Sosyalist İşçi gazetesi, 100. yıl dönümünde, her sayısında Ekim Devrimi'ne ilişkin bir yazı yayımlıyor. Geçen hafta Şenol Karakaş'ın yazdığı yazı şöyleydi:
Yaklaşan Birinci Dünya Savaşı, sürgündeki Rus devrimci Lenin’i çok kötü etkilemişti. Dönemin bütün devrimcileri gibi Lenin de savaşın on yıllardır sürdürülen mücadelenin tüm kazanımlarını bir çırpıda imha edeceğini düşünüyordu. Savaşın başlamasıyla, kalbi ve beyni Almanya’da dev bir yapı haline gelen Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olan II. Enternasyonal’e üye olan partiler, savaş öncesi tüm enternasyonalist vurgularına rağmen kendi devletlerinin milliyetçiliğini destekleyen tutumlar almıştı. SPD’nin Alman devletini destekleyen tutumu Lenin tarafından Alman genelkurmayının sosyalist hareket içinde bozgun havası yaratmak için tertiplediği bir oyun olarak görülmüştü ilk bakışta. Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin de benzer bir şekilde derin bir bunalıma girmişti.
Savaşın her bir evresi, işçi hareketinin savaş öncesi on yıllar içinde ve mücadeleyle şekillenen tüm kazanımlarının üzerinden buldozer gibi geçti. On yıllar içinde oluşan enternasyonal dayanışmanın yerini, savaş cephesine giden üniforma giymiş işçilerin söylediği milliyetçi marşlar aldı. Savaş milyonlarca işçinin ölümüne neden oldu. Açlık, hastalık ve kıtlık sadece cephede değil, cephe gerisinde, şehirlerde de yıkıcı bir etki yarattı.
Lenin bir yandan karamsarlıkla mücadele ederken, öte yandan da savaşın karakterini analiz edip, savaşa karşı II. Enternasyonal liderliğinden bambaşka bir tutumun yine enternasyonal ölçekte kavranması ve kabul görmesi için mücadele etmeye de başlamıştı. Bir avuç sosyalist, solun bütün saflarına da sirayet etmiş bulunan milliyetçi fikirlere karşı işçilerin küresel, antikapitalist dayanışmasının örgütlenmesi için çabalamaya başlamıştı. Yine de çabaların yarattığı yorgunluk ve akıntıya karşı mücadele ediyoruz duygusu Lenin’de bile yılgınlık yaratmıştı. 1916 yılının sonlarında, yazdığı bir mektupta kendi kuşağının bir devrim daha göremeyeceğini söylüyordu. Ama sınıf mücadelesi, tüm ömrünü bu mücadeleye adayan bu devrimciye şok edici bir şakaya hazırlanıyordu.
“Devrimler yapılmaz olur”
1917 yılının başlarında, savaşın cephede ve cephe gerisinde yarattığı yıkım bir isyan duygusunu da biriktirmiş durumdaydı. Fabrikalarda grev sayısında artış başlamıştı. Petrograd’da kadınların başlattığı yürüyüş, hızla tüm işçi sınıfının desteğini almıştı. Dönemin bolşevik liderleri dahi Şubat 1917’de başlayan bu eylemlerin, Çarlık rejimiyle nihai bir hesaplaşma anlamına geldiğini henüz kavramamıştı.
Troçki, Rus Devriminin Tarihi adlı eserinde ayaklanmanın sadece derinleşen yoksunlukla açıklanamayacağının altını çiziyor: “Gerçekte, yoksunluklar ayaklanmayı açıklamaya yetmez; yoksa kitleler sürekli ayaklanma halinde olurlardı. Toplumsal rejimin bariz aczinin bu yoksunlukları hoş görülemez kılması ve yeni koşullar ile yeni fikirlerin devrimci bir çıkış yolu perspektifinin önünü açmaları gerekir. Büyük bir davanın söz konusu olduğunun bilincinde olan kitleler iki kat, üç kat yoksunluklara bile katlanabilirler.” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 2. cilt)
Dünya savaşının sonuna doğru, Çarlık rejiminin acz içerisinde olduğu su götürmez bir gerçekti. Öte yandan hem 12 yıl önce yaşanan 1905 devriminin anıları, hem yüzyılın başından beri işçi direnişlerinin içinde inşa edilen sosyalist geleneğin deneyimlerinin bizzat öncü işçiler tarafından biriktirilmiş olması, “yeni koşullar ve yeni fikirlerin devrimci bir çıkış yolu perspektifinin gelişmesini” kolaylaştırıyordu. Böylece, içinde yer alan aktif öğelerin tek tek bilincinden hem bağımsız ama hem de bu bilinçten etkilenen bir süreç olarak, beklenmedik bir anda, beklenmedik bir hızda, beklenmedik bir güçle Şubat devrimi patladı.
Yine aynı eserinde Troçki şunları yazıyor: “Devrimler bazı yasalara uygun olarak gerçekleşirler. Bu, eylem halindeki kitlelerin devrimin yasalarından açık seçik haberdar oldukları anlamına gelmez; bunun anlamı kitlelerin bilincindeki değişimlerin rastlantısal olmayıp kuramsal bir aydınlatmaya ihtiyaç gösteren ve bu yolla öngörüde bulunmak ve rehberlik etmek için bir temel yaratan nesnel bir zorunluluğa bağlı olmalarıdır.” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 2. cilt)
Bolşevizm işçi sınıfının fikri geleneğidir
Şubat devrimiyle, böylece, hem bir yandan işçi sınıfının tüm Avrupa’da gericiliğin kalesi ve devasa bir devlet aygıtı olan Çarlık rejimini beş gün içinde devirme yeteneği açığa çıkarken, öte yandan işçilerin daha aktif, mücadelenin yarınını da düşünen, devrimin sürekliliğinin sağlanması için gereken taktikleri şekillendirmeye çalışan kesiminin örgütlüğüne duyulan ihtiyaç da hızla açığa çıkmıştı. İşçi sınıfı sadece devrimi gerçekleştirmekle yetinmemişti: “Petrograd grevinin genel greve dönüşmesinden bir kaç gün sonra, yeni düzenin örgütsel biçimleri oluşmağa başladı. Siyasi cephede, İşçi ve Asker Delegeleri Konseyi kurma çabaları ile burjuva demokratik partilerin geçici bir hükümet kurma etkinlikleri rekabet ediyordu. Bu iki siyasi güç merkezi arasındaki dinamizm, 1917 devrim sürecini tanımlayacaktı. Ekonomi cephesinde ise işçiler Rusya’nın dört bir yanındaki sanayi bölgelerinde fabrika komiteleri kuruyorlardı. Bunların kurulması da büyük ölçüde kendiliğindendi; çoğunlukla grevi yönetmek için kurulan komitelerden doğmuşlardı. Lenin Nisan Tezleri adlı yapıtında sanayide ikili yönetimi (sovyet konseyleri ile) savunduğunda pek çok yerde bu zaten gerçekleşmişti (...)” (Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi/Sovyet Deneyimi kitabı)
İşçi sınıfının burjuvaziyle, Sovyet’in Geçici Hükümet’le, işyeri konseylerinin fabrika patronlarıyla mücadelesi Şubat devriminden Ekim devrimine kadar geçen her bir günde ve saatte devam etti. Devrimin her bir ayı, Haziran, Temmuz olayları, Kornilov darbesi girişiminin püskürtülmesi gibi hadesiler bir yandan işçi sınıfının devrime sahip çıkma kararlılığıyla, öte yandan da işçi hareketinin kararlı devrimci zemininde işçi sınıfı mücadelelerinin tarihine yaslanan kitlesel bir işçi partisinin neredeyse öncü işçileri blok olarak birleştirme yeteneğinin üst üste gelmesi sayesinde atlatıldı ve işçi sınıfı tarihte ilk kez siyasi iktidarı bütünüyle kendi ellerinde toparladı. Rosa Lüksemburg “Gelecek her yerde Bolşevizmin” derken, Ekim Devrimi’nin bu her hatırlandığında egemen sınıflara korku salan etkisine, cesaretine, burjuvaziyi politik olarak tarih sahnesinden silme ve ekonomik olarak mülksüzleştirme gücünü kendisinde bulmasına atıf yapıyordu.