Sosyalist İşçi gazetesinin son sayısında MHP üzerinden faşizm ele alındı:
MHP lideri Devlet Bahçeli, grup toplantısından sonra basının sorularını yantıladı. MHP’den ayrılan Sinan Oğan’ın konuşma yapmak istediği kürsüye geçtiğimiz hafta içinde bir saldırı yapılmıştı. Saldıryı yapan MHP’li olduğunu ifade eden sloganlar atmıştı. Devlet Bahçeli, bu saldırganın ülkücü olmadığını şu cümleyle ifade etti: “Konuşma yapılan kürsü dağılmış ama kimseye bir şey olmamış. Ülkücü başladığı işi yarıda bırakmaz.”
Sol içinde yıllardır faşizm ve faşist partinin karakteri hakkında bir tartışma sürdürüyoruz. Bu, Türkiye’ye özgü olmayan bir tartışma, Türkiye’de başlamadı, fakat Türkiye’de bu tarihsel kökenlere sahip olan tartışma daima çok önemli oldu. Bu tartışmanın bir yanı, faşizmin tanımlanmasıyla alakalıyken, diğer yanı ise faşizme karşı mücadelede izlenmesi gereken taktikler.
Faşizm, sanıldığı ve solun geniş kesimleri tarafından üzerinde anlaşıldığı gibi, baskıcı rejimlerle özdeşleştirilecek bir devlet örgütlenmesi değildir. Devletin uyguladığı şiddetin düzeyiyle belirlenmez faşizm. Çekilen acıların yaygınlığı da faşizmi tanımlamakta bir ölçüt olamaz. Acıların yoğunluğu, şiddetin sürekliliği ve artan dozu değilse, faşizmi belirleyen nedir?
Demokratik bir burjuva devlet mi
Şiddet burjuva devlet aygıtının, üstelik en demokratik burjuva toplumunu da düşünerek kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki, doğasında vardır, varoluşsal özelliğidir. En demokratik görünen cumhuriyet bile, bireylerin ve ezilen toplumsal kesimlerin hakları yasalar tarafından güvence altına alınmış da olsa, devletin yasalara aldırış etmeyen ve “gerekli olduğu yer ve zamanda” doğrudan zor kullanmak üzere örgütlenmiş bir yapı olmak zorundadır. Devlet, özetle, bir örgütler toplamıdır. Bu örgütlerin bir kısmı yasalara bütünüyle uyumludur; ama bazı başka örgütler yasaların radarının dışındadır. Devletin yasalara uygun olarak örgütlenen ve işleyen kurumları da zaman zaman yasaların radarının dışında çıkar.
Şiddetin ve yasal devletin işleyişinde yasadışılığın ne düzeyde hakim olacağının sınırını üç etken belirler. Birincisi, devleti kendi komitesi gibi gören ve bu komitenin kendi genel çıkarlarını savunduğundan emin olmak isteyen ve başka ülkelerin egemen sınıflarının baskısını her zaman hisseden egemen sınıfın iç rekabetinin ve bölünmüşlüğün düzeyi. İkincisi, kapitalist üretimin kar oranlarının azalmasına bağlı olan krizinin derinliği ve krize karşı alınan önlemlerin düzeyi ve yeterliliği. Şiddetin düzeyini belirleyen etkenlerin en başında ise “insan faktörü”, diğer bir deyişle krizin etkisini günlük yaşamında yaşam standartlarında radikal bir düşüş şeklinde yaşayan işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin tepkisinin düzeyi.
Demokrasinin özü
Uğruna tüm yaşamımızı adadığımız siyasal demokrasinin özü, aslında budur. Egemen sınıfların devlet aracılığıyla uyguladığı şiddete karşı mücadelede, örgütlenme, düşünce, ifade ve gösteri özgürlüklerinin ne kadar genişletilebildiği, siyasal demokrasinin de sınırlarını belirler. Demokrasinin her bir kazanımı, işçi sınıfının kapitalizme ve devlet aygıtına karşı verdiği mücadelede, dişiyle, tırnağıyla kazandığı haklar toplamdır.
Faşizm, bu yüzden baskıyla özdeşleştirilemez. Baskıcı olmayan burjuva devlet henüz icat edilmedi zira.
Olağanüstü bir devlet biçimi olarak faşizm
Faşizmin “olağan dönemlerin şiddetinden farklı” olan yanı, olağanüstü dönemlerin ürünü olmasıdır. Olağan dönemlerde, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, faşist partiler örgütlenebilir, geniş kitle tabanları da bulabilir, seçimlere katılıp milletvekili çıkartabilir. Bu gelişmelerin her biri özgürlükleri tehdit eden hamlelerdir. Ama olağanüstü bir rejim değişikliği dönemine geçmek ve devlet örgütlenmesini tepeden tırnağa değiştirmek için egemen sınıfın faşist harekete ikna edilmesi gerekir. Sadece egemen sınıf değil ordunun da, devlet bürokrasinin, o “devlette süreklilik esastır” lafına toplumsal temel olan devlet aklının taşıyıcılarının, devasa bürokratik aygıtın akıl hocalarının ve memurlar ağının da ikna olması gerekir. Böyle bir ikna süreci, kapitalizmin krizinin ekonomik, politik, sosyolojik ve psikolojik tüm düzeylerde sert bir şekilde yaşandığı koşullarda gündeme gelebilir ancak. Kriz, devletin olağan şiddet yöntemleriyle, moda deyimle hatta otoriter popülist yöntemlerle baş edilebilecek boyutları aştığında, egemen sınıf, güvenilmez, maceracı, savaşçı ve pahalı bir rejim olan faşizme meyledebilir.
Kriz orta sınıfları dağıttığında, küçük mülk sahibi milyonlarca insan mülksüzleşmeye başladığında, bu kitleler kültürel bir çöküşe sürüklendiğinde, alışıldık dini, ahlaki normlar yaşadıkları altüst oluşu açıklayamaz, dolayısıyla alıştıramaz hale geldiğinde kitlelerde radikalleşme başlar. Orta sınıflarda bu radikalleşme, aşırı uç denilen fikirlere yönelik arayış başladığında, işçi sınıfı ve onun umudu anlatan ve örgütleyen fikirleri kendisini kanıtlamış bir şekilde bir kitlesel parti olarak örgütlenmiş durumda değilse ve aynı koşullarda kitlesel, ilk kadro birikimini örgütlemiş, liderliğini şekillendirmiş bir faşist parti alternatif olabilir. Faşist alternatif, kitleselleşmeye başladığında, milyonlarca insanın kitlesel karamsarlığının, hatta çılgınlığının gövdesi haline geldiğinde, yaşananların tüm sorumluluğunu o ülkede yaygın milliyetçiliğin kökenlerinde yatan bir düşmana havale edebilir. Bu Almanya’da önce Yahudiler, sonra ve Yahudi olarak da suçlanarak Komünistlerdi. Türkiye’de, bu yaygın milliyetçiliğin köklerinde önce Ermeniler, sonra zaman zaman Ermeni olmakla itham edilen Kürtler ve bütün melaneti üzerinde toplayan sol olabilir. Faşizm, şiddeti devlet tekelinden çıkarttığı oranda bağımsız bir güç gösterisi yapan bir siyasi alternatif haline gelebilir. Bu açıdan, faşizm, sivil bir kitle hareketidir, temel amacı krizi egemen sınıf lehine çözmek olan ama bunu, ancak bir kitle hareketi olduğu ölçüde işçi sınıfı kitlelerini, onun tüm derneklerini, partilerini, basınını, dağıtarak atomize edebilirse başaran bir siyasi harekettir. Bu süreç, bildiğimiz devlet aygıtının aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı, faşist bir temelde örgütlenmesiyle elele gider.
Faşist hareketler, şiddet ve baskıyla eş tutabileceğimiz “hödük” hareketler değildir. Toplumu ve devleti tüm hücrelerine kadar işgal etmek, kendilerini burjuvaziye kanıtlamak, örgütlenmelerinin her bir evresinde profesyonelce adımlar atmasını gerektiren modern ve soğukkanlı hareketlerdir. Bu nedenle, faşist hareketler, ilk adımlarını atmaya başladıklarında en zayıf, en korunaksız, zaten geleneksel sağ tarafından düşmanlaştırılmış toplumsal kesimlere saldırarak işe başlar. Burada kadrolaşır, örgütlenir, güç gösterisiyle eleman toplar. Türkiye’nin son 40 yıllık tarihi bu derslerle doludur.
Rıfat Solmaz