Tiannanmen Meydanı'ndan bugüne: Uyuyan dev uyandığında

20.05.2017 - 10:19
Haberi paylaş

Bundan 28 yıl önce ismi “Cennetsel Barış Kapısı” anlamına gelen  Tiananmen Meydanı günümüze ilham veren büyük bir özgürlük hareketine tanıklık etti.

Tiananmen Meydanı’nda toplanan milyonlarca işçi ve öğrenci devlet kapitalizmin baskıcı uygulamalarına ve “piyasa sosyalizmi” adı altında uygulanan yeni liberal politikaların yarattığı yoksulluk ve sosyal adaletsizliğe karşı isyan etti. 15 Nisan’da başlayan büyük hareket 400 farklı şehre yayıldı. 4 Haziran’da ayaklanma doruk noktasına ulaştı. Batı dünyası ayaklanmanın “komünizme karşı” olduğunu iddia etse de;  demokrasi ve özgürlük isteyen milyonlarca işçi, serbest piyasa yanlısı uyum programının yarattığı ekonomik sorunların da giderilmesini istiyordu. Meydanda Enternasyonal Marşı’nı söyleyen geniş yığınlar devlet kapitalizmi ve piyasa kapitalizmi dışında başka bir alternatifi kurmanın mümkün olduğuna işaret ediyorlardı.

Milyonlarca insanın ayaklanmasına yol açan olaylara götüren siyasi sürecin arka planında 1978 yılında başlayan ve 30 yıldır derinleştirilen ve pek çok açıdan tüm dünyada uygulanan yeni liberal politikalarla benzerlik taşıyan politikaların uygulanması yatıyor. Tıpkı Stalin ve sonrasında Rusya’daki gibi işçilerin sömürüldüğü, devlet kapitalizmi rejim, Mao’nun ölümü sonrasında siyasal belirsizlik ve ekonomik durgunluk koşullarında kapitalist dünya sistemiyle uyum politikalarına Rusya’dan 15 yıl önce yelken açtı.  Deng Xiaoping liderliğlindeki Çin yönetimi ekonomik durgunluktan çıkışın uluslararası sermayenin ülkeye akışından geçtiğini düşünüyordu.  Xiaoping’in “bazı kişiler ve bölgeler önce zenginleşsin, sonunda toplumun tümü zenginleşecektir” sözü Çin’deki değişim sürecinin İngiltere ve ABD merkezli yeni liberal çözümlere yöneldiğini açıkça göstermekteydi. Deng, “zenginleşmek muhteşem; fare yakalandıktan sonra kedi sarmanmış, tekirmiş ne fark eder” diyordu. “Piyasa sosyalizmi” olarak adlandırılan yeni dönemde liberal politikalar kurumsallaştı ve devletin ekonomi üzerindeki belirleyici rolünü azalttı.  Ancak durum daha kötüleşti.  Enflasyon hızla yükseldi,  kıtlıklar baş gösterdi. Karneye bağlama ve fiyat kontrolleri durumu düzeltmedi. Sanayileşme hızına uygun hammadde üretilemiyordu. Kırdan kente göç, ulaşım, konut ve atık sorunlarını beraberinde getirirken gelir dağılımındaki eşitsizlik gün geçtikçe artıyordu. Ekonomik krizin sonucunda milyonlarca kişi işsiz kaldı. Tüm bunlara ilave siyasi baskılar ve yolsuzluk milyonlarca işçi ve öğrencinin Tiananmen Meydanı’na açılan büyük öfkesinin yollarını döşedi.  Büyük isyan bürokrasi ve parti içinde yarılmaya yol açtı.  “4 Haziran olayları” diye anılan olaylarda devlet güçleri kitlesel bir katliam gerçekleştirdi.

Otoriterleşme ile piyasanın uyumu

Yeni liberal adımlar 1990 ile 2000’li yıllar arasında merkezi devlet kontrolünde aşamalı olarak uygulandı.  1978 yılında Japonya ile 60 milyar dolarlık ticaret anlaşması yapan Çin, ardından ABD ile yakınlaştı ve silah satın almaya başladı. Özelleştirmelerle fiyatlar üzerindeki devlet kontrolü azaltıldı.  Mali sermayenin ülkeye girişini ve yatırım yapmasını kolaylaştıracak serbest ticaret bölgeleri oluşturuldu ve vergi indirimleri gerçekleştirildi.  Bankacılık sisteminde de köklü değişimler meydana geldi. Uluslararası bankaların kurulmasına izin verildi. Borsanın gelişmesi ve yabancı yatırımların kademeli olarak girilmesine izin verildi. 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne giren Çin dünya kapitalizmiyle uyum sağlayarak, kısa zamanda yüksek büyüme rekorları kırdı ve uluslararası yatırımların da çekim merkezi haline geldi.

Çin’deki rekor büyüme maliyeti işçi ve emekçi kesimlere ödetildi. 1980’li yılların başında tarım kooperatiflerinin dağıtılarak topraklar uluslararası sermaye gruplarına devredildi. Toprakları elinden alınan çoğunluğu genç kadınlardan oluşan göçmenler, ikamet hakkı olmaksızın-Çin’de Rusya’dakine benzer şehirler arası hareketi engelleyen yasalar var-kentlere göçerek, devasa bir işgücü rezervi oluşturdu. Resmi rakamlara göre Çin’de yaşadıkları yerleri çalışmak için geçici ya da temelli olarak terk eden 114 milyon işçi var.  Bu sayının devlet yetkilileri tarafından 2020’de 300 milyon ve sonunda 500 milyona çıkacağı tahmin ediliyor. Aşırı sömürüye açık, düşük ücretlerle ve oldukça kötü koşullarda çalıştırılan işçi sınıfı “Çin Mucizesi”nin bedelini ödemekte. Üstelik kamu hizmetleri ve sosyal güvencelerde ciddi kesintilere gidilmesiyle durum daha da vahim hale gelmekte.

Otoriter merkezi kontrolle kenetlenmiş neo-liberal unsurları giderek daha çok içine alan piyasa ekonomisi,  otoriterizm  ile kapitalizmin birbirine uyumlu olduğunu  da kanıtlamakta. Ekonomideki liberal uygulamaların aksine siyasi alanda demokratik alanları oldukça sınırlı olan Çin’de tek parti diktatörlüğü varlığını sürdürmekte. Yakın bir zamana kadar çalışma kampları bulunan Çin’de işçi sınıfının hakları yerlerde sürünüyor. Ülkede tek bir yasal devlet sendikası var. Patronlarla işçiler arasında arabuluculuk yapan bu sendikanın, patronların şartlarını işçilere dayatmak dışında bir işlevi yok.

Mucizenin sonuna doğru

Son on yılda ortalama yüzde 10’luk büyüme rakamlarını yakalayan Çin, 2008 yılında ABD’de başlayan daha sonra da Avrupa’yı saran ekonomik krizden önemli derecede etkilendi. Çin istatistik bürosunun 2016 yılında yaptığı açıklamaya göre ekonomi yüzde 6,7 oranında büyüdü. Uluslararası koşullarda bu büyüme oranı oldukça iyi görülebilir. Ancak bu son 26 yılda gerçekleşen en düşük büyüme oranı. Bu nedenle Çin bir yandan arz ve tedarik yollarını sağlama alacak “Tek yol, Tek kuşak” projesini  2020-2050 arasında tamamlamayı planlıyor. Öte yandan iç tüketimi arttırmanın yollarını arıyor. Ancak iç tüketimi artırmak iş gücü maliyetlerinin düşürülmesi politikasıyla çelişiyor. Bu da mucizevî büyümesini yabancı sermayeye ve katma değeri yüksek ihracat girdilerini üretmeyi ucuz işgücüne borçlu olan Çin kapitalizmini zora sokmakta.

Sermaye birikim krizinin yarattığı koşullarda siyasal istikrarsızlık ve ABD ile giderek kızışan jeopolitik mücadele  “piyasa sosyalizmini” çok daha kırılgan hale getiriyor. Özellikle İngiltere’de Brexit ve ABD’de Trump’ın seçilmesi sonrasında ekonomide korumacılık ve devletleşme politikaları iki emperyalist güç arasındaki mücadelenin daha da sertleşeceğini gösteriyor.

Uyuyan devi uyandırmak

“Çin mucizesi”nin yaldızlarını biraz kazıdığımızda iç göçün yarattığı sorunlar ve giderek artan işsizlik ve yolsuzluğun yarattığı devasa toplumsal çelişkiler ve giderek kızışan sınıf mücadelesini görmek mümkün. 

Özellikle 2007’den itibaren işçi hareketinde gözle görülür bir artış yaşanıyor. 2000’in başlarında daha çok devlet işletmelerinde görülen grev ve eylemlerin bugün özel kesime kaydığı görülüyor. İşçilerin taleplerinin %85’i mevcut hakları korumak yönündeyken, bugün, taleplerin %30’unu ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi oluşturmakta. 2000’de bir işçi eylemi devlet kontrolündeki medyada yer almazken, bugün eylemlerin %65’ine medya yer vermek zorunda kalmakta. İşçi hareketindeki bu canlanma ve hızlı büyümenin de olanak sağlamasıyla ücretlerde ortalama %50’lik bir artış gerçekleşti.

Öte yandan ikinci süper gücü haline dönüşen Çin, dünyanın en büyük işçi sınıfını yaratmış vaziyette. Ve kapitalist dünya sisteminin giderek artan çelişkileri bu devasa gücün harekete geçmesinin de zeminini yaratmakta. “Dünyanın Fabrikası” olarak adlandırılan bu milyarlık dev,  egemenlerin tüm baskılarına rağmen harekete geçti ve geçmeye devam edecek. İşte  o vakit Çin’de kapitalizmin sonu, dünya devriminin de başlangıcı olacaktır.

Çağla Oflas

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol