’ da değil, işçi sınıfı pek çok ülkede kitle grevleriyle kapitalist sistemi defalarca sarstı: Almanya 1918-23, İtalya 1920, Fransa 1936 ve yine 1968, Macaristan 1956, Portekiz 1974, İran 1979, Polonya 1980, Rusya ve Doğu Avrupa 1989. Bugün, dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmelere bakıp, işçi sınıfı mücadelesinin hangi aşamada ne tür bir sıçrama yapacağını kestirmek zor olabilir. Ancak bildiğimiz bir şey var: o da kapitalizmin krizi derinleştikçe işçi sınıfı da kapitalizme karşı mücadelenin öznesi olarak yerini almaktadır/alacaktır. Tam da bu noktadan hareketle, kitle grevleri işçi sınıfının geçerken uğradığı bir yer değil, devrime giden sürecin en belirleyici anıdır.
Çağla Oflas
(Sosyalist İşçi)