İngiltere'de mücadele eden SWP'nin (Sosyalist İşçi Partisi) önde gelen üyelerinden, marksist kuramcı Alex Callinicos'un 22 Ekim Cumartesi günü İstanbul'da Sosyalist Tartışma toplantılarında yaptığı sunumun dökümü...
20 yıl önce Bill Clinton, ABD cumhurbaşkanıyken (bunu hatırlamakta fayda var, çünkü büyük ihtimalle yakında bir başka Clinton başkan olacak) Batı kapitalizmi gücünün doruğuna erişmiş durumda gibi gözüküyordu. 1990’ların sonları, neoliberal küreselleşmenin zirve noktası olarak düşünülüyordu. Yani bütün dünyanın serbest piyasa ekonomisi ilkelerini uygulama çabası başarıya ulaşmış gibi görünüyordu. 3. Dünya ve hatta Rusya ve Çin gibi büyük ülkeler dahi neoliberal ekonomiye kendilerini uyarlamaya zorlanmış gibi gözüküyordu. Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmaya zorlanmıştı, Bill Clinton Çin’i neoliberal ekonomiyi uygulamaya zorluyordu. ABD’nin küresel ölçekteki hakimiyeti sorgulanmaz bir durumdaydı. Yine o yıllarda herkes, daha birkaç yıl öncesinde ABD’nin militarist aygıtının Saddam Hüseyin’in ordularını imha ettiğini ve Ortadoğu’daki kontrolünü pekiştirmiş olduğunu hatırlıyordu.
Şimdi gördüğümüz tablo çok farklı. Birincisi, dünya kapitalizmi hâlâ 2007-2008’de patlak veren kriz ile başa çıkmaya çalışıyor. İkincisi, Ortadoğu tam bir kaos alanına dönüşmüş durumda. Üçüncüsü, ABD gücünün gerilediği ile ilgili neredeyse elle tutulur bir hissiyat var. Amerika’daki başkanlık seçimleri bunun bir göstergesi.
"ABD hâlâ büyük mü?" tartışması
Trump ile Clinton arasında bir yarış sürüyor ama her ikisi de ABD’de popülerlikten çok uzak. Aralarındaki tartışmanın temel noktalarından biri, ABD’nin hâlâ büyük bir ülke olup olmadığı. Trump, ABD’yi yeniden büyük yapacağını söylüyor. Clinton ise ABD’nin zaten büyük olduğunu dile getiriyor. Herkes anlıyor ki, bu konu bir kere tartışılıyorsa, anlaşılan o ki ABD’de sorun var.
Küresel durumdaki bu değişikliğin arkasında bir dizi unsur var. Ama ben, en önemlileri olduğunu düşündüğüm iki tanesine odaklanacağım. Birincisi, ABD’nin Irak’taki yenilgisi. Bu, Amerika’nın Vietnam’da yaşadığı yenilgiden çok daha önemli bir yenilgi. ABD, Vietnam’da rezil oldu ama o dönemde Asya’da çok dinamik, büyüyen, Japonya veya Güney Kore gibi ülkeler vardı. Bundan farklı olarak, Irak’ın işgali ve alınan yenilgi, Ortadoğu’nun bütün bir bölge olarak istikrarsızlaşma sürecinin başlangıcı oldu. Şu anda ne olduğuna bakın: ABD ve müttefikleri, Musul’u geri almaya çalışıyorlar.
Bununla iç içe olan bir diğer şey de 2007-2008’deki ekonomik kriz. Ve özellikle bu ikinci unsur üzerine yoğunlaşacağım. Ekonomiden başlamayacaksak Marksist olmanın ne anlamı var ki?
9 yıldır süren ekonomik buhran
Bu kriz 2007 Ağustos’unda başladı. 9 yıldan fazla geçti. Ama krizin henüz bitmediğini söyleyen bir iddia var. İngiliz marksist Michael Roberts, “Uzun Buhran” diye bir kitap yayımladı. Kriz değil de buhran demenin anlamı ne? Uzun vadeli bir ya yavaş büyüme ya da ekonomik gerileme sürecinden bahsediyoruz demek. Gerçekten de gördüğümüz bu. Burjuva iktisatçılar bile “uzun vadeli bir ekonomik duraklama dönemi”nden söz ediyorlar. Şu anlama geliyor bu: Normal koşullarda kriz dediğinizde, ekonomi düşer, bir süre sonra toparlanır, hızla büyür ve eski hâline döner. Ama bu sefer böyle bir şey gerçekleşmedi. Batı ekonomilerinin tekrar canlanmaya başlaması uzun zaman sürdü. Ve bu olduğunda da hızla büyümediler, tarihsel ortalama büyüme hızının altında kalan, küçük bir büyüme hızıyla yavaş yavaş toparlanmaya başladılar.
Krizin bitmediğine dair ikinci bir kanıt da parasal genişleme politikaları kullanıyor olmaları. Parasal genişleme/rahatlatma, merkez bankalarının ekonomiyi rahatlatmak için kullandıkları politikalara verilen isim. Basitçe anlatmak gerekirse, bu politikaların bir örneği, para yaratıp banka sistemine bunu pompalamak. Bütün merkez bankaları, en tutucu ve aptal olan Avrupa Merkez Bankası bile bu politikayı uyguluyor. Bu yöntem işe yaramamış olduğu için şimdi giderek negatif faiz oranları kullanmaya başladılar. Normalde, paranızı bankaya koyarsınız, bunun karşılığında faiz öderler. Giderek, parayı bankaya koyduğunuzda, siz bankaya faiz ödemek durumunda kalıyorsunuz. Ve ayrıca bankaların kendileri, kendi paralarını merkez bankalarına yatırdıkları için, buralara faiz ödemek zorunda kalıyorlar.
Para harcamadaki azlığın kaynağı kapitalistler
Bu garip işleri niye yapıyorlar? Çünkü en küçüğünden en büyüğüne bütün ekonomik işletmelerin, yani hane halkından büyük şirketlere kadar, paralarını bankalara yatırmak yerine harcamalarını istiyorlar. Paralar harcandıkça ekonomilerin canlanacağını ümit ediyorlar. Ama para harcanma yetersizliği, aslen büyük şirketlerden kaynaklanan bir sorun. Özellikle Avrupa ve ABD’deki en büyük şirketlere baktığınız zaman, devasa para stoklarının üzerinde oturuyorlar. Trilyonlarca ABD doları. Yatırım yapmaktansa bu parayı muhafaza ediyorlar. Ama kapitalist ekonominin itici gücü yatırım. Marks, sermaye birikiminden söz eder. Sermaye birikimi, şirketlerin yatırım yapıp sermayeyi büyütmeleridir. Ama yatırım şu anda son derece düşük düzeylerde. Yavaş büyüme oranlarının nedeni de bu.
Kapitalist şirketler tabii ki hayır kurumları değiller. Birilerine iyilik olsun diye yatırım yapmazlar. Kâr etmeyi umdukları yerlerde yatırım yaparlar. Yani şu anda olan şu: Kâr beklentileri, yatırım yapmalarını sağlayacak düzeyin çok altında. Bu da bizi meselenin kalbine götürüyor. Küresel kapitalizm, bir kârlılık krizi yaşıyor. 2007-2008 krizinin arka planının anahtarı da bu. Neoliberalizm, kârları artırabilmek için işçi sınıfının ümüğünü sıkmak idi. Ama bütün neoliberal politikaların sonucunda, sistemin yeniden istikrarlı bir büyümeye kavuşacağı ölçüde sıkmayı beceremediler. Sonuç bu olmadı. Bunun yerine, Batı ülkelerinin hükümetleri, finans piyasalarını özendirmek gibi bir noktaya çekildiler. Finansal piyasalarda spekülatif balonlar oluşursa, bu ekonomilere itici güç rolü görebilir diye düşündüler. Ancak balonların sorunu şu ki, patlarlar. 2007’de balon patladığı zaman, bütün dünya ekonomisini aşağı doğru çekti. Bu durumdan çıkmanın yolu, kapitalist ekonomiler için kârlılık oranlarını artırmak.
Kapitalizmin kârlılık krizi
Marks, kârlılık oranlarını yükseltmenin iki temel yolu olduğunu anlatır. Birincisi, işçi sınıfının ümüğüne daha sıkı basarsınız: ücretleri düşürürsünüz, çalışma saatlerini uzatırsınız, üretkenliği artırırsınız, bunlar kârlılığın yükselmesini sağlar. İkinci yöntem sermaye imha etmektir. Yani kâr edemeyen şirketlerin çökmesine izin verirsiniz. Böylelikle bir miktar sermaye imha olmuş olur ve bu da daha büyük, daha kârlı şirketler için alan açılmasını sağlar.
2008’den beri şunu görüyoruz: Sömürü oranlarını artırmak için başarılı bir girişimi var kapitalizmin. Yani ABD ve Avrupa’da kapitalistler işçi sınıfının ümüğüne daha sıkı basmak konusunda oldukça başarılılar. Ama yeterince sermaye imhası gerçekleşmedi. Finansal genişleme, yani ekonomiye para pompalama, başarısız sermaye birimlerinin yaşamaya devam etmesine yol açıyor. İktisatçılar “zombi şirketlerden” söz ediyorlar günümüzde. Yani aslında yaşamaması gereken ama hükümet politikaları nedeniyle yaşamını sürdüren kârsız şirketler. Bu, yavaş büyümenin, kârlılığın artmamasının ve dolayısıyla sistemin krizden çıkamamasının nedeni. Yani devletler müdahale ettiler, ekonomilerin çökmemesini sağladılar ama bunu yaparken kullandıkları yöntemler, krizi ilk başta yaratan sorunların çözülememesine yol açtı.
Ekonomik krizin jeopolitik sonuçları
Bu ekonomik durgunluğun jeopolitik sonuçları var. En önemlisi, ABD’nin zayıflamasına yol açıyor. Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi, onun da bir dizi kendine özgü sorunları var ama ABD ekonomisine göre hızla büyümesini sürdürüyor. ABD seçimlerine yine bir gönderme yapmak gerek: dünyanın en güçlü ülkesindeki seçim kampanyalarına bakıyorsunuz, Trump’ın saçmalıkları bir yana, bu güçlü ülkenin içine kapanıyor ve kendisiyle kavga ediyor olduğunu görüyorsunuz. Ve bu durum, Amerika’nın dünya kapitalizmi üzerindeki geleneksel liderlik konumunun gereklerini yerine getirmesini engelliyor. Obama’nın ikinci başkanlık döneminin ana inisiyatiflerinden biri Transpasifik Ortaklığı idi. Bu, Asya’nın önde gelen ekonomileri ile ABD arasında -ama Çin’i dışlayan- bir ortaklık anlaşmasıydı. Ortaklığın amacı, ABD açısından, dünya ekonomisinin en dinamik bölgesi üzerindeki Amerikan hakimiyetinin sürmesini sağlamaktı. Trump ile yaptığı son tartışmada, Clinton, başkan olduğu takdirde bu ortaklığı devam ettirmeyeceğini söyledi. Yani seçilebilmek için ABD emperyalizminin temel girişimlerinden birini imha etmiş oldu.
ABD’nin bu geri çekilme durumunu Ortadoğu’da da çok açıkça görmek mümkün. Obama, baştan beri Suriye’deki savaşta ciddice bir Amerikan askeri katılımı olmamasını sağlamak konusunda çok kararlıydı. Niye? Temel olarak bir daha bir Irak yaşamak istemediği için. Yani Irak yenilgisi, ABD’nin bugün Ortadoğu’da neler yapabileceğini sınırlayan bir unsur. Bu vakum durumu, ABD’nin askeri müdahale yapmaması, sonuçta Rusya’ya alan açtı ve fırsat verdi. Ekonomik olarak baktığınız zaman, Rusya, ABD’den çok daha zayıf bir ülke. Ama ABD geri adım attığı zaman, Rusya’nın önündeki manevra alanı genişlemiş oluyor. Ama ABD’ye asıl rakip olan ülke Çin.
Çin ile kapışma sürüyor
Çin’in ABD’yle rekabet ettiği alanlar, hayal edebileceğiniz bütün boyutları kapsıyor. Ama bu çatışmanın odak noktası, şu anda Güney Çin Denizi. Burası ve çevresi çok zengin doğal kaynaklara sahip ve ayrıca bölgedeki ülkeler arasında bir dizi toprak anlaşmazlığına sahne oluyor. Çin bütün oraların kendisinin olduğunu savunuyor. Burada da ABD’nin konumunun zayıflamakta olduğunu gözlemliyoruz. Amerika, Asya devletlerini Çin’i izole etmek için kendisine yardım etmeye ikna etmeye çalışıyor. Ana müttefiklerinden bir tanesi Filipinler, yakın geçmişte uluslararası mahkemlerde Çin’e karşı toprak anlaşmazlığıyla ilgili bir davayı kazandı. Filipinler’de şimdi yeni bir başkan var, Duterte, tamamen zır deli. Ama bir açıdan o kadar da zır deli değil belki, çünkü şu anda Amerika’ya, yani bölgenin sömürgeci gücüne “cehenneme kadar yolun var” diyor ve Çin’e yaklaşıyor. Bu hafta Duterte, Pekin’i ziyaret etti ve resimlere baktığınızda gülünç bir durum var. Çünkü Çin başkanı dev gibi bir adam, Duterte ufak tefek bir adam, simgesel olarak da fotoğraflarda onun üzerine eğiliyor. Duterte, Çin’e siyasi olarak yakınlaştığı ölçüde, Çin’in Filipinler’e dünya kadar para vereceğini biliyor. Burada da görüyoruz ki ekonomik kriz, jeopolitik sonuçlara yol açıyor.
Son olarak, bütün bu tabloda solun nerede olduğu konusuna girmek istiyorum. Enternasyonalistler olarak, bizim umrumuzda değildir ABD’ye karşı Çin, Rusya vs. –bunların hepsi bizim için emperyal güçlerdir. Biz sistemin bütününe bir alternatif arıyoruz. Sorun şu bizim için: bütün bu karmaşa ve son 10 yıldaki kriz öyle bir döneme denk geldi ki, sol en azından Avrupa’da tarihsel olarak zayıf olduğu bir dönemde. Geçtiğimiz 20 yılda, solun, neoliberalizmin uygulanmasına yol açan yenilgilerden yavaş yavaş çıkmaya başladığını görmüştük. 2000’lerin başında, Bush savaşlarını başlatırken, her tarafta devasa savaş karşıtı hareketler inşa etmeyi başarmıştık. Ama sistemik bir krize karşı durmak, savaşlara karşı çıkmaktan çok daha zor. Belli bir savaşı istemediğiniz konusunda pek çok sayıda insanla hemfikir olmak mümkün. Ama kapitalizmin krizi söz konusu olduğu zaman, ne alternatif sunacağız?
Devrimci solun önemi
Dolayısıyla sol, başlangıçta ekonomik kriz karşısında zorluk yaşadı. Son birkaç yıl içinde bu durum değişmeye başladı. Yeni sol hareketler Yunanistan’da, İspanya’da, ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Corbyn, bunların ortaya çıkışını gördük. Ama yine durum basit değil çünkü bu saydığım hareketlerin üzerindeki egemen etki, reformizmin çeşitli türleri. Ve sistem büyüyor olduğu zaman reformizmin bir miktar işe yaraması mümkündür ama şimdi olduğu gibi bir kriz döneminde söyleyeceği çok şey yoktur. Yunanistan’da bunu açıkça görebiliyoruz. Avrupa Birliği, fiilen Syriza hükümetini imha etti. Yani solun kendisini yenileme sürecinin nispeten başlarında bir yerdeyiz. Ama Türkiye’de DSİP, İngiltere’de SWP gibi örgütlerin yapabileceği çok önemli bir katkı var. Çünkü ideolojik berraklık sunuyoruz; yani karşı karşıya olduğumuz durumun sistemin kriz olduğunu ve bunun ancak sistemi devirerek aşılabileceğini söylüyoruz. Ve bunu, siyasi olarak belli konularda çok sayıda insanı birlikte mücadele etmeye davet edecek hareketler inşa etmeye çalışarak yapıyoruz.
Örneğin İngiltere’de SWP, İşçi Partisi’nin (Labour) içinde değil, reformizmi reddediyoruz. Ama aynı zamanda Corbyn ve destekçileriyle birlikte ırkçılığa karşı geniş bir hareket inşa ediyoruz. Böyle davranarak daha büyük, ama aynı zamanda daha güçlü bir solun inşa edilmesine katkıda bulunabiliyoruz. Ve yine böyle yaparak, insanların katıldığı çok çeşitli mücadelelerin, sisteme karşı mücadelelere dönüşmesini sağlama şansımız var.