Geçtiğimiz on beş yıl, dünya genelinde hem kitle hareketlerinin hem de fikirlerin radikalleştiği bir dönem oldu.
1999’da başlayan küreselleşme karşıtı hareket 2001’den itibaren hızla savaş karşıtı harekete evrildi. Arkasından 2008’de ABD’de finans krizi patlak verdi ve dünya kapitalizmi bir durgunluğa girdi. 2011’de neoliberalizmin en zayıf halkası olan diktatörler cenneti Ortadoğu’da devrimci bir dalga yaşandı. Milyonlar harekete geçti. Avrupa’da ise son on yılda bir dizi radikal sol parti kuruldu. En büyük olanlarından Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos çürümüş merkez sosyal demokratik partilere yüz çeviren kitle hareketlerinin üzerinde yükseldiler. Dünyada hatırı sayılır sayıda ülkede meydan işgalleri yaşandı. Wall Street’ten, Tahrir’e, Hong Kong’dan İstanbul Gezi’ye neoliberalizme öfke radikal bir biçim aldı. Milyonlarcaa genç bu süreçte devletin şiddetiyle bizzat sokakta mücadele ederek eğitildi. Bu muazzam tablonun tabii ki başka bir yüzü daha var. Kapitalizmin krizi sadece sol hareketleri büyütmedi. Kazanamayan ya da arzu ettiği değişimi getiremeyen her hareket karşısında karşı devrimci hareketleri buldu. Ortadoğu’da hem devletlerin yerleşik düzenlerinin karşı devrimci hamlelerine (Mısır, Suriye ve kısmen Tunus) hem de IŞİD gibi karşı devrimci örgütlerin doğuşuna şahit olduk. Avrupa’da sol ile birlikte ırkçılığın da ciddi düzeyde arttığını gördük. Mülteci pazarlığı etrafında dönen sınır politikaları Avrupa sağının İslamofobi etrafında kitleleri mobilize ettiği son dalgayı tetikledi. En son ABD seçimleri Bernie Sanders gibi demokrat geleneğin içinden çıkabilecek en radikal adaylardan biriyle Cumhuriyetçilerden çıkabilecek en sağ adaylardan biri olan Donald Trump’ın yarışına sahne oluyor. Tüm dünyada statüko sallanıyor. Ama ortaya çıkacak yeninin sol mu yoksa sağ bir yanıt mı olacağı henüz netlik kazanmadı. Dünyanın sallanarak döndüğü bu dönemler fikirlerin de süratle radikalleştiği ve hızla dönüştüğü dönemlerdir. Şu haritanın neresinde mücadele ediyor olursak olalım bize dünyayı değiştirmek için dünyayı açıklayacak fikirler gerekiyor. Eğer kapitalizme bir alternatif arıyorsak Karl Marks’ın fikirleri başlamak için doğru bir yer. 14 Mart 1883’te öldüğünde gözünü kapattığı dünya, o zamandan bu zamana çok değişti ama hala temel çelişki ve çatışmaları kar sömürüsü etrafında şekillenen küresel kapitalist bir dünyada yaşıyoruz.
Tam da bu yüzden yukarıda sıraladığım hareketlerin beraberinde getirdikleri entelektüel bagajla eleştirel bir diyaloğa girmemiz kaçınılmaz. 1989-91 Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından piyasaya sürülen ‘tarihin sonu’ tezlerini yerle bir etmeyi başardık ama bu her zaman Marksist fikirlerin başat olduğu bir entellektüel çabanın ürünü olmadı. 2000’lerin en etkili figürleri Marksizmin bir varyantını temsil eden otonomcu marksistler, marksizmi temel önermelerinden soyutlayıp bugüne uyarladığını iddia eden post-marksist düşünürler ve postmodernizmle tartışırken son derece eklektik fikirlerle dünyayı açıklamaya çalışan aktivist-entellektüeller oldu. Post-endüstriyel bir ekonomik düzende yaşadığımızı anlatan kapitalizm analizleri işçi sınıfının merkezde olmadığı bir dizi politik analize doğru evrildi. Hareketle kurdukları organik bağı gözönüne alacak olursak sanırım geçtiğimiz 15 yılın en bilinen radikal düşünürleri arasında Antonio Negri, Michael Hardt, Naomi Klein, John Holloway, Chantal Mouffe, Ernesto Laclau, Naom Chomsky, Slovaj Zizek’i sayabiliriz. Negri ve Hardt, ‘İmparatorluk’ ismini verdikleri küresel sisteme karşı ‘çoklukla’ savaşılabileceğini öne sürerken işçi sınıfının merkezi rolünü bir kenara koyup çok özneli bir mücadele öne sürüyordu. John Holloway ‘iktidari almadan dünyayı değiştirmek’ üzerine bir kitap yazdı. Bu otonomcu marksizmin devlet dediğimiz şiddet aygıtının nasıl yok edileceğine dair yaptığı en ‘radikal’ önermeydi. Mouffe ve Laclau karşıtlıkların yeniden tarif edildiği ve “radikal demokrasi” adını verdikleri bir tür sol popülizm önermesiyle post-marksist bir açılım sundular. Zizek, psikanalizden Lenin’e uzanan radikal bir düşünce haritasına sahipti ama sistematiği ve stratejisi yoktu. Bu isimlerin yanına post-marksist kategorisine girmeyen ve marksist eleştirel siyaseti yeniden okuyan Alan Badiou (‘Olay’ diye isimlendirdiği kırılma anları ve bunların verili ‘durumu’ nasıl kırdığını anlattığı devrimci olasılıklar ufuk açıcı bir Marksist çözümleme olsa da Badiou için ‘sınıf ‘merkezi önemde değildir), Jacques Ranciere (Anlaşmazlık ve eşitlik üzerine kurduğu siyaset felsefesi siyasi özneyi sınırları aşan bir eşitlik arzulayıcı olarak konumlandırır. Dolayısıyla Ranciere’in öznesi eşitlik isteyen tüm insanlıktır), Etienne Balibar (Fransız devriminin gerçekleşmeyen ama mecburen sözleşmelerle içerilmek zorunda kalan vaadlerinin politik kıldığı ‘vatandaş’ kavramı politik öznedir) gibi isimler de eklenebilir. Her biri uzun birer kitap konusu olabilecek bu isimlerin fikirlerinin analizi bir kenara, harekette ve yeni solda hakim bir dizi anlayışa Marksizmin yanıtı önemli.
Marks’ın üzerine kafa yorduğu büyük mesele kapitalizmdi. Fikirlerindeki orjinallik, 1840’larda seri üretim yapan ve teknolojiye dayanan endüstriyel kapitalizmin İngiltere’den dünyaya yayıldığını kavramaktı. Bununla birlikte kapitalizmin doğası gereği büyük ekonomik krizlere yatkınlığını da ortaya serdi. Bugün kapitalizmin adaletsizliği, çevre yıkımı ve ırkçılığı üzerine çok şey söyleniyor ama krize girme eğilimi üzerine az şey. Dolayısıyla radikal iktisat neoliberalizm eleştirisini borsa, finans sermayesi ve kötü yönetim eleştirisi üzerine kurdu. Bu eleştiri, siyasi iktidarların baskıcı ve adaletsiz olmakla itham edildiği yüzeyselliğe paralel bir çizgiyi işaret ediyor. İkisinde de risk, eleştirinin dozu ne kadar sert olursa olsun önerilen alternatifin radikal bir reformist çizginin ötesine geçememesi. O yüzden de, eski solu ve yeni sosyal demokrasiyi eleştirerek radikal çıkışlar yapan hareketler bugün uzlaşmacı bir çizgiye çekilmek zorunda kalıyorlar. Syriza bunun en trajik örneğini sergiliyor. Kapitalizm ve onun devlet aygıtı iyi yönetilerek insanileştirilemezler. Marksizmin birinci önemli dersi buna dairdir.
Marks kapitalizmin sadece adaletsiz bir ekonomik sistem olduğunu öne sürmedi aynı zamanda çok temel bir çelişki tarafından karakterize olduğunu anlattı: işçi sınıfı ve burjuvazinin çatışması. Kapitalizmin yakıtı olan karın işçi sınıfının sömürülmesiyle elde edildiğini anlattı. Dünyadaki kutuplaşma bugün de zenginlerle sömürülenler arasında. Ortadoğu’yu sallayan devrimler nüfusun ciddi bir bölümünün işsiz kalmasına, gıda fiyatlarının artmasına neden olan neoliberalizme ve bunların üzerinde külçe külçe altınlarla servet biriktiren diktatörlere karşı yaşandı. Bu kutuplaşmış dünya özetle 19. yy dünyasında kalmadı. 21 yy dünyası da aynı çelişkilerle belirleniyor.
Marks, sınıf savaşını tarif ederken ezilenler kategorisini çektikleri acılar üzerinden güçlü ilan etmedi. Marks ezilenlerin güçlerin yoksulluk ve acı çekme şiddetinden almadıklarını gördü. İşçi sınıfı kapitalizmde karın kaynağı olan emeğin sahibidir. Gücünü, kar için sömürülen emeğini üretim sürecinden kolektif olarak çekebilme kabiliyetinden alır. Dolayısıyla önemi kapitalizmin yıkılması için seferber edebileceği kilit bir metaya sahip olmasında yatar: emek. Türkiye’de son iki yılda yaşanan metal, tekstil ve cam sektörü grevlerine bakalım. Ettirdikleri her kuruş zarar yapabileceklerinin garantisidir.
Diğer önemli nokta Marks’ın işçi sınıfı olarak gördüğü kitlenin hiç de klişe şekilde resmedildiği gibi erkek endüstriyel kol işçisi olmamasıdır. Marks için sınıf, emek sömürüsü etrafında şekillenir. Yaşamak için kapitalist bir firmaya ya da devlete becerini satmak zorunda olman işçi olman için yeterlidir. Hastanede, büroda, okulda, restoranda, süpermarkette ya da üniversitede çalışıyor olmak sınıf pozisyonunu belirlemez. Sadece bazı işkolları stratejik olarak daha fazla işkolunu etkileyebildiği için işçi sınıfının bazı kesimleri yapacakları grevlerde daha büyük bir etki alanına sahiptir. Hizmet ya da fiziksel meta üretip üretmiyor olmak, kamu kurumunda ya da özel sektörde çalışıp çalışmıyor olmak sınıf pozisyonunu belirlemez. Böylesi bir yerden bakıldığında işçi sınıfının toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu görürüz. Ayrıca sayısının küresel düzeyde arttığını. İletişim teknolojileri, hizmet sektörünün büyümesi gibi gelişmeler işçi sınıfının gücünü azaltmaz. Bilakis yeni mücadele alanları anlamına gelir. İşçi sınıfının geçirdiği değişim devrimci niteliğiyle ilgili bir değişim değildir. Sıkça karşılaştığımız orta sınıf analizleri ve yazının başında sıraladığım hareketlerin öznesi olarak “yeni orta sınıf” “prekarya” gibi kavramların kullanılması Marks’ın karikatürize edilmiş bir sınıf analizi yaptığını öne sürüp sömürü sürecinden bağımsız kriterlerle sınıf tarifi yapma çabasıdır. Bu analizler hareketi güçlendirmediği gibi ortak sınıf çıkarları yerine daha partiküler ayrımlarla sınıf kategorisinin geçersizliğini öne sürmektedir. Oysa işçi sınıfı Marks’ın döneminde olduğundan çok daha fazla işkolunda, çok daha fazla yerde ve çok daha fazla sayıdadır. Sınıf hareketindeki dönemsel düşüşler, yeni büyüyen işkollarındaki örgütsüzlük, esnek ve güvencesiz çalışmanın getirdiği çekingenlik, işçi sınıfının örgütlü olduğu sektörlerin dağılışı ve yine sendikaların güçlü olduğu yerlerde sendika bürokrasisinin sınıf mücadelesini manipülasyonu ‘sınıf öldü’ fikrini cazip kılmakta. Oysa sınıf hareketinin görülmesi ve politik olarak önemsenmesi bizzat politik bir tartışma. Sınıf hareketinin bugünün dünyasındaki düşük örgütlülük düzeyi, yozlaşmış liderliği ve meydana geldiği yerlerde gördüğü düşük politik destek sınıf hareketlerini diğer hareketlerin yanında görünmez kılmaktadır. Bugünün güncel görevlerinden biri tam da bu algıyı değiştirip var olan hareketleri görünür kılmak ve politik etkilerinin altını çizmektir.
Marks’ın yaptığı önemli katkılardan bir diğeri işçi sınıfının varlığının tek başına yeterli olmadığını görmüş olmasıdır. Marks “kendinde sınıf” diye tarif ettiği ve sadece sistem içinde var olan işçi sınıfı ile “kendi için” olan yani kendi çıkarları için savaşan sınıf arasında bir ayrım yapmıştır. Marks yaşadığı dönemde meydana gelen 1848 işçi ayaklanmalarının “kendi için” sınıfı yaratan politik hareketler olduğunu gözlemlemiştir. “Kendi için” sınıf olma sürecinin hem yenilgi hem de zaferlerle dolu acılı bir süreç olduğunu 1871’de bizzat deneyimlemiştir. 1871 Paris Komünü Marks’a işçi sınıfının yeni siyasi iktidar biçimleri yaratabileceğini ve bunun kapitalizm altında hayal bile edilemeyecek demokratik bir biçim alabileceğini göstermiştir. Marks’a göre sosyalizm bizzat bu sürecin içinden çıkabilir. Yani işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. İşçiler ancak kendi örgütleri ve mücadeleleri aracılığıyla özgürleşebilirler. Bir elit grup ya da adanmış devrimci bir zümre bunu onlar adına yapamaz. Bugün umutsuzluğun Türkiye’de ikameci bir mücadele anlayışını beslediğini görüyoruz. Bunların Marksizmle bir ilgisi yoktur. Marks’ın sosyalizm anlayışı muhtemel bir alternatif düzenin hayali tasvirine dayanmaz. Bu sistemi yıkmaya girişmiş sınıf hareketinden çıkardığı teorik derslere dayanır. Yeni bir dünyayı kurma süreci özünde çoğunluğun çoğunluk adına harekete geçip üretim ve yönetim süreçlerini demokratikleştirmesini içerir. Toplumun ezici çoğunluğunu kazanmayan hiçbir ayaklanma başarılı olamaz. Tam da bu yüzden Gezi’den beri hükümeti yıkmayı ve başka bir dünyayı kurmayı isteyenlerin yapması gereken toplumun çoğunluğunu oluşturan ve sistemi kilitleme kabiliyetine sahip olan işçilerin örgütlenmesine yardımcı olmaktır. AKP tabanını koparmadan AKP liderliği yıkılamaz. Bu aşağıdan sosyalizm anlayışı aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde (devrimin ilk birkaç yılı hariç), Doğu Avrupa’da, Çin’de, Küba’da ve Kuzey Kore’de iktidarda olan Stalinist rejimlerle arasına sınıf karşıtlığına dayalı kalın bir çizgi çeker. Çoğunluğun demokratik çıkarları yerine elit bürokratik bir azınlığın çıkarlarının sürdürüldüğü bu rejimler bürokratik devlet kapitalisti rejimlerdir. Gerçek sosyalizm değil onun birer karikatürüdürler.
Bu büyük resimden Türkiye’de mücadele eden marksistler açısından en önemli tartışmalardan birine dönüp Marksizmin güncelliğinin altını çizmek isabetli olabilir. Bahsettiğim tartışma AKP’ye karşı mücadelenin marksist metodları üzerinedir. Marks üzerinde etkili olmuş iki Alman filozoftan biri Hegel diğeri Feuerbach’dır. Marks 1863’te Berlin’de üniversite öğrencisiyken Hegel’in öğrencilerinin radikal fikirleri sebebiyle Hegel’in fikirleriyle tanışmıştır. Hegel’den aldığı ‘diyalektik’ kavramıyla özünde tüm gerçekliğin çelişki ve çatışma içinde sürekli gelişmekte olan bir şey olduğu fikrini benimsemiştir. Bir idealist olan Hegel’e göre “gerçeklik” temelde zihinsel ya da ruhsaldır. Fransız devriminden etkilenmiş ve Prusya devletinin tam desteğini almış Hegel için Prusya devleti aklın vücut bulmuş halidir. Marks, Hegel’in felsefesinin dinamik kısmını almış ve çokça söylendiği gibi ayakları üzerine dikmiştir. Marks’ın Hegel felsefesi eleştirisi aynı zamanda amansız bir bürokrasi eleştirisidir. Diyalektiğin ve gerçekliğin idealizmle bağını koparmak Marks’ın tek marifeti değildir. Bunu materyalist bir tarih anlayışıyla birleştirmiştir. Marks’ın etkilendiği diğer Alman düşünür Ludwig Feuerbach, Hegel’in tanrı fikrini eleştirmiş ve bu fikrin insan düşüncesinin bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür. Özünde doğru olsa da, Feuerbach’ın materyalizminde de bir problem vardır. Feuerbach,tanrı ve dini reddederken insan doğasını değişmez bir şey olarak görür. Filozofların görevinin, insanları dinin tehlikeleri konusunda eğitmek olduğunu anlatır. Marks, Hegel’in idealizmini eleştirdiği kadar Feuerbach’ın elitizmini de eleştirir. Feuerbach üzerine yazdığı tezlerin üçüncü maddesinde “Eğitenlerin eğitilmesi” gerektiğini söyler ve Feuerbach’ı Hegel’in idealizmi ile savaşırken oradaki devrimci öğeyi yani diyalektiği yok etmekle eleştirir. Türkiye’de Kemalizm, Stalinizm ve ondan beslenen devrimci gelenek hem Hegel’ci hem de Feuerbach’cıdır. Devlet ve bürokrasi övgüsü aklın “cumhuriyet” rejiminde vücut bulduğu fikrine dayanan idealist bir kavrayışken, değişimin eğitimli sosyalistlerin din tehlikesi karşısında kitleleri eğitmekten geçtiğini anlatmaları kaba “materyalist” bir sapmadır. Kitlelerin içinde bulundukları koşulları dönüştürürken kendilerini de dönüştürdüğünü unutan bu gelenek Marks’ın yaşadığı dönemden beri elitist bir kapitalizm eleştirisi olarak varlığını sürdürmüştür. Marks “kendinde sınıftan” “kendi için sınıfa” geçişin bir eğiticiler kanalıyla değil mücadele yoluyla olacağını anlatır. Bugün Marksistler birkaç cephede birden fikir mücadelesi vermektedir. Sol popülizm (radikal reformizm), sol elitizm ve otonomcu fikirler bunlardan birkaçı. Hareket fikirlerin test edildiği gerçek alandır. Bu testin bazen kitleler için trajik dersleri olabilir. Biz trajedilerin yeniden yaşanmaması için doğru devrimci fikirleri Marks’ın ölümünün 133. yılında anlatmaya devam edeceğiz.
Canan Şahin
(Sosyalist İşçi)