Faşizm, işçi sınıfını ve onun tüm demokratik haklarını ezmeyi hedefleyen bir harekettir. Bugün faşizme direnmek için, onun ne olduğuna ilişkin yaratılan yaygın kafa karışıklığını aşmamız gerekiyor.
Egemen sınıf, Ortadoğu’daki yeni savaşını meşrulaştırmak için, gerici ve mezhepçi bir grup olan IŞİD’i “İslamofaşist” olarak damgalamaya hazır. Buna tam bir tezat oluşturacak şekilde, ana akım medya Fransa’daki Ulusal Cephe (FN), Yunanistan’daki Altın Şafak ve Macaristan’daki Jobbik gibi partileri “aşırı sağ”, “aşırı milliyetçi” olarak tanımlıyor. Ancak onlara faşist demeyi reddediyor. Aynı zamanda binlerce kişi, sosyal medyayı kullanarak sağcı ABD başkan adayı Donald Trump’ı faşist olmakla itham ediyor. Bu durum, kısmen faşizmin diğer sağcı ve ırkçı örgütlenmelerden ne açıdan farklı olduğu konusundaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor.
Her tür diktatörce yönetim ve baskı “faşist” olarak yaftalanma eğiliminde. Ama faşizm, gerici ve ırkçı politikaları ifade etmek için kullanılan bir etiket değil. Yazar Robert Paxton’ın dediği gibi, faşizmi anlamak için işe “bir tanımdan değil, bir stratejiden” başlamalıyız. Faşizmin amacı işçi sınıfı örgütlerini ve demokratik hakları ezebilecek bir kitle hareketi inşa etmektir. Rus devrimci Lev Troçki, faşizmi eşsiz kılanın ne olduğunu ilk anlayanlardan biriydi. Troçki faşizmin hem demokratik seçimlere katılarak hem de rakiplerini terörize etmek için sokak çeteleri oluşturarak ikili bir strateji uyguladığını savundu.
Faşizm ilk olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından başarısızlığa uğrayan devrimin ve yoğun bir toplumsal krizin yarattığı ortamda büyüdü. Egemen sınıf her zaman, isyanları ve ayaklanmaları bastırmak için, genellikle polisi ve orduyu kullanarak baskıya başvurmuştur. Ancak kapitalizm geliştikçe, sıradan insanların siyasi olarak aktif hâle geldiği bir kitlesel işçi sınıfı hareketi de büyüdü. Normal dönemlerde, liberal demokrasi kapitalistlere kâr elde etmeleri için gerekli olan istikrarı sunabiliyordu. İşçilerin hoşnutsuzluğunu parlamentoya yönlendirerek dağıtabiliyor ve kapitalist partilerin “ulusal çıkarı” temsil ediyorlarmış gibi davranmasını sağlayabiliyordu. Ancak kapitalist sınıf, krizden çıkış için hiçbir yol bulamadığında, demokrasiden de vazgeçebiliyordu.
Karl Marx, 1848’in başarısız devrimlerinin ardından, Fransız egemen sınıfın yüzünü nasıl diktatörlüğe döndüğünü anlatır. Yalnızca, kapitalist partileri bile geçici olarak kapatan ve Louis-Napoleon Bonaparte tarafından yönetilen bir diktatörlük sınıf mücadelesindeki açmazı çözebilirdi. 1840’larda işçi sınıfı toplumsal bir güç olarak hâlâ yeni yeni oluşuyordu. Ama sonraları, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bir işçi devrimleri dalgası Avrupa’yı silip süpürdü. Rusya’da başlayan devrim, hızlı bir şekilde Macaristan’a, İtalya’ya, Almanya’ya ve ötesine sıçradı. 1920’de İtalya’da, 1930’da ise Almanya’da işçi hareketleri çoktan iktidara gelmenin eşiğine gelmişti. Onları ezmek için diktatörlükten fazlası gerekiyordu.
İşçi sınıfı hareketini ezmek için egemen sınıfın bunu yapabilecek başka bir kitle hareketi bulması gerekiyordu. 1917 Ekim Devrimi’nin ardından egemen sınıflar karşıdevrimi başarıya ulaştırmak için vahşi bir şiddet uyguladılar. Rus Devrimi 1917’de yenilseydi, faşizm kavramını karşılayan sözcük Rusça olabilirdi. Troçki faşizmin “sınıf düşmanlarının eline bir jilet verdiğini” yazdı, Paxton ise onu “devrime karşı devrim” olarak adlandırdı. Adolf Hitler’in Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP) 1920’ler boyunca marjinal bir partiydi. 1928 seçimlerinde oyların yalnızca %2,8’ini almışlardı. Ancak 1929’daki büyük ekonomik krizin ardından hızla yükselerek 1930’da en büyük ikinci parti oldular, 1932 seçimlerinde ise sandıktan birinci parti olarak çıktılar.
Ancak faşistler hiçbir zaman iktidara yalnızca seçimler yoluyla gelmedi. Yoğun toplumsal kriz dönemlerinde egemen sınıf, işçi hareketinin hakkından gelmeleri için onlara her zaman güç sağladı. Almanya, 1930’dan itibaren “Baronlar Kabinesi” tarafından yönetiliyordu. Egemen sınıf demokrasiyi resmen ortadan kaldırmadı ama sağcı siyasetçileri öne sürdü ve hükümete başkanlık etme görevini üst rütbeli bir generale verdi. Gelişen krizle baş etmekte hepsi başarısız oldular ve egemen sınıf en sonunda pes etti. Nazilerin taleplerini kabul ederek Hitler’i şansölye (Almanya’daki Başbakanlık benzeri kurum-çn) yaptı.
Bu, faşizmin bir egemen sınıf hareketi olduğu anlamına gelmez. Faşist örgütlerin toplumsal tabanının kökleri “küçük burjuvazi”nin içindedir; yani küçük kapitalistler, dükkân sahipleri, küçük toprak sahipleri arasında. Troçki bu orta sınıf tabakaları “insan tozu” olarak nitelendirmişti. Onlar, bir yandan büyük kapitalistlerin zenginliğinden yoksundular, diğer yandan ise kolektif bir şekilde mücadele edebilen bir güç olan işçi sınıfının bir parçası da değillerdi.
Macaristan’da 2000’li yıllarda orta sınıflar, İsviçre Frank’ı para biriminden büyük ev kredileri (mortgage) almaya teşvik edildiler. Ancak 2008’deki kredi krizi ülkeyi iflasın eşiğine getirdi ve orta sınıfın üzerinden silindir gibi geçti. Aynı orta sınıf, Yunanistan’da da ekonomik krizden ve onu izleyen bankaların kamu parasıyla kurtarılmasından büyük zarar gördü. Şimdi Macaristan’da Jobbik, Yunanistan’da ise Altın Şafak yükselişte.
Ancak faşizmin zaferi kaçınılmaz değil. Sosyal bir krizde orta sınıf sola ya da sağa çekilebilir. Bu demek oluyor ki, devrimci sosyalistler, krizden çıkışın bir yolu olarak toplumsal dönüşümü ortaya koymalıdırlar. Troçki’nin yazdığı gibi, “eğer Komünist Parti devrimci umudun partisiyse, faşizm de karşıdevrimci umutsuzluğun partisidir”. 1920’lerin başında Almanya’daki orta sınıf sola savruluyordu. Üst düzey memurlar bile işveren örgütlerinden ayrılıp sosyal demokrat sendikalara katılıyorlardı. Ancak bu durum 1930’larda tersine döndü. Faşizmin yükselişi, işçi sınıfı için siyasi bir yenilgi ve devrimin başarısız olması yüzünden ödenen bir bedeldi. Naziler, Holokost’ta 6 milyon Yahudi’yi, Roman’ı ve LGBT bireyi öldürdüler. Bugün Jobbik gibi partiler Yahudileri ve Romanları hedef alırken, Altın Şafak’ın çeteleri mültecileri öldürüyor. Ancak faşizmin ana hedefi, bir etnik grubun soykırıma uğratılması değil, işçi sınıfının bütün üyelerinin haklarının elinden alınmasıdır.
Erken dönem Nazi propagandasında antisemitizme çok az yer veriliyordu. Bu propaganda büyük oranda Alman Devrimi’nin ve İtilaf Devletleri'ne teslim olarak “Almanya’yı arkadan bıçaklayanların” ezilmesine odaklanmıştı. Ama faşistler bu “insan tozu”nu bir arada tutabilmek için sıkça ırkçı ideolojiye de başvururlar. Naziler örneğinde bu antisemitizmdi, ama İngiltere ve Fransa’daki faşistler için bugün kullanılan İslamofobi oluyor. Faşistler, egemen sınıfın hedef aldığı kesimlere yönetilen saldırıyı fırsatçı bir şekilde yararlarına kullanıyorlar. Bu yüzden örneğin yakın zaman öncesine kadar Polonyalı faşistler saldırılarını Romanlar üzerinde yoğunlaştırmıyorlardı. Ana hedefleri LGBT bireylerdi çünkü LGBT bireyler aynı zamanda Polonya egemen sınıfının da ana günah keçileriydi.
Faşistler her zaman bir yandan saygıdeğer bir siyasi vitrin oluştururken, diğer yandan sokakta uyguladıkları kaba kuvvete dayandılar. Naziler ilk olarak 1932 yılındaki Münih’te gerçekleşen Birahane Darbesi ile iktidara gelmeye çalıştılar. Ancak egemen sınıfın yalnızca bir azınlığı onları destekleyince, sonunda polisin eline düşüp rezil oldular. Sokaktaki çetelerinin varlığını korudular ama orta sınıflar arasında saygıdeğer bir sağcı imaj inşa etmeye yöneldiler. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Holokost’un vahşetleri insanların kararlı bir şekilde Nazizme karşı çıkmasına neden olduğundan, faşistlerin bu alandaki çalışması yeniden önem kazandı. Bu yüzden bugün Marie Le Pen’in Ulusal Cephe (FN) partisi açıkça Hitler’e hayranlık belirtmiyor ya da Holokost inkârcılığı ile meşgul olmuyor. Bunun yerine bu faşist parti, çokkültürlülüğün ve göçmenliğin “tehlikelerine” odaklanıyor. FN’nin etrafında ideolojik olarak kendini adamış faşistlerden ve şiddet kullanan “Güvenlik Kurumu” mensuplarından oluşan bir çekirdek var. Bu grubun üyeleri camilere saldırıyor ve Müslümanları, LGBT bireyleri ve solcuları dövüyorlar. Onun etrafında ise rakiplerine karşı şiddet uygulamaya kararlı, pek çok daha küçük açık Nazi grupları var. Yakın bir müttefikleri, belediye başkanlığından gelen yetkisini yerel milisler oluşturmak için kullanıyor.
Faşistlerin amacı hepimizi yok etmek. Bu, faşistlerle mücadelede “daha az kötü” sağcı güçlere bel bağlamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Yapılması gereken, mümkün olan en geniş işçi sınıfı muhalefetini inşa etmek ve faşizmin umutsuzluk siyasetine karşı bir alternatif için mücadele etmek. Çok da eski olmayan bir geçmişte İngiltere Ulusal Partisi ve İngiliz Savunma Birliği yükselişteydi. Onlar nerede yürüyüş yapmaya ya da konferans düzenlemeye çalıştıysa, etrafları kitlesel protestolarla sarıldı. Seçimlerde nerede aday oldularsa, oralarda onların Nazi olduklarını ifşa eden binlerce bildiri dağıtıldı. Yani faşistlere karşı koymak için birlikte harekete geçerek faşist örgütlerin dış tabakalarını koparabilir ve geriye kalan çekirdeği ezebiliriz. Faşizmi üreten sistemi kökünden kesene kadar, faşizmin başını küçükken ezmek zorundayız.
(Socialist Worker'dan Türkçe'ye Onur Devrim Üçbaş çevirdi)